Paul de Kruif
Çeviren: Mithat Enç
1831’in Ekim ayında dokuz yaşında bir oğlan çocuğu, kuduz bir kurt tarafından ısırılmış köylünün korkunç ölümünü gördüğünde, “Baba, kurt ısırınca insanlar neden ölüyor?” diye sormuştu. O çocuk, kafasında yer eden bu sorunun yanıtını yarım asır sonra verdi. Pasteur, geliştirdiği inanılmaz yöntemle, kuduz bir kurt tarafından ısırılan on dokuz Rus köylüsünün hayatını kurtardı. “Kuduz kurt ısırdığında artık insanlar ölmeyecek, baba.”
Okuyacağınız makale, bir zamanların Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1951 yılında yayımlanan “Mikrop Avcıları” adlı kitabın (Bilim Eserleri Serisi, Paul de Kruif, Çev. Mithat Enç) Louis Pasteur’ün çalışmalarını ele alan bölümlerden derlenmiştir. Milyonlarca insanın ve hayvanın hayatını kurtaran bu büyük bilimcinin öyküsünü bugün özellikle okumak gerek. Başlık ve arabaşlıkları biz koyduk.
Muhteşem Spallanzani’nin ölümünden sonra mikrop avcılığı bir kere daha duraklamıştı. Diğer bilimler büyük ilerlemeler yaparken görünmeyen hayvanlara önem verilmemeye ve bunlar unutulmaya başlanmıştı. Yapıları kaba saba, korkunç homurtular çıkaran lokomotifler artık Avrupa ve Amerika’nın beygirlerini ürkütmekteydiler. Telgraf da icat edilmek üzereydi. Mikroskopların mükemmelleri yapılabiliyordu. Fakat bu aletlere gözünü uydurup bakacak kimse çıkmıyordu. Bu küçük hayvanlar üzerinde yapılacak çalışma ve keşiflerin hayat için, lokomotiflerden daha faydalı olabileceğini dünyaya ispat edecek adam henüz ortaya çıkmamıştı. Bu murdar mikropların sessizce ve esrarlı bir şekilde milyonlarca insanı öldürebileceği gerçeği henüz kapkara bir perdeyle örtülüydü. Bunların giyotinler veya Waterloo’nun toplarından daha öldürücü katiller olduğu takdir edilmiyordu…
‘Baba, kuduz kurt ısırınca insanlar neden ölüyor?’
Doğu Fransa dağlarındaki köylerden birinde 1831’in Ekim ayında dokuz yaşında bir oğlan çocuğu, demirci dükkânının önüne birikmiş bir kalabalıktan kaçıyordu. Bu çocuk, kalabalığın korkulu ve heyecanlı fısıltıları üstünde yükselen ve sıcak bir demirin insan eti üzerine basılmasından çıkan cızırtı ile bunun arkasından yükselen tüyler ürpertici ıstırap inlemesinden ürkmüştü. Bu kurban, çiftçi Nicole idi. Onu, az önce, köyün sokaklarında, çenesinden köpükler damlayarak acı acı uluyan kuduz bir kurt ısırmıştı. Kaçan çocuk Kont Udressier’nin çiftçilerinden birinin torunu olan Louis Pasteur’dü.
Günler ve haftalar geçti. Kudurmuş kurdun sekiz kurbanı kuduzun boğucu, boğaz kurutan ıstırabı içinde ölmüşlerdi. Onların feryadı, bazı komşuların aptal dediği bu çekingen çocuğun kulaklarında çınlamış ve çiftçinin yarasını dağlayan kızgın demir de hafızasında derin yara izi bırakmıştı.
Louis, babasına: “Baba, kurt ve köpeklerin kudurmasının sebebi nedir? Kudurmuş bir hayvan ısırınca insanlar niye ölüyorlar?” diye sormuştu. Babası Napoleon ordularında çavuşluk etmiş eski bir askerdi. Binlerce kişinin kurşunla öldüğünü görmüştü. Fakat insanların hastalıktan niçin öldüğü hakkında hiçbir fikri yoktu. “İhtimal kurdun içine şeytan giriyor ve insan da Tanrı istediği için ölüyor. Tanrı istediği zaman bundan kurtuluş yoktur” dediğini tahmin edebilirsiniz. Gerçi bu yanıt o günün en bilgiç fen adamı yahut da piyasanın vizitesi en yüksek doktorunun vereceği yanıt kadar doğruydu. 1831’de insanların kuduz köpek ısırmasından niçin öldüğünü kimse bilmiyordu. Bütün hastalıkların nedenleri tamamen meçhul ve esrarla örtülüydü.
Bu korkunç olayın dokuz yaşındaki Louis Pasteur’e kuduzun neden ve çaresini bulmaya uğraşmak kararını verdiği fikrini uyandırmaya çabalamıyorum. Bu çok romantik fakat yanlış bir hareket olurdu. Bununla beraber bu olayın onu, herhangi bir çocuktan çok daha fazla ürküttüğü, çok daha uzun zaman kâbus halinde rüyalarına girdiği, çok daha fazla düşündürdüğü ve çocuğun, yanık et kokusu ile ıstıraplı iniltileri yüz defa daha canlı olarak işittiği bir gerçektir. Kısacası onun hamuru da sanatkârların hamuruna katılan maya ile yoğrulmuştu. Onun bilgisi kadar, hamurundaki bu maya da, ihtişamlı Spallanzani’nin ölümünden sonra mikropları, atıldıkları meçhuller dünyasından çekip çıkarmakta kendisine yardım etmiştir.
‘Loğusa hummasını bulaştıran siz doktorlarsınız!’
1870’in sonlarına doğru tam Koch’un şarbon basilini meydana çıkararak Alman doktorlarını şaşırttığı sırada sadece bir kimyager olan Pasteur, doktorların hastalıkları incelemek ve onlarla savaşmak konusunda elde ettikleri on bin yıllık tecrübeyi bir omuz silkişi ile altüst edecek bir cüret gösteriyordu. Loğusa hummasının bulaşıcı olduğunu Avusturyalı Semelweiss’in ispat etmiş olmasına rağmen bu sıralarda Paris hastaneleri mikrop yuvasıydı. Bu hastanelerin kapısını ümitle çalan her on dokuz kadından birisi, bebeğini öksüz bırakarak loğusa hummasından ölüyordu. On genç annenin birbiri ardına öldüğü böyle yerlerden birisine cinayet evi adı verilmişti. Kadınlar viziteleri en pahalı olan doktorlara bile güvenemiyorlardı. Hastaneleri boykot etmeye başlamışlardı. Birçokları da haklı olarak çocuk yapmak gibi ciddi bir tehlikeyi göze alamıyorlardı. Hatta hastalarının yitip gitmesi karşısında aciz fakat acıyan bir tavırla seyirci kalmaya alışkın doktorlar bile yeni bir hayatın doğması anında ölümün de yanı başında beklemesi durumundan utanmış gibi gözüküyorlardı.
Bir gün Paris Tıp Akademisi’nde meşhur bir doktor, bir hayli uzun Yunanca ve ihtişamlı Latince kelimeler kullanarak, maalesef kendisinin de ne olduğunu bilmediği loğusa hummasının nedenleri üzerinde uzun bir nutuk veriyordu. Birdenbire arka sıralardan yükselen bir ses, bilgince ve süslü cümlelerinden birini kesivermişti: “Kadınları loğusa hummasından öldüren, hiç de sizin anlattığınıza benzeyen bir şey değildir. Bu mikrobu hasta kadınlardan sıhhatlilerine bulaştıranlar siz doktorlarsınız”. Bunu söyleyen Pasteur’dü. Yerinden kalkmıştı; gözleri heyecandan parıldıyordu.
“İhtimal haklısınız, fakat bu mikrobu asla bulamayacağınızdan korkuyorum” diyerek, konferansçı sözlerine devam etmek istedi. Ama o zamana kadar Pasteur, yarı felçli sol ayağını arkasında sürükleyerek sıralar arasından ilerlemeye başlamıştı. Kara tahtaya varınca bir parça tebeşir yakaladı ve Akademi’ye haykırdı:
“Bu mikrobu bulamayacağımı mı iddia ediyorsunuz? Efendi onu buldum bile; işte görünüşü şuna benziyor.” diyen Pasteur karatahtaya küçük dairelerden ibaret bir zincir çizdi. Toplantı şaşkınlık içinde dağılmıştı.
Teoriye pratik gerek
Pasteur artık altmışına yaklaşıyordu. Fakat hâlâ yirmi beşindeki kadar heyecanlı ve şevkliydi. O bir kimyagerdi ve şeker pancarının mayalanmasında uzmandı. Şarapçılara şaraplarını bozulmaktan nasıl koruyabileceklerini de öğretmişti. Bundan sonra da hasta ipek böceklerini kurtarmaya koşmuştu. Fransa için “daha iyi bira” mottosunu savunmuş Fransız birasını ıslah etmişti. Fakat bir düzine insanın meslek hayatını doldurabilecek bu hararetli başarılar arasında Pasteur, insanların felaketine ve hastalıklara sebep olduğunu bildiği mikropların izini sürüp yakalamanın hülyasını kuruyordu.
Derken birdenbire bu işi Koch’un kendinden önce başardığını gördü. Bu Koch’a yetişmeliydi. “Mikroplar bir bakımdan benim sayılır; yirmi yıl önce, Koch daha çocukken onların ne kadar önemli olduğunu ilk defa meydana koyan ben olmuştum.” diye Pasteur’ün homurdandığını tahmin edebilirsiniz. Fakat ona yetişmesi için bir takım güçlükler de vardı.
