Köyden irice kasabanın aynı zamanda kırtasiye olan gazete bayisine birkaç çizgi romandan başka okunacak şey gelmezdi ama biz sürekli oradaydık. Swing, Teksas, Zagor, Örümcek Adam albümleri yetiyordu başka coğrafyalardaki maceraları merak eden birkaç çocuğu çekmeye. Kitaplarla dolu geçtiğini düşündüğüm çocukluğum boyunca yalnızca sanki yolunu şaşırmış da gelmiş gibi duran Define Adasına Dönüş’ün çocuk okurlar için uyarlanmış kötü bir baskısı geçmişti elime o kırtasiyeden. İlçe kütüphanesi olmasaydı muhtemelen çok daha az kitaplı geçecekti yıllarım.
Satılan kitapla ilk kez sokak tezgâhında karşılaştım. Sanıyorum on yaşımdaydım ve tezgâh Beyazıt Meydanı’nda, Çınaraltı’nda Hüseyin Avni Dede’nindi. Çizgi romanların tuhaf kahramanlarınınkilere benzeyen upuzun saçları ve sakalıyla kendisini hayli fantastik bulmuştum. Daha o zaman saçları bembeyaz olan dedemden oldukça genç ve diri, hareketli görünüşüyle dedeliği de sakalları sayesinde hak etmiş olmalıydı herhalde. Soyadı olabileceğini düşünememiştim. Başındaki kalabalıktan, tezgâhın çevresindekilerin sürekli bir şeyler sormalarından, onun sakince hiçbir soruyu yanıtsız bırakmamasından etkilenmiş olmalıyım ki hâlâ hatırımda. Belki uğramışken eli boş ayrılmamak için kenarda erebileceğim mesafede duran Talip Apaydın’ın Toprağa Basınca’sını alıp uzaklaşmıştık kalabalıktan. Yeni göreve başlayacak öğretmen ablasının tayini Anadolu’da yolu izi belirsiz bir köy okuluna çıkınca ona eşlik etmesi için ilkokulun son sınıfını köyde tamamlamak üzere babası tarafından görevlendirilen Erdal’ın hikâyesi. Şehirli çocuğun Anadolu’nun kırsal sefaleti ile karşılaşmasını kaç kez okuduğumu hatırlamıyorum fakat kitabı aldığım gün dün gibi aklımda. Demek ki kitapçıdan önce sahafı görmüşüm. Yıllar sonra ilk şiir kitabımı da pazarda dolaşırken bir yüksekokul öğrencisinin açtığı sergiden almıştım: Çiçekleri Yemeyin, Özdemir Asaf.
Üniversitede ders çıkışı yalnızsam Maçka’dan Beşiktaş’a yürür, eve dönmek için hiç acele etmeden, önce Kabalcı’ya, sonra pasajda PTT’nin karşısındaki sahafa uğrardım. İlk yılın sonunda annem İstanbul’a gelip odamdaki kitapları görünce biraz sinirlenmişti. Sana verdiğim harçlıklarla kitap mı biriktiriyorsun, demişti. Şaşırmasına hak vermiş, kızmasını yadırgamıştım. Çünkü biriktirmiyor, okuyordum. Okudukça birikiyordu ama öyle bir amaç gütmeden bu iptilayı çok ucuza getirdiğimi düşünerek okuyordum. Haftanın birkaç günü uzun saatler geçirirdik Aslıhan Pasajı’nda. 90’ların sonu 2000’lerin başında İstiklâl Caddesi boydan boya kitapçı gibi görünürdü bize. Hiç bilmediğimiz kitaplarla, adını duymadığımız yazarlarla, eski dergilerin koleksiyonlarıyla, bazen sıkı okurlarla da karşılaşmaların yeriydi kitap dükkânları ve sahaflar. Hafta sonu Taksim’e çıkınca meydana yakın Kelepir’den başlayarak Tünel’e doğru inerken birkaçına sırayla uğrasak günümüzün nasıl geçtiğini anlamaz, sonunda soluğu yine sahaflarda alırdık. Akşam da bir yere oturup o gün aldığımız kitapları karıştırır, ilk bakışta göze çarpan ilginçlikleri birbirimize gösterir, uzun sohbetler ederdik hâlâ “kitapçoksever” olan yakın dostumla.
İşyerim önce Beyoğlu’ndaydı. Yıllardır da