Pasteur her şeyden önce, ömründe bir kişinin nabzını tutmamış, şişkin karınlı bir hastaya dilini çıkarmasını bile söylememişti. Karaciğeri akciğerden ayırt edebileceği şüpheliydi. Bundan başka muhakkak olan bir şey varsa o da bir neşterin nasıl tutulacağı hakkında en ufak fikri bile olmadığıdır. Hastaneler ne berbat şeylerdi… Kokuları bile midesini bulandırıyordu. Karanlık koridorlarına sızan iniltiler karşısında kulaklarını tıkayıp kaçmak istiyordu. Bununla beraber bu yenilmek bilmeyen adam her zaman yaptığı gibi, tıp bilimindeki bilgisizliğini kapatmanın yolunu buldu. Önce Jubert, Roux ve nihayet Chamberland adında üç doktor onun asistanı oldular. Bıyıkları yeni terleyen bu üç taşkın genç, eski ve budalaca tıp doktrinlerine karşı isyan etmişlerdi. Pasteur’ün, Tıp Akademisi’nde pek de itibar görmeyen konferanslarında tapınan bir hayranlıkla oturup, yarı görülür haşereler tarafından meydana getirilen korkunç salgınlar hakkındaki kehanetlerinin her kelimesini inanarak dinliyorlardı. Pasteur, bu gençleri laboratuarına kabul etti. Karşılık olarak onlar da Pasteur’e hayvanların iç mekanizmasını izah ettiler; bir şırınganın iğnesi ile pistonu arasındaki farkı gösterdiler ve kobay, tavşan gibi hayvanların iğne yapıldığı zaman hemen hemen hiçbir acı duymadığına kendisini ikna ettiler. Çünkü o bu gibi şeylere önem veriyordu.
Çılgın ve telaşlı…
Mikrop avcılığında tek bir yol olmadığından daha doğru bir söz yoktur. Pasteur ile Koch’un işlerini yapışları arasındaki fark da bunun en iyi örneğidir. Koch bir geometri kitabı kadar kuru ve mantıkçıydı. Verem basilini sistemli deneylerle araştırmıştı. Şüphecilerin daha ortada şüphe edilecek bir şey olduğundan haberleri yokken bile, onların ileri sürmeleri ihtimali olan bütün şüpheleri önceden düşünüp göz önünde tutuyordu. Koch başarısızlıklarını da daima zaferleri kadar soğukkanlılıkla itiraf ederdi. Onda insanüstü bir adillik ve doğruluk vardı. Kendi keşiflerini adeta fazla inanamadığı başka birisi tarafından yapılmış gibi gözden geçiriyordu. Pasteur ise, durmadan doğru teoriler ve yanlış tahminler ortaya atar ve bütün bunları kazara tutuşmuş donanma fişekleri gibi karmakarışık havaya sıkarak ihtirasla ve el yordamı ile ilerlerdi.
Pasteur hastalık mikroplarını araştırmaya başladı. Asistanlarından birisinin ensesindeki bir çıbanı delerek buradan bir mikrop üretmiş ve hemen bunun kan çıbanı mikrobu olduğuna kanaat getirmişti. Bu deneylerin arkasından, loğusa hummasından ölen kadınların vücudunda zincir şekilli mikrobunu bulmak için hastanelere koşmuştu. Buradan da yer kurtlarının, derinlere gömülmüş olan hayvan cesetlerinden toprağın üstüne şarbon basilleri taşıdıklarını kesin olarak ispat etmeye değil, keşfetmek için köylere koşmuştu. O, çalışmalarının gerisinde saklı olan gerçekleri meydana çıkarabilmek için bir düzine farklı işle aynı zamanda, enerji ve telaşla meşgul olmak ihtiyacında olan garip bir deha idi.
Aynı anda birçok işi yapma ısrarının gerisinde Pasteur’ün Koch’u geçmek için bir yol arayışı olduğunu açıkça fark edebilirsiniz. Koch mikropların hastalığa sebep olduğunu mükemmel bir kesinlikle göstermişti. Bunun şüphe getirir yeri yoktu. Fakat yapılacak en önemli iş bu değildir; bu ispat hiçbir şey sayılmaz. Yapılacak iş mikropların insanları öldürmesine mani olacak, insanları bundan koruyacak bir yol bulmaktır. Pasteur’ün karanlıklar içinde bocaladığı bu devirden uzun zaman sonra Roux: “Ne imkânsız ve garip deneyler yapmayı tasarladık” demişti, “ertesi gün kendimiz de bunlara gülerdik”.
Pasteur’ü anlayabilmek için onun çılgın adımlarını, başarılarını olduğu kadar başarısızlıklarını da bilmek önemlidir. Mikropları saf olarak üretmek için kesin metotlara sahip değildi. Bu gibi şeyleri yapabilmek için Koch’un sabrına ihtiyaç vardı. Bir gün Pasteur, içine şarbon mikrobu koyduğu, kaynatılmış bir şişe idrarın, içinde havadan içeriye sıvışan mikroplar, yani davetsiz misafirlerle kaynaştığını canı sıkılarak fark etmişti. Ertesi sabah şişede hiçbir şarbon mikrobunun kalmadığını, bunların hepsinin havadan gelen mikroplar tarafından boğulduğunu gördü.
Pasteur’ün kafasında hemen güzel bir fikir canlandı. Havanın zararsız mikropları, şişedeki şarbon mikroplarını yok edebilirse bunu vücutta da yapacaklardı. “Bu iti ite kırdırmaya” benziyor, diye haykırdı. Roux ile Chamberland’ı kobaylara şarbon aşılamak, sonra da şarbon mikrobunu vücutta kovalayarak yiyip yutacak olan milyarlarca zararsız mikrop iğnelemekten ibaret akıl almayacak deneylere başlatmıştı.
Pasteur: “Hastalıkların tedavisi hususunda bu deneylere büyük ümit bağlıyoruz” diye ciddiyetle ilan etti. Fakat deney hakkında işitilen son söz bu olmuştur. Zira Pasteur bilim dünyasına başarısızlıklarını incelemek fırsatını verecek bir adam değildi. Ama bir müddet sonra Bilim Akademisi onu acayip bir işe memur etti ve bu ödev esnasında, vahşi mikropları dost ve faydalı bir hale getirecek hakiki ve hayrete değer bir yol bulabilmesine yardım eden bir gerçekle karşılaştı. Canlı hastalık mikroplarını kendi türlerine karşı kullanmak ve böylece hayvan ve insanları gözle görülmez ölümlere karşı korumaktan ibaret olan acayip bir plan hazırlama rüyasını kurmaya başlamıştı. Bu sıralarda Fransa batısındaki Jurat dağlarında baytar Louvrier tarafından bulunan şarbon tedavisine büyük önem veriliyordu. Bölgenin nüfuzlu adamları, “Louvrier ölümün eşiğinde olan yüzlerce ineği tedavi etti; bu tedavi şeklinin bilimsel kabul kazanmasının zamanı gelmiştir.” diyorlardı.
Şarbona bağışıklı inekler
Pasteur genç asistanlarının refakatinde oraya geldi ve bu mucizevî tedavinin ilk adımının, çiftlik yanaşmaları tarafından hasta ineğin kızıştırılması için iyice ovalanmasından ibaret olduğunu gördü. Sonra zavallı hayvanın derisinde uzun kesikler açılıyor, Louvrier bunların üzerine terebentin (reçinenin canlı ağaçlardan, özellikle de çamlardan damıtılmasıyla elde edilen bir sıvı) döküyordu. Nihayet artık böğürmeye başlayan ve bir hayli eziyet gören ineğin yüzü hariç bütün bedeni sıcak sirke ile yoğrulmuş dışkı ile sıvanıyordu. Bu merhem artık ölümü istediğine hiç şüphe olmayan hayvanın üstünde, bütün vücudunu kaplayan bir örtü ile korunuyordu. Pasteur, Louvrier’ye: “Geliniz bir deney yapalım. Şarbona yakalanan bütün inekler ölmez. Bazıları kendiliklerinden iyi olurlar. Doktor Louvrier, onları sizin tedavinizin kurtarıp kurtarmadığını öğrenmek için tek çare vardır.” dedi.
Böylece dört sağlıklı inek getirildi. Pasteur, Louvrier ve çiftçilerden ibaret ciddi bir komisyon huzurunda bu hayvanlardan her birinin omzuna büyük dozda tehlikeli şarbon mikroplarını iğneledi. Bu dozun bir koyunu öldürmesi muhakkaktı. Birkaç düzine kobayın da işini bitirebilirdi. Ertesi gün Pasteur, komisyon ve Louvrier geri geldiler. İneklerin hepsinin omzunda büyük ve kızgın şişlikler vardı, nefesleri horultulu çıkıyordu ve hallerinden kötü oldukları açıkça anlaşılıyordu.
“Şimdi doktor bu ineklerden ilkini seçin; onlara A ve B adını verelim. Siz onları tedavi edin. C ve D inekleri de tamamen tedavisiz kalsın.” dedi. Bunun üzerine Louvrier A ve B ineklerine korkunç tedavisi ile taarruza geçti. Sonuç, samimi olan yalancı inek tedavicisi için korkunç bir darbe olmuştu. Zira Louvrier’nin tedavi ettiği ineklerden birisi iyileşmiş, öteki ölmüştü ve hiç tedavi edilmeyenlerden de birisi ölmüş, öteki iyileşmişti. Pasteur: “Hatta bu deney bile bizi aldatabilir, doktor” dedi, “eğer tedavinizi tesadüf eseri iyileşmiş ineklere uygulasaydınız hepimiz de şarbona karşı üstün bir tedavi şekli bulunduğunu sanırdık.”
Geride deneyden artan ve şiddetli bir şarbon saldırısına uğradıkları halde iyileşen iki inek vardı. Pasteur: “Bunlara daha büyük dozda şarbon basili sıkmayı deneyebilirim. Paris’te bir gergedana bile fena geceler geçirtebilecek şarbon mikrobu familyam var.” diye düşündü.
Böylece Pasteur, Paris’ten korkunç kültürünü getirtti ve iyileşen bu iki inekten her birinin omzuna beşer damla iğneledi. Sonra bekledi, fakat hayvanlara bir şey olmadı. Milyarlarca zehirli basili iğnelediği yerlerde ufak bir şişkinlik bile gözükmemişti. İnekler tam manasıyla keyifli idiler.
Bunun üzerine Pasteur acele hükümlerinden birini verdi: “Bir defa şarbona tutulup da iyileşen bir ineğin, yeryüzündeki bütün şarbon mikropları tekrar aynı hastalığa tutulmasına neden olamaz. O bağışıklık kazanmıştır.” Bu düşünce kafasında kımıldanıp oynamaya başladı ve onu hülyalara daldırdı: “Bir hayvanı, onu öldürmeyecek, koruyacak küçük ve emin bir şarbon nöbetine nasıl yakalatmalı? Bunu yapmanın bir çaresi olmalıdır; bir çare bulmalıyım.”
Mikroplar ihtiyarlayınca dizginleniyor!
Pasteur’ün hali aylarca böyle devam etti. Roux ve Chamerland’a şunları tekrar edip duruyordu: “Korkunç hastalıkların ikinci defa patlak vermemesi sırrına benzeyen yeni bir sır var mıdır?” Kendi kendine de: “Mikroplara karşı bağışıklık temin etmeliyiz.” diye mırıldanarak dolaşıyordu.
Bu esnada Pasteur ve sadık yardımcıları bir düzineye yakın, çeşitli hastalıklardan ölmüş hayvan ve insanların vücut parçaları üzerine mikroskoplarını ayarlıyorlardı. 1878 ile 1880 arasındaki bu çalışmada şaşkın bocalamalar fark edilir. Derken bir gün talih bağışıklık kazandırmak için harikulade bir çareyi Pasteur’ün burnunun dibine soktu. (Bu öyküyü tam ve doğru olarak anlatabilmem zordur. Çünkü Pasteur hakkında yazanların hepsi bunu birbirinden farklı anlatmaktadırlar ve Pasteur de bilimsel makalelerinde bu keşfin bir tesadüf eseri olduğu hakkında hiçbir şey söylememektedir.) Kendim doldurmak zorunda kaldığım bazı boşlukları ile beraber öykü şöyledir:
1880’de Pasteur tavukları, tavuk kolerası denilen bir hastalıktan öldüren ufacık bir mikropla oynuyordu. En güçlü merceklerin altında bile ancak titrek bir noktacık halinde görülebilen bu ufacık mikrobu Prof. Prençito keşfetmişti. Pasteur ise tavuk etinden yaptığı bir çorba içinde onu tecrit ederek üreten ilk mikrop avcısıydı. Bu dans eden noktacıkların birkaç saat içinde milyonlarca ürediklerini seyrettikten sonra, haşerelerin kaynaştığı çorbadan küçük bir damlayı bir ekmek artığının üzerine damlattı ve bu ekmeği bir tavuğa yedirdi. Birkaç saat içinde talihsiz hayvanın gıdaklaması durmuştu ve yem yemek istemiyordu. Tüyleri, onu karışık bir yumak haline getirecek şekilde kabarmıştı. Ertesi gün de Pasteur hayvanı titreşmekte ve gözlerini, süratle ölüme doğru giden dayanılmaz bir uyku ile yarı kapalı buldu.
Roux ve Chamberland bu korkunç küçük mikroplara özenle bakıyorlardı. Her gün mikropla kaynaşan bir çorba şişesine platin bir tel batırıyorlar, sonra hâlâ ıslak olan bu teli içinde hiç mikrop olmayan taze bir çorba şişesinin içine özenle silkiyorlardı. Bu aşılama günlerce devam etti ve her seferinde ıslak iğnenin üzerinde gelen birkaç mikrop yeni sürüler halinde ürediler. Laboratuarın sıralarına, bazıları haftalarca bayat olan kültür şişeleri yığılmıştı. Pasteur, “bu kargaşalığı yarın temizlemeliyiz” diye düşündü.
Derken iyi tesadüflerin tanrısı onun kulağına bir şeyler fısıldadı ve Pasteur, Roux’ya şunları söyledi: “Bu şişedeki tavuk kolerası mikrobunun hâlâ canlı olduğunu biliyoruz. Birkaç haftalık bayat oldukları doğru. Fakat bu eski kültürlerden birkaç damlasını bir iki tavuğa aşılamayı deneyin.
Roux bu talimatı yerine getirdi ve tavuklar hemencecik hastalandılar. Uyuşuk bir hal aldılar ve her zamanki canlı yaramazlıklarını kaybettiler. Fakat ertesi gün Pasteur öldüklerinden emin olduğu tavukları otopsi tahtasına yatırmak için laboratuarına girdiği zaman onların tamamen sağlıklı ve keyifli olduklarını gördü.
Pasteur: “Garip şey. Bundan önce bütün kültürlerimizin mikropları daima aşılanan tavukları yüzde yüz öldürüyordu.” diye düşündü. Fakat keşfinin vakti henüz gelmemişti ve ertesi gün garip surette iyileşen bu tavuklar laboratuvar hademesinin bakımına bırakıldıktan sonra Pasteur ve ailesi, Roux ve Chamberland yaz tatillerini geçirmeye gittiler ve bu hayvanları da tamamen unuttular.
Fakat nihayet bir gün Pasteur laboratuar hademesine: “Sıhhatli birkaç yeni tavuk getir ve aşı için hazırla” demişti. “Ama Bay Pasteur kullanılmamış yalnız birkaç tavuğumuz kaldı. Hatırlarsınız ya sonuncuları gitmeden önce kullanmıştınız. Onlara bayat kültürler aşılamıştınız; hastalanmışlar fakat ölmemişlerdi.” “Peki, kaç tane yeni tavuk kalmışsa onları getir. Birkaç tane de o kullanılmış olanlardan, şu koleraya tutulup da ölmeyenlerden olsun.” Çırpınıp çağrışan hayvanlar getirildi. Asistanı, içinde sürülerle mikrop bulunan çorbayı yeni ve hastalanıp iyileşen tavukların göğüs kaslarına sıktı. Roux ve Chamberland ertesi gün laboratuara geldiler. Pasteur onlardan daima bir saat erken gelirdi. Üstatlarının kısık bir sesle hayvan kafeslerinin bulunduğu bodrum katından kendilerini çağırdığını duydular:
“Roux, Chamberland, çabuk buraya gelin.” Onu tavuk kümeslerinin önünde aşağı yukarı gezinirken buldular: “Bakın, dün aşıladığımız yeni hayvanlar ölmüş. Esasen böyle olması lazımdı. Fakat geçen ay bayat kültür iğnelediğimiz ve iyileşmiş olan tavuklara bakın. Dün onlara da aynı öldürücü dozu vermiştik. Fakat şunların haline bakın. Öldürücü doza mükemmelen dayanmışlar; keyifleri yerinde. Yem yiyorlar.” dedi.
Roux ve Chamberland bir an için şaşaladılar. O zaman Pasteur coştu:
“Fakat bunun ne demek olduğunu anlamıyor musunuz? Her şey bulundu; artık bir hayvanı hastalıktan iyileşecek kadar azıcık hasta etmenin yolunu buldum. Yapılacak bütün iş tehlikeli mikroplarımızı her gün yeni bir şişeye ekerek üretecek yerde şişelerinde bayatlamaya bırakmaktır. Mikroplar ihtiyarlayınca dizginleniyor. Tavuğu hasta ediyorlar, fakat hafifçe; iyileştiği vakit de dünyanın bütün vahşi ve tehlikeli mikroplarına mukavemet edebiliyor. Fırsat elimize geçti. Bu benim keşiflerimin en harikuladesidir. Bir aşı keşfettim ve mikrobunu kimsenin görmediği çiçek aşısından çok daha emin ve bilimseldir. Bunu şarbona da uygulayacağız… Can kurtaracağız…”
Hırçınlık ve acelecilik başa bela
Pasteur, Roux ve Chamberland alelacele yaptıkları ilk tesadüfî gözlemi doğrulamaya giriştiler. Tehlikeli tavuk kolerası mikroplarını çorba şişelerinde bayatlamaya bıraktılar. Zayıf düşen bu haşereleri sıhhatli tavuklara iğnelediler. Bunlar hemen hastalanmakla beraber çabucak iyileştiler. Derken bir kaç gün sonra aşılanan bu tavukların bağışıklık kazanmamış bir düzine hayvanı öldürmeye yetecek milyonlarca mikroptan oluşan mahvedici enjeksiyonlara dayandıklarını heyecanla gördüler.
Böylece Pasteur ustalıkla mikropları mikroplara düşürdü. Onları önce dizginlemiş sonra garip şekilde kendi türlerinden olanların saldırılarına karşı harikulade silahlar olarak kullanmıştı.
O ana kadar ölümden kurtarmayı başardığı sadece tavuklar olmasına rağmen Pasteur kendine has taşkınlığı ile harekete geçerek Latince konuşan ve basmakalıp reçeteler yazan eski moda doktorlara karşı daha kaba bir tavır takınmaya başladı. Tıp akademisinin bir toplantısına giderek doktorlara nazikçe, tavuk aşısının Edward Jenner’in ölmez çiçek aşısı keşfinden sonra ne kadar önemli bir ilerleme olduğunu söyledi: “Bununla Jenner’in çiçek hastalığında yapmayı asla başaramadığı bir şeyi ortaya koydum; bu da öldüren mikrobun hayvanı ölümden koruyanın aynısı olduğudur.” Pasteur’ün kendisini büyük Jenner’den daha üstün göstermesine mavi ceketli eski moda doktorlar iyice içerlemişlerdi. Dönemin ünlü cerrahlarından Dr. Jules Guerin, Pasteur’ün sadece tavuklar üzerinde yaptığı bu işe böbürlenmesiyle bilhassa alay etmiş ve kavga başlamıştı.
Büyük bir öfke içinde Pasteur de ayağa fırlayarak Dr. Guerin’in en beğendiği ameliyatlarından birinin saçmalığı hakkında bağırarak bazı şeyler söyledi. Bunun arkasından da rezalet sayılacak bir sahne baş gösterdi. Seksenini aşmış olan Guerin yerinden sendeleyerek kalktı ve altmışını geçmiş Pasteur’ün üzerine atılacaktı. İhtiyar, Pasteur’e bir yumruk savurdu; fakat telaşlanan dostlar araya girerek, gerçeği tekme, yumruk ve küfürlerle halledebileceklerini sanan bu iki adamın sıkılan yumruklarını tutup kavgayı önlediler.
Pasteur, başarılı deneylerden birisi, kendini çevreleyen gizlerden ufak bir parça kopardığı anda bütün sırların hallolduğunu sanmak hatasını sık sık işlerdi. Yine böyle oldu. Pasteur tavuk kolerası mikrobunun onları diğer öldürücü hastalıklara karşı da koruyacağını düşündü ve vakit geçirmeden birkaç tavuğu zayıflamış kolera mikrobu ile aşıladı. Sonra da onlara öldürücülüğü muhakkak olan bir miktar şarbon mikrobu sıktı. Tavuklar da ölmediler.
Çılgın bir heyecan içinde eski profesörü Dumas’ya yazdı ve yeni tavuk kolerası aşısının bütün tehlikeli hastalıklara karşı harikulade koruyucu bir panzehir olabileceğini ima etti: “Bu doğrulanacak olursa, insan hastalıklarında bile çok önemli sonuçlar beklemeyi ümit edebiliriz” diyordu.
Çok sevinen ihtiyar Dumas bu mektubu Bilim Akademisinin raporunda yayımladı ve bu belge orada Pasteur’ün aceleciliğinin bir abidesi olarak durur. Sicilinde bir leke teşkil etmektedir. Bir çeşit basilin hayvanları bütün hastalıklara karşı koruyamadığı, ancak aşının içindeki mikrobun aynısının neden olduğu hastalıktan, o da kesin olmayarak koruduğunu az zamanda öğrenmiş olmasına rağmen, benim bildiğime göre bu hatasını düzeltmeye teşebbüs etmemiştir.
Riskli deney
Bu sırada aşı istekleri o kadar artmıştı ki, Roux ve Chamberland Pazar günlerini bile boş geçirmiyor ve hiç tatil yapmıyorlardı. Tüplerin, mikroskop ve mikroplarının yanı başında olmak için laboratuarda yatıyorlardı. Burada Pasteur’ün idaresi altında şarbon basillerini özenle zayıflattılar. Bazıları kobayları öldürdüğü halde tavşana zarar vermiyor, bazıları da fareleri yok ettiği halde kobaylara bir şey yapmıyordu. Koyunlara önce zayıf sonra da kuvvetli aşılar sıktılar. Bunlar biraz hastalandıktan sonra iyileşiyorlardı. Arkasından da bu koyunlar bir ineği bile öldürebilecek güçte olan vahşi şarbon mikroplarına bile direnebiliyorlardı.
Pasteur bu yeni zaferini derhal Bilim Akademisi’ne anlattı. Guerin ile yaptığı kavgadan sonra Tıp Akademisi’ne gitmekten vazgeçti. Onlara yakında sıtmadan kabakulağa kadar bütün hastalıkları ortadan silip süpürebilecek ustalıklı aşılar icat edeceğini anlatarak büyük ümitler verdi: “Birbirini takip eden bu virüsler arasında koyun, inek ve atların ölmelerine meydan vermeden şarbonla biraz hasta etmek suretiyle gelecek hastalıklara karşı koruyacak bir aşı keşfetmekten daha kolay ne var?” diyordu. Pasteur’ün meslektaşlarından bazıları onun bu konuda gereğinden fazla güvenli gözüktüğünü söylediler ve protesto ettiler. Pasteur’ün alnındaki damarlar kabardı ama dilini tutmayı başardı.
Fakat yine düşmanlar Pasteur’ün peşine düşmüştü. Durmadan doktorların ayağına bastığı gibi bu kez de yüksek ve faydalı baytarlık mesleğini incitmişti ve tanınmış baytarlardan olup baytarlığın en önemli dergisini yayımlayan Dr. Rossingnol, Pasteur’ü herkesin gözü önünde yapılacak tehlikeli bir deneye çekip küçük düşürmek için bir tuzak hazırladı. Dr. Rossingnol, Tarım Kurulu’nda ayağa kalkıp şunları söylemişti: “Pasteur koyun ve inekleri şarbona tutulmaktan kesin olarak koruyacak bir aşı yapmaktan kolay bir şey olmadığını söylüyor. Eğer bu doğru ise hastalık yüzünden yılda yirmi milyon frank kaybetmekte olan Fransız çiftçileri için büyük bir şey olacaktır. Eğer Pasteur gerçekten böyle sihirli şeyler yapabiliyorsa bunu bize ispat etmeye istekli olması gerekir. Pasteur’ü herkesin karşısında gösteri yapmaya razı edelim. Eğer o haklı ise bundan biz çiftçi ve baytarlar yararlanırız. Başarısızlığa uğrarsa Pasteur’ün koyunları, yerkurtlarını, bebekleri ve su aygırlarını kurtaran büyük keşifleri hakkında açıklamalara bir son vermesi lazım gelir.” İşte kurnaz Rossignol böyle söylüyordu.
Kurul derhal bir hayli para topladı. Kırk sekiz koyun, iki keçi ve birkaç inek satın aldı. Tanınmış baron ihtiyar De la Rochette’i de Pasteur’ü pohpohlayarak bu tehlikeli deneye ikna etmeye gönderdi.
Pasteur bir parça bile şüphelenmedi. “Elbette kurulunuza aşımın can kurtardığını göstermek isterim. Laboratuarda on dört koyunla elde edilebilen sonuç Kurul’da altmış koyun üzerinde de elde edilebilir.” dedi. Genel gösterinin tarihi o senenin mayıs ve haziran ayları olarak tespit edildi.
Rüyalarında yarısı kobay, yarısı tavuktan ibaret garip hayvanlar görmeye başlayan, önemli deney şişelerini ellerinden düşüren, milyonlarca hayali kobaya iğne yaparak uykuları kaçan Roux ile Chamberland henüz başladıkları yaz tatillerinden, aldıkları tel üzerine, heyecanlı işlerine geri dönmeye mecbur kalmışlardı: “Hemen Paris’e dönün. Aşımızın koyunları şarbona karşı koruyacağını ispat için genel bir gösteri yapmak üzereyim. – L. Pasteur”
Acele döndüler. Pasteur onlara, “Ziraat Kurulu’nun önünde ve Pouilly-le-Fort çiftliğinde yirmi dört koyun, bir keçi ve birkaç ineği aşılayacağım. Yirmi dört koyun, bir keçi ve birkaç inek de aşılanmayacaklar. Sonra tayin edilen bir zamanda bütün hayvanlara elimizde bulunan şarbon basillerinin en öldürücü ve tehlikelilerinden bir miktar iğneleyeceğim. Aşılanmış olan hayvanlar tamamıyla korunmuş olacaklar. Aşılanmamış olanlarsa tabii iki gün içinde ölecekler” dedi. Pasteur Güneş’in tutulacağını önceden haber veren bir astronom kadar emin gözüküyordu.
“Fakat üstadım bu işin ne kadar nazik olduğunu biliyorsunuz. Aşılarımızdan kesin surette emin olamayız. Korumaya uğraştığımız koyunlardan bazılarını öldürebiliriz.” Pasteur onlara: “Laboratuarımızda on dört koyun üzerinde iyi sonuç veren şey Kurul’da elli koyun üzerinde de iyi sonuç verecektir” diye haykırdı. Roux ve Chamberland için kollarını sıvayıp aşıları hazırlamaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı.
Nihayet ilk enjeksiyon günü geldi. Şişeleri ve şırıngaları hazırdı. Kimyahane balonları özenle etiketlenmişti. Pasteur, Reu D’ULm’dan trene gitmek üzere ayrılırken: “Çocuklar çok dikkat edin, birinci ve ikinci aşıları karıştırmayın” diye bağırdı. Pouilly-le-Fort’taki alana gelip kırk sekiz koyun, iki keçi ve birkaç ineğin bulunduğu parmaklıklarla çevrilmiş yere doğru yürüdüler. Pasteur kalabalığı ciddiyetle selamladı. Orada cumhuriyetin senato üyeleri, fen adamları, baytarlar, zamanın büyük şahsiyetleri ve yüzlerce çiftçi hazır bulunuyorlardı. Pasteur kendine yakışan o şık ve hafif topallaması ile aralarında dolaşırken birçokları yüksek sesle onu alkışladılar, bazıları da bıyık altından güldüler.
Sağlıklı ve gürbüz koyun sürüsü parmaklık içindeki alanın bir köşesine toplanmıştı. Roux ve Chamberland alkol lambalarını yaktılar; büyük bir özenle cam şırıngalarını açtılar ve bir fareyi öldürmekle beraber kobaya zarar vermeyecek güçte olan ilk aşılarından beşer damlayı koyunlardan yirmi dördünün, iki keçinin ve ineklerden yarısının butlarına sıktılar. Hayvanlar yerlerinden kalktılar, silkindiler ve kulaklarının birer ucu kesilmek suretiyle işaretlendiler.
On iki gün geçti ve gösteri tekrarlandı. Kalabalık gene oradaydı ve ikinci aşı yapıldı. Kobayları öldüren fakat tavşanlara zarar vermeyen aşı iğnelendi. Hayvanlar buna da güzelce dayandılar ve sağlığı yerinde koyunlar, keçi ve ineklerin yapması gerektiği gibi etrafta dolaşıp duruyorlardı. Son ve tehlikeli deneyin zamanı yaklaşıyordu. Küçük laboratuarın havası bile elektriklenmeye başlamıştı. Sinirleri gerilmiş olan deneyciler bunsen lambalarının alevleri üzerinden birbirlerine çatıyorlardı. Pasteur ise hiçbir zaman bu kadar sakin gözükmemişti. Şişe yıkayıcıları onun homurdandığı emirleri yerine getirmek için adeta odanın bir ucundan öteki ucuna fırlıyorlardı. Pasteur’ün yeni ve en genç asistanı Thuillier her gün çiftliğe giderek ateşleri olup olmadığını anlamak üzere aşılanan hayvanların kuyruklarının altına termometresini sokuyordu. Fakat bereket versin hepsi de, tavşanları öldürmeye yetmeyecek kadar kuvvetli olan aşıya güzelce dayanıyorlardı.
Roux ve Chamberland’ın saçlarındaki aklar birkaç tel artarken Pasteur güvenini kaybetmemişti ve her zamanki teşhir edici, kendini beğenmiş üslubu ile şunları yazıyordu: “Başarı tam olduğu takdirde bu, memleketimizdeki uygulamalı bilimlerin en güzel örneğini verecek ve keşiflerin en büyük ve faydalısını kutsallaştıracaktır.” Dostları başlarını sallayıp omuz silkerek mırıldandılar. “Dostum Pasteur, bu pek Napolyonvari.” Pasteur de bunu reddetmedi.
Derken her şeyin belli olacağı günde aşılanmış ve aşılanmamış olan kırk sekiz koyun, iki keçi ve birkaç ineğin hepsine birden gerçekten ölümcül olan tehlikeli dozda şarbon mikropları sıkılmıştı. Roux alkol lambaları ve öldürücü virüs şişeleri ile çevrilmiş olarak toprağın üzerine diz çöktü ve altmıştan fazla hayvana o zehirli nesneyi sakince ve şaşırmadan iğneleyişi ile seyircileri korku içinde bırakmıştı. Bilimsel bütün şöhretini riske sokan delicesine cüretli bir işe giriştiğini nihayet fark eden Pasteur de yatağında dönüp örtüleri tekmeleyerek o gece belki elli defa uyandı. Bayan Pasteur: “Haydi, haydi her şey yoluna girecektir” diye onu cesaretlendirmeye uğraştığı zaman ağzından tek bir söz bile çıkmıyordu. Düşünceli ve asık bir suratla laboratuara girip çıkıyordu.
1881 yılının meşhur 2 Haziran günü orada genel danışmanlarla senatörler de bulunuyordu. Bu gösteriyi görmek için büyük şahsiyetler, kendilerini halka ancak kralların, prenslerin düğün ve cenazelerinde gösteren şöhretler de gelmişti.
Saat ikide Pasteur ve çırakları alana çıktılar. Bu sefer bıyık altından gülmeler görülmedi; fakat muazzam bir hurra işitildi. İki gün önce derilerinin altına milyonlarca öldürücü mikrop sıkıldığı halde, aşılanan yirmi dört koyundan birinde bile hafif bir ateş yükselmesi bile görülmemişti. Bütün ömürlerince şarbon mikroplarına bin fersah uzak kalmış gibi otluyor ve keyiflerince dolaşıyorlardı.
Fakat korunmamış, aşılanmayan hayvanların yazık ki, yirmi dördünden yirmi ikisi acıklı bir şekilde serilmiş yatıyorlardı. Geriye kalan iki tanesi ise dermansız bocalıyordu. Ağız ve burunlarından çirkin bir siyah kan sıvışarak akıyordu. İhtiyar baytarlardan birisi, “Bak Pasteur’ün aşılamadığı hayvanlardan birisi daha gitti” diye haykırdı.
Pasteur, modern bir mucizenin yaratıcısı olmuştu…
Fransa’nın koyunları aşı bekler
Dünya bu haberi duydu ve Pasteur’ü, insanlığın üzerinden bütün ıstırapları kaldıracak bir Mesih sanarak şaşkın bekledi. Fransa çılgına dönmüş, ona en büyük evladı demiş ve kendine Legion d’honneur’ün büyük kordonunu bağışlamıştı. Ziraat kurulları, baytarlar, tarlaları zehirli şarbon virüsü ile lânetlenmiş olan fakir köylüler ona telgraflar çekerek hayat kurtarıcı açısından binlerce doz rica ediyorlardı.
Bu tellere cevap olarak Pasteur, Rue d’Ulm’daki küçük laboratuarını bir aşı imalâthanesine çevirdi. Dizginlenmiş hayat kurtarıcı şarbon basillerinin üreyeceği çorbalar muazzam kazanlar içinde fokurdayarak kaynıyordu. Zamanla aşı haline gelen bu kazanlar dolusu çorbayı, her birine bir kaç gram olmak üzere küçük ve diğer bütün mikroplardan tamamıyla arıtılmış temiz şişelere boşalttılar. Bu karışık işi de ellerinde uygun herhangi bir alet olmadan yapmak zorundaydılar.
Bu aşı imalinden koparılan zamanlarda Roux, Chamberland ve Thuiller, Fransa arazisinin ötesine berisine ve hatta Macaristan’a koşuyorlardı. Bir yerde iki yüz, bir yerde yetmiş altı koyunu aşıladılar ve bir yıl geçmeden yüz binlerce hayvana bu hayat kurtarıcı nesne sıkılmıştı. Bu gezici aşıcılar yorucu seyahatlerinden laboratuarlarına dönerlerdi; belki birkaç kadeh tokuşturmak, yahut güzel bir kızla akşamı beraber geçirmek veya pipo tüttürüp tembellik etmek isteği ile Paris’e gelirlerdi. Fakat Pasteur tütün kokusuna tahammül edemezdi; şarapla kadına da gelince Fransa’nın koyunları adeta kurtarılmak için melemiyorlar mı? Böylece, “Mikrobu bul, mikrobu öldür”den başka bir şey düşünmeyen bu savaşçının çırakları olan gençler, bu sadık insanlar ceketlerini çıkardılar ve gözlerinin etrafı kırmızı bir halka ile çevrilip kirpikleri dökülünceye kadar mikroskoplarından mikroplara baktılar. Fransa çiftçileri “Daha fazla aşı” diye haykırırken bu işlerin ortasında acayip zorluklarla karşılaşmaya başladılar. Şarbon basilleri arasında, orada işleri olmaması gereken bozucu mikroplar gözükmeye başladı. Birdenbire, sadece bir fareyi öldürmesi gereken zayıf bir aşı büyük tavşanı öldürmeye başladı. Derken tam bu gözü kararmış bilimciler bu karışıklıkları yoluna koydukları sırada Pasteur içeri girip deneyleri bu kadar uzadığı için onlara çıkışıyor, kafa tutuyor ve çatıyordu.
Pasteur kuduzun öldürücü virüsünü bulmaya uğraşmak istiyordu.
Pasteur ve Koch karşı karşıya…
Pouilly-le-Fort’taki mucizeden sonra bir yıl bile geçmeden, çok orijinal bir mikrop avcısı olmasına rağmen Pasteur’ün hatadan azade bir tanrı olmadığı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Bunlar Mont Pothier ve bir düzine kadar Fransız kasabası ile Macaristan’daki Packisch ve Kapuvar’dan gelen şikâyetlerdi. Koyunlar şarbondan ölüyorlardı; tehlikeli tarlalardan bulaşan doğal şarbondan değil, onları kurtarması gereken aşının sebep olduğu şarbondan ölüyorlardı. Başka yerlerden de işe yaramadığı hakkında üzücü haberler geliyordu. Aşıların parası verilmişti; bütün bir koyun sürüsü aşılanmıştı. Çiftçiler “Büyük adam Pasteur’den Allah razı olsun” diyerek yataklarına girmişler, yalnız uyandıkları zaman otlakların koyun cesetleri ile örtülü olduğunu görmüşlerdi; hastalığa karşı bağışık olması gereken bu koyunlar otlaklarında gizlenen şarbon sporlarından ölmüşlerdi.
Pasteur mektuplarını açmaktan nefret etmeye başlamıştı. Derken olabilecek en kötü şey de kendini gösterdi; Berlin’deki Koch denen o ufak tefek münasebetsiz Alman’ın laboratuarından soğuk ve korkunç mükemmellikte bilimsel bir rapor geldi. Bu rapor şarbon aşısının pratikliğini paçavraya çeviriyordu. Muhteşem keşfinin bu felaketli sonuçları yüzünden Pasteur’ün uykularının biraz kaçtığına şüphe yoktur; fakat o kendini beğenmiş bir adamdı. Büyük iddialarının yanlış olduğunu ne kendine ne de başkalarına karşı itiraf edebilirdi.
“Aşılarımın koyunları şarbondan biraz hastalandırdığını, fakat öldürmediğini ve onları mükemmelen koruduğunu söylemiş miydim? Bu sözümde durmalıyım” diye homurdandığını duyabilirsiniz.
1882’de masasının üstü felaket haberleri ile yığılı dururken Pasteur, Cenova’ya gitti ve orada, dünya hastalık savaşlarının en ileri gelenleri önünde heyecanlandırıcı bir nutuk verdi. Konusu “Canlı yaratıkları, zayıflatılmış mikroplar sıkmak suretiyle tehlikeli hastalıklara karşı nasıl korumalı?” idi. Pasteur, “genel prensiplerin bulunduğunu ve geleceğin büyük ümitlerle dolu olduğunu” söylüyordu. Fakat, aşısının kurtaracak yerde koyunları öldürdüğü birçok olay hakkında tek kelime bile etmedi.
Bu toplantıda Koch altın çerçeveli gözlüklerinin arkasından gözlerini kırpıştırarak Pasteur’e bakmış ve böyle bilimsel olmayan, şairane bir konuşmaya karşı bıyık altından gülerek oturmuştu. Pasteur başının üstünde bir şeyler dolaştığını hissediyor gibiydi; Koch’un tartışmacılıktan ziyade bir mikrop avcısı olduğunu bildiği için herkesin önünde kendisi ile tartışması için ona meydan okudu. Koch “Pasteur’ün konuşmasına yakın bir gelecekte yazılı olarak cevap vermekle memnun olacağım” diyerek oturdu.
Kısa bir zaman sonra bu yanıt gözüktü; korkunçtu. Bu yarı ciddi yarı alaycı yanıtta Koch, şarbon aşısı denilen bu kıymetli nesneden bir parçasını, Bay Pasteur’ün ajanlarından elde ettiğini bildirerek söze başlıyordu.
Bay Pasteur birinci aşısının fareleri öldüreceğini ve kobayları öldürmeyeceğini mi söylemişti? Dr. Koch bunu denemişti ve fareyi bile öldürmemişti; fakat bunun acayip örneklerinden bazısı koyunları öldürmüştü.
Bay Pasteur ikinci aşısının kobayları öldürdüğünü fakat tavşanlara bir şey yapmadığını mı iddia ediyordu? Dr. Koch bunu da dikkatle denemişti ve çokluk tavşanları hızla öldürdüğünü ve bazen de Bay Pasteur’ün ölümden koruyacağını iddia ettiği koyunları bile öldürdüğünü bulmuştu; zavallı hayvanlar…
Pasteur aşılarının şarbon mikroplarından başka bir şey içermeyen saf kültürler olduğuna gerçekten inanıyor muydu? Dr. Koch bunları dikkatle incelemiş ve orada işleri olmaması gereken köpük yapıcı çirkin basiller, cocci ve diğer türden yabancı mikroplarla dolu olduğunu bulmuştu.
Nihayet, acaba Bay Pasteur gerçekten bir gerçek aşkı ile mi yanıyordu? Öyleyse kötü sonuçlardan da iyileri gibi niçin söz etmemişti?
Koch, “Bu gibi hareketler bir ticarethane reklâmına belki yakışabilir; fakat bilimin şiddetle itiraz etmesi gerektir” diyerek sözüne son veriyordu.
Bunun üzerine Pasteur coştu ve Koch’un dile getirdiği gerçeklere, bir köy tartışma heyetinin jürisini bile kandıramayacak itirazlarla dolu şaşılacak bir makale ile yanıt verdi. Koch, Pasteur’ün aşılarının bozucu mikroplarla dolu olduğunu iddiaya cesaret mi ediyordu? Pasteur: “Koch’un 1876’da bilim alemine doğuşundan yirmi yıl önce benim bir tek meşguliyetim mikropları tecrit edip saf bir halde üretmekti. Bu sebepten saf kültürler yapmasını bilmediğim hakkındaki Koch’un imaları ciddiye alınamaz” diye haykırdı.
Ernest Renan, Pasteur’ü uyarıyor
Fransızlar, Koch’un, kahramanlarını bilim tanrısı rütbesinden düşürdüğüne inanmak istemiyorlardı. Böylece hemen Pasteur’ü bütün Fransızların ulaşabileceği en yüksek şeref olan Fransız Akademisi üyeliğine seçtiler. Pasteur’ün Akademi’ye kabul gününde bu ateşli adama hoş geldin nutkunu söyleyen, İsa’yı tanrılıktan çıkarıp iyi bir insan haline getiren ve her şeyi anladığı için herkesi affedilebilen septik deha Ernest Renan’dı. Renan, bazen gerçeği örtbas etse bile Pasteur’ün yine de harikulade bir insan olduğunu biliyordu. Renan bilim adamı değildi; fakat yüzde yüz olmasa bile canlı varlıkları mikropların tehlikelerine karşı koruduğunu göstermekle Pasteur’ün harikulade bir iş yaptığını anlayacak kadar basiret sahibiydi.
Birbirinin zıttı olan bu iki adamın o ciddi günde yüz yüze gelişlerini hayal edin. Bir tarafta yapıştığını koparan ve enerjik bir savaşçı olup bazen nihai ve belki de çirkin gerçeklerle uyuşmayan inanlarla dolu Pasteur duruyor. Karşısında da Everest tepesinin heybeti ile hiçbir şeye aldırış etmeyerek oturmuş Renan, babacan bir eda ile hitap ediyor; öyle korkunç bir septik ki, ihtimal hiçbir zaman kendinin bile hayatta olduğuna tamamıyla kani olmamış ve herhangi bir şey yapmanın faydasından o kadar şüphe ettiği için de Fransa’nın en şişman adamı…
Renan, Pasteur’e dahidir dedi ve onu gelmiş geçmiş birçok büyük insanla karşılaştırdı; sonra bu heyecanlı, felçli ve ak saçlı mikrop avcısına şu uyarılarda bulundu: “Üstadım, gerçek bir aşiftedir; taşkın bir ihtirasla aranmamalıdır. Fakat genellikle kayıtsızlık karşısında uysallaşır. Yakalanmış gözükürken kaçar, fakat sabırla beklenirse teslim olur. Veda edilince kendini gösterir, aşırı bir ateşle sevilirse insafsızdır.”
Kuduz mikrobunun peşinde
Pasteur şimdi de, kuduzdan delirmiş kıvranan köpeklerin ağzına içi delik tüpler sokuyordu. İki hizmetçi güçlü kuvvetli bir buldoğun çenelerini ayırıp açık tutarken Pasteur sakalını, bir ısırması ölümlerin en fecisi anlamına gelen o sivri dişlerin birkaç santim yanına kadar sokuyor ve bazen tehlikeli olabilecek salya zerreleri üzerine sıçrayarak köpükleri emip tüpüne çekiyordu; böylece kuduz mikrobunu arayacak bir örnek elde etmek istiyordu.
Pasteur niçin kuduz mikrobunu yakalamaya girişmişti? Bu bir sırdır. Çünkü tam o sırada mikropları henüz bulunmamış ve kuduzun öldürdüğünden çok daha fazla insan öldüren bir düzineye yakın ciddi başka hastalık vardı.
Bu en zor ve tehlikeli avcılığa onu teşvik eden içindeki sanatkâr, şair ruhu olmalıdır. Çünkü bizzat Pasteur, “Küçük bir çocukken Arbois’nın sokaklarından gelen o kuduz kurdun kurbanlarının çığlıkları daima rüyalarıma girmiştir” diyordu. Pasteur kuduz bir köpek ulumasının, herkesin kanını nasıl dondurduğunu biliyordu. Fransa’da yüz seneden az bir zaman önce, ürken kasaba halkının kuduza tutulduğundan şüphe ettikleri kimselerin zehirlenmesi, linç edilmesi veya kurşunla öldürülmesini meneden kanunların kabul edilmek zorunda kalındığını hatırladı. Şüphesiz kendini böyle kaçıkça korkulardan, ümitsiz ıstıraplardan insanlığın kurtarıcısı olarak görüyordu.
Derken araştırmalarının en muhteşem ve en doğrusuna da, çokluk yaptığı gibi hata ederek başladı. Kuduzdan ölmekte olan bir çocuğun salyasında garip ve hareketsiz bir mikrop keşfetmişti. Akademide, sekiz rakamına benzeyen bu mikrobun, kuduzun esrarengiz sebebi ile bir ilişkisi olduğunu ima eden bir rapor okudu. Fakat az zaman sonra bu izin bir çıkmaza götürdüğü anlaşıldı. Çünkü iyice elini kolunu sıvayıp bu araştırmaya giriştikten sonra Roux ve Chamberland ile birlikte sekize benzeyen bu mikrobun hiçbir suretle kuduz köpeğe yaklaşmamış birçok sağlıklı insanın ağzında da bulunduğunu gördüler.
Çok geçmeden 1882’nin sonlarına doğru ilk ipucunu elde etti: “Bu sıralarda ortada kuduz köpek pek yok; ihtiyar baytar Bourrel de bana pek az getiriyor. Kuduza yakalanmış insan bulmaksa daha zor. Bu kuduzu laboratuarlarımızdaki hayvanlarda elde etmeliyiz ve devam ettirmeliyiz; aksi takdirde bunu devamlı olarak araştırmayı başaramayacağız” diye düşündü.
Yaşı altmışı geçmişti ve yorulmuştu.
Derken bir gün kementle yakalanan kuduz bir köpeği laboratuara getirdiler. Tehlikeli bir şekilde bunu, sıhhatli köpeklerle dolu bir kafesin içine sokmuşlar ve onları ısırtmışlardı. Roux ve Chamberland kudurmuş hayvanın ağzından köpük alıp enjeksiyonlara çektiler; tavşanlara, kobaylara sıktılar. Sonra bu hayvan kalabalığının ilk kuduz işaretlerini geliştirmesini sabırsızlıkla beklediler. Bu deney bazen sonuç veriyor bazen de sinir bozucu başarısızlıklarla sonuçlanıyordu. Sağlıklı dört köpek ısırtıldı; altı hafta sonra bir sabah laboratuara geldikleri zaman bu köpeklerden ikisinin kafeslerinde çırpınarak uluduklarını gördüler. Fakat bundan aylarca sonra bile diğer ikisinde hiçbir kuduz işareti gözükmedi. Bu işte hiçbir akıl ve mantık yoktu. Kobay ve tavşanlarla da durum aynıydı. Tavşanlardan ikisi ölürken diğer dört tanesi, bir milyon fersah ötelerinde bile kuduz virüsü yokmuş gibi yeşilliklerini geveliyorlardı.
Roux’nun ‘itaatsizliği’ sayesinde…
Bir gün Pasteur’ün aklına küçük bir fikir geldi ve Roux’ya anlatmak için koştu:
“İnsanların vücuduna ısırık yoluyla giren kuduz virüsü ilik ve beyinde yerleşiyor… Kuduzun bütün işaretleri bu virüsün, bulamadığımız bu haşerenin sinir sistemine saldırdığını gösteriyor. Bilinmeyen mikrobu arayacağımız yer burasıdır. Hatta onu görmeden bile burada üretebiliriz. Belki de, bir şişe çorba yerine canlı bir hayvanın beynini kullanabiliriz. Bu acayip bir kültür şişesi olur ama… Bunu derinin altına iğnelediğimiz zaman virüs beyne ulaşmadan vücutta kaybolabilir. Bunu doğrudan doğruya bir köpeğin beynine koyabilseydim.”
Roux, gözleri parlayarak bu akıl almayacak hülyaları dinledi. Roux’dan başka birisi olsa Pasteur’ü kaçırmış sanabilirdi. Bir şişe çorba yerine bir köpek veya bir tavşan beyni, ne saçma şey… Fakat Roux’ya öyle gelmedi.
Roux: “Fakat üstat virüsü doğrudan doğruya bir köpeğin beynine niçin koymayalım? Köpeğin kafatasında onu incitmeden, beynini zedelemeden cerrah testeresi ile küçük bir delik açabilirim; bu kolay bir iş…” dedi.
Pasteur, Roux’yu öfkeyle susturdu. Doktor değildi. Cerrahların bu ameliyatı tam bir emniyetle, insan beyninde bile yaptıklarını bilmiyordu. “Ne, köpeğin tam kafatasında bir delik açmak mı? Zavallı hayvanın canını çok yakarsın, beynini sakatlarsın, onu felç yaparsın. Hayır, buna izin veremem.”
Pasteur yumuşak yürekliliği yüzünden insanlığa verdiği hediyelerin en büyüğünü elde etmekte başarısızlığa uğramaya bu kadar yaklaşmıştı. Garip fikrinin talep ettiği ciddi deneyden kaçınıyordu. Fakat Roux, itaat etmeyerek onu kurtardı.
Çünkü birkaç gün sonra Pasteur bir toplantıya gitmek için laboratuardan ayrılınca Roux sağlıklı bir köpek aldı; biraz kloroformla onu acı duymayacak hale getirdi ve hayvanın kafasında deliği açtı. Bir nabız gibi atan canlı beyni meydana çıkardı. Sonra az evvel kuduzdan ölen bir köpeğin beyninden üretilmiş eriyiğin birazını şırıngasına çekti: “Bu nesne belki de bize gözükmeyecek kadar küçük olan o kuduz mikropları ile kaynaşmakta olmalıdır” diye düşündü. Uykuda olan hayvanın kafasındaki delikten şırınganın iğnesi girdi ve Roux ağır ağır incitmeden kuduzlu nesneyi canlı beyne sıktı.
Ertesi sabah Roux, Pasteur’e bunu anlattı. Pasteur: “Nee? O zavallı hayvan nerede… Ölüyordur… Felç olmuştur…” Fakat Roux aşağıyı boylamıştı bile. Biraz sonra, Pasteur’e doğru keyifle sıçrayıp laboratuar sıralarının altındaki eski çorba şişelerini koklayan ameliyat edilmiş köpekle geri geldi. O zaman Pasteur, Roux’nun becerikliliğinin ve önünde açılan yeni deneyin yolunun farkına vardı “Bu köpek, fikrimin işe yarayacağını gösterecek” diye hülyalara daldı.
Tam da böyle oldu. İki hafta geçmeden hayvan acıklı çığlıklarla ulumaya, yatağını parçalamaya ve kafesini kemirmeye başladı. Birkaç gün daha geçince öldü. Bu hayvan, ilerde göreceğimiz gibi, binlerce insanın yaşaması için ölmüştü.
Sonu gelmeyen deneyler
Artık Pasteur, Roux, Chamberland kobaylarına, tavşanlarına ve köpeklerine kuduz aşılamakta yüzde yüz netice veren emin bir yol bulmuşlardı. Pasteur’ün, Roux ve Chamberland’a, “Mikrobu bulamıyoruz; en kuvvetli mikroskopların bile bize gösteremeyeceği kadar ufak olduğu muhakkak. Onları çorba şişelerinde üretmek imkânı da yok. Fakat bu öldürücü virüsü tavşanların beyninde üretebiliriz. Bunu üretmenin tek çaresi bu.” dediğini duyabilirdiniz.
Bütün mikrop avcılığında ve diğer bütün bilimlerde böylesi akıl almayacak bir deney görülmemiştir. Pasteur ve çıraklarının, göremedikleri fakat sonu gelmeyen bir sıra kobay, tavşan ve köpeklerin canlı beyinleri ve murdar iliklerinde göze görünmeden üremesi ile varlığını ancak anladıkları böyle acayip bir mikropla uğraşmak gibi bir bilim başarısı görülmemiştir. Kuduzun mikrobu denen şeyin bulunduğu hakkında yegane bilgileri, enjeksiyon yaptıkları tavşanların tityereke ölümünden ve kafatasları testere ile açılan köpeklerin korkunç haykırışlarından ibaretti.
Pasteur ve asistanları, çoğu insanın imkânsız diyeceği, göremedikleri bu vahşi virüsü ehlileştirmek gibi garip bir maceraya atıldılar. Ufak tefek ara vermeler oluyordu. Roux ve Chamberland kolera ile savaşmak için Mısır’a gittiler ve i Thuiller orada öldü. Pasteur de, o sırada Fransız domuzlarını öldüren bir hastalığın mikrobunu keşfedip aşısını bulmak üzere Fransa tarım bölgelerindeki domuz ağıllarına gitmişti. Fakat bu aralar geçtikten sonra her üçü birden, zavallı, felçli ve tehlikeli hayvanları ile birlikte Rue d’Ulm’daki laboratuara kapandılar. Sonu gelmeyen deneyler üzerinde ter döktüler. Hepsine kuduzun göze görünmez virüsünü zayıflatmanın çaresi yok hissini veren ümitsiz aylar geçti. Enjeksiyon yaptıkları yüz hayvandan yüzü de yazık ki ölüyordu.
Bütün gerçekler aleyhinde olduğu halde Pasteur aradı, denedi, başarısızlığa uğradı, ama aldırış etmeyerek tekrar denedi.
Gerçekten de bu kuduz mikrobunu ehlileştirmeye girişmek, olamayacak bir işin peşinden koşmak değil miydi? Bir defa belirti ortaya çıkınca ve felaketin gözle görülmez habercileri kirli ilik ve beyne ulaşınca bu korkunç hastalıktan herhangi bir insanın veya hayvanın kurtulduğuna dair tek bir kayıt yoktu. Pasteur ve adamlarının bıçaklarının ucunda tuttukları, dudaklarının bir iki santim yakınına gelinceye kadar cam emziklerine çektikleri işte böyle öldürücü bir nesneydi. Bu nesneyi ağızlarından ancak ince bir pamuk parçası ayırıyordu.
Bu görünmez mikrobu nasıl ehlileştireceğiz?
Heyecanlı bir günde bu karanlıkta bocalayanları cesaretlendirici ilk iyi haber geldi. Kuduz olmuş bir tavşanın beyninden alınan ve öldüreceği muhakkak olan nesne, köpeklerden birine iğnelenmişti; bu köpek tüyler ürpertici ulumalarla hastalanmış, sonra mucize kabilinden iyileşmişti. Birkaç hafta sonra heyecanla iyileşen bu ilk hayvanın doğrudan doğruya beynine bücür katilleri iğnelediler. Kafasındaki küçük yara çabucak iyileşti. Pasteur felakete mahkum eden belirtinin ortaya çıkmasını kaygı ile bekledi. Fakat bu belirti hiç gözükmedi. Köpek aylarca kafesinde dolaştı durdu. Tamamıyla bağışıklık kazanmıştı.
Pasteur asistanlarına: “Artık biliyoruz, bir imkân olduğunu biliyoruz. Bir hayvan kuduza tutulur da iyileşirse hastalığa tekrar tutulmayacaktır. Şimdi virüsü ehlileştirmenin çaresini bulmalıyız.” Bu fikre katıldılar; fakat onu ehlileştirmenin çaresi olmadığına emindiler.
Ama Pasteur kimsenin girişemeyeceği deneyler tasarlamaya başladı. Masasının üstü hiyeroglife benzeyen tarifler ile dolmuştu. Bir gün Roux ve Chamberland’ı çağırdı ve onlara bu görülmez ve tutulmaz virüsün izi üzerinde çabalamak için yaptığı çılgın planları okudu. Bu, onu ehilleştirmek için bir tavşanın vücudu içinde yakalamak gibi akıl almayacak bir plandı.
Pasteur onlara “Bu deneyi bugün bir tecrübe edin” dedi. “Fakat bu teknik yönden imkânsız” diye itiraz ettiler. Pasteur, “önemi yok, istediğiniz gibi planlaştırın, yeter ki iyi yapın” diye yanıt verdi. Becerikli Roux ve Chamberland bu kaçıkça deneyleri tecrübe etmenin bir yolunu buluyorlardı.
Nihayet kuduzdan ölmüş bir tavşanın murdar iliğinin bir kısmını çıkarıp mikrop girmeyen bir şişenin içinde bu öldürücü nesneyi on dört gün tutmak suretiyle vahşi kuduz mikrobunu zayıflatmanın yolunu buldular. Bir zamanlar öldürücü olan bu büzüşmüş nesneyi sağlıklı köpeklerin beyinlerine sıktılar ve bu köpekler ölmedi…
Pasteur hiçbir neden ve mantık olmadığı halde, “Virüs öldü, yahut daha iyisi çok zayıfladı” diye son nokta üzerinde acele bir hüküm verdi. “Şimdi başka tehlikeli nesneleri on iki gün, on gün, sekiz gün, altı gün kurutmayı deneyeceğiz ve bakalım köpeklerinize birazcık kuduz aşılayabilir miyiz… O zaman bağışıklık kazanmaları gerekir.”
Dört elle bu uzun ve yanlış yola yöneltebilecek deneye sarıldılar. Pasteur şişe, mikroskop ve kafeslerle dolu acayip laboratuarında on dört gün aşağı yukarı gezindi, sinirlendi ve hiç eksik olmayan o not defterine karınca ayağı gibi yazılar yazdı. Köpeklere birinci gün, on dört gün kurutularak zayıflatılmış ve hemen hemen mahvolmaya başlamış olan virüs iğneleri; ikinci gün, on üç gün şişede kalan ve biraz daha kuvvetlice olan sinir parçasından sıktılar ve böylece aşılanmamış bir hayvanı öldürmesi muhakkak olan bir gün kurutulmuş virüsü her hayvana iğneleyerek on dördüncü güne kadar devam ettiler. Dört hafta bu hayvanlarda kuduz belirtisinin ortaya çıkması için bekleyişe geçtiler. Fakat hiçbir şey olmadı. Bu korkunç aşılar köpeklere zarar vermemişti. Fakat bağışıklık kazanmışlar mıydı?
Pasteur korkuyordu. Başarılı olmazsa bütün o yılların çalışmaları boşa gidecekti. Fakat denenmeliydi. Sıradan köpekleri yüzde yüz öldüren en kuvvetli kuduz virüsünün doğrudan doğruya beyinlerine sıkılmasına bu hayvanlar dayanabilecekler miydi?
Bir ay sonra Pasteur ve asistanları üç yıllık çalışma neticesinde kuduza karşı zafer kazandıklarını anladılar. Çünkü aşılanmış olan iki köpek hiçbir rahatsızlık belirtisi göstermeden kafeslerinde dolaşıp şurayı burayı koklarken, kurutulmuş tavşan beyninin koruyucu on dört iğnesini yemeyen diğer ikisi, son ulumalarını ulumuş ve kuduzdan ölmüşlerdi.
Aşıyı köpeklere değil, ısırılmış insanlara yapsak…
Bunun hemen arkasından Pasteur’ün kafası, kuduzu yeryüzünden kaldıracak planlarla dolup taşmaya başlamıştı. Yüzlerce anlamsız projesi vardı. İlk önce, zayıflatılmış kuduz mikrobunu bütün Fransa köpeklerine aşılamayı düşündü. Meşhur baytar Nocard’a: “Kuduza tutulmuş bir köpek tarafından ısırılmadıkça hiçbir insanın kuduza yakalanmadığını hatırlamalıyız. Şimdi aşımızla köpeklerde bunu yok edersek…” diye teklifte bulunacak oldu; o da gülerek başını salladı ve “Sadece Paris’te yüz binden fazla köpek, tazı ve köpek yavrusu var” dedi. “Ve bütün Fransa’da ise iki buçuk milyondan fazla. Bu hayvanlardan her birisine aşınızdan on dört gün içinde ara vermeden on dört iğne yapılacaksa… bu işler için nereden adam bulacaksınız? Vakti nasıl bulacaksınız? Tavşanları da nereden bulursunuz? Yüz bine yetecek aşıyı yapmak için hasta iliği nereden bulacaksınız?” diye ekledi.
Pasteur’ün aklına, düştüğü zorluktan kurtaracak bir çare geldi: “On dört dozluk aşımızı köpeklere değil, kuduz köpeklerin ısırdığı insanlara yapmalıyız” diye düşündü, “Ne kadar kolay; insan bir köpek tarafından ısırıldıktan sonra hastalık gelişinceye kadar daima haftalar geçiyor. Virüsün ısırılan yerden ta beyne kadar emeklemesi lazım… Bunlar olurken on dört iğnemizi yapar ve onu kurtarırız.”
Pasteur bunu önce bir köpek üzerinde denemek için alelacele Roux ve Chemberland’ı çağırdı. Sağlıklı köpekleri kuduz köpeklerle aynı kafeslere koydular ve kuduzlar normalleri ısırdı. Roux kuduza tutulmuş tavşanlardan alınan tehlikeli nesneyi başka sağlıklı köpeklerin beynine sıktı.
Sonra, kendi hallerine bırakılsa ölmeleri muhakkak olan bu hayvanlara, kuvveti gittikçe artan on dört dozu iğneledi. Bu örneği görülmemiş bir zaferdi. Çünkü bu hayvanların hepsi de mükemmelen, esrarlı bir şekilde, göze görünmeyen katillerin saldırmalarına dayanıp yaşadılar. Şarbon aşısı ile acı bir tecrübe geçirmiş olan Pasteur, Fransa’nın en iyi doktorlarından oluşan bir komisyonun bütün deneylerini kontrol etmesini istedi. Bu tehlikeli deneylerin sonunda komisyon şunu ilan etti: “Bir köpek bir defa kuduzdan ölen bir tavşanın, tedricen kuvvetlenen murdar iliği ile bağışıklık kazanırsa yeryüzünde hiçbir şey ona bu hastalığı bulaştıramaz.”
Ve zafer!
Dünyanın her tarafından, doktorlardan, ölmek üzere olan kuduz köpekler tarafından ısırılmış dehşet içinde kalan baba ve annelerden mektuplar, telgraflar gelmeye başladı. Tehlike içindeki insanlar üzerinde kullanmak için aşısından isteyen telaşlı haberler her taraftan yağıyordu. Hatta Brezilya’nın muhteşem imparatoru bile Pasteur’a yazmıştı.
Pasteur’ün ne kadar kaygılandığını tahmin edebilirsiniz. Bu, aşının biraz daha kuvvetli olduğu zaman birkaç koyunun öldüğü şarbon meselesi gibi değildi. Burada ufak bir sürçme bebeklerin hayatı demekti. Hiçbir mikrop avcısı bundan daha berbat bir bilmece ile yüz yüze gelmemiştir. Pasteur, “köpeklerimin bir tanesi bile aşımdan ölmedi” diye düşündü, “Isırılanların hepsi de bununla mükemmel korundular. İnsanlar üzerinde de aynı etkiyi yapması gerekir. Yapması gerek, fakat…”
Olağanüstü bir keşif yapan bu zavallı araştırıcının bir kere daha uykusu kaçtı. Su için yalvaran, fakat sıkılan boğazları yüzünden içmeyen küçükler, kendi elleriyle öldürdüğü çocuklar, böyle korkunç hayaller karanlıkta gözlerinin önünde dolaşıyordu.
Eski dostu Jules Verçel’e, “Kuduzu kendime aşılayıp sonra sonuçlarını önleyerek kendimle işe başlamayı istiyorum” diye yazdı. Fakat Alsace’taki Meissengott’lu Bayan Meister kaygı içinde gelerek Pasteur’ü bu korkunç karardan kurtardı. Bu kadın, kuduz bir köpeğin on dört yerinden ısırdığı dokuz yaşındaki Joseph’i elinden tutarak bir gün ağlayarak laboratuarına geldi. Çocuk hemen hemen zorla yürüyor, acınacak şekilde inliyordu ve korkmuştu. Kadın ona: “Bay Pasteur, oğlumu kurtarın” diye yalvardı.
Pasteur, kadına akşam saat beşte gelmesini söyledi. Bu arada kendine hayran olan ve laboratuarını ziyaret edip korkunç bir şekilde ısırılmış köpekleri kuduzdan mükemmelen kurtardığını görmüş olan Vulpian ve Grancher adlı iki doktoru görmeye gitti. O akşam birlikte çocuğu görmeye geldiler. Vulpian büyük ve kızarık yaraları görünce Pasteur’ü aşılarına başlamaya teşvik etti. “Başlayın bir şey yapmazsanız ölmesi hemen hemen muhakkak” dedi.
1885 Temmuz’unun altıncı günü akşamı kuduzun zayıflatılmış mikrobunun ilk enjeksiyonu bir insana yapıldı. Bunun arkasından Meister’in oğlu sadece şırınga iğnesinin hafifçe derisine batmasından ibaret olan on dört iğneyi bir biri arkasına hiçbir arıza olmadan yedi. Çocuk Alsace’a döndü ve hastalığın korkunç işaretlerinden hiçbirisi gözükmedi.
Bunun üzerine Pasteur bütün korkularından kurtuldu. Bu tıpkı yıllarca önce Roux’un ilk köpeği, üstadın arzusu hilafına iğnelediği zamana çok benziyordu. Şimdi insanlarla da böyle oldu. Bir kere Meister’in oğlu iyileşince Pasteur bütün dünyaya, herkesi kuduza karşı korumaya hazır olduğunu haykırdı.
‘Kuduz kurt ısırınca artık insanlar ölmeyecek, baba’
Dünyanın ıstırap içindeki ısırılmış insanları Rue d’Ulm’daki mucizenin laboratuarına akmaya başladı. Doktor olmayan ve “ben sadece bir kimyagerim” diyen bu adam bütün hayatı boyunca doktorlarla acı acı dalaşan bu bilim adamı feryatlara yanıt verdi ve onları kurtardı. Kuduzun kısmen zayıflatılmış ve bilinmeyen mikrobunun karışık ve mantıksız on dört dozunu onlara iğneledi ve bu insanları sağlıklı bir halde dünyanın dört köşesine gönderdi.
Rusya Smolensk’ten, on dokuz gün önce kuduz bir kurt tarafından ısırılan on dokuz köylü gelmişti. Bunlardan beşi yürüyemeyecek kadar yaralanmışlardı. Bu kürk kalpaklı garip insanlar: “Pasteur, Pasteur” diyerek geldiler. Fransızca olarak bildikleri tek kelime buydu.
Hücuma uğradıklarından beri çok zaman geçtiği için ölmeleri muhakkak gibi görünen bu Ruslara karşı Paris’te heyecanlı bir ilgi başlamıştı. Pasteur ve asistanları enjeksiyonlarına başlarken şehirde bundan başka bir şeyden söz edilmiyordu. Kuduz kurtların ısırmasından kuduza yakalanmak ihtimali onda sekizdir. Bu on dokuz Rus’tan on beşinin ölmesi muhakkaktı. Herkes: “Belki de hepsi ölecek, ısırılmaları iki haftadan fazla olmuş, zavallılar. Hastalığın başlayışı çok korkunç olmalı. Hiç ümit yok.” diyordu.
Belki de gerçekten çok geç kalınmıştı. Pasteur yemek yiyemiyor ve hiç uyuyamıyordu. Korkunç bir tehlikeyi göze alarak, sabah ve akşam günde iki defa, kendisi ve adamları Rusların kollarını iğnelediler.
Nihayet Pasteur denen bu adam için Parisliler, bütün Fransa ve bütün dünya, iftihar haykırışmaları, şükran nidaları yükselttiler. Çünkü ölüme mahkûm olan köylülerden üçü hariç hepsi kurtulmuştu. Köylüler Rusya’ya döndüler ve başlarından geçeni anlattılar. Rus Çarı, Pasteur’e St. Anne’ın elmaslı haçını ve günümüzde Pasteur Enstitüsü denen mikrop avcıları evinin inşası için yüz bin frank gönderdi. Ardından bütün dünyadan, yeryüzündeki her memleketten laboratuarın inşası için paralar akmaya, milyonlarla franklar birikmeye başladı.
Laboratuar yapılmıştı, fakat Pasteur’ün de işi bitmişti. Bu zafer ona fazla geldi; 1895’te hemen Paris’in dışında, Villeneuve l’Etange’da şimdi kuduz köpekleri muhafaza ettikleri ahırların yakınındaki küçük evde öldü.
Teşekkürler Pasteur!
Fakat meslek hayatının başka bir sonu da var. Bu da 1892’de Pasteur’ün yetmişinci doğum yıldönümüdür. Paris’te Sorbonne’da yapılan bir toplantıda ona bir madalya verilmişti. Çeşitli ülkelerden birçok ünlü insan oradaydı. Bu şöhretlerin gerisinde de Sorbonne’un, kolejlerin ve liselerin öğrencileri oturuyordu. Genç seslerin çıkardığı bir uğultu vardı. Pasteur Fransa cumhurbaşkanının kolunda, topallayarak sıraların arasından ilerlerken birdenbire sessizlik çöktü. Tam o sırada, genellikle binlerce düşmanın boşu boşuna kılıçtan geçirilmesini idare eden bir generali ve bu türden kahramanları selamlamak için yapıldığı gibi, Cumhuriyet Muhafızları Bandosu bir zafer marşı çalmaya koyuldu. Cerrahların şahı Lister yerinden kalktı, Pasteur’ü kucakladı. Aksakallı önemli şahsiyetler, gerideki öğrenciler yaşa sesleri ile binayı sarstılar.
Nihayet ihtiyar mikrop avcısı nutkunu verdi. Sözlerindeki ateşli tartışmacılık kaybolmuştu ve kendi adına oğlunun konuşması gerekmişti. Gençlere, lise öğrencilerine hitap ediyordu:
“Kendinizi yersiz ve verimsiz bir hayata kaptırmayınız. Milletlerin başlarından geçen bazı felaketler cesaretinizi kırmasın. Laboratuar ve kütüphanelerin sükûneti içinde yaşayın. İnsanlığın gelişim ve yararına biraz hizmette bulunmaktan ileri gelen muazzam mutluluğu hissedeceğiniz zaman gelinceye kadar, önce kendinize, ‘bilgimi artırmak için ne yaptım?’ ve yavaş yavaş ilerlerken de ‘memleketim için ne yaptım?’ diye sorun…”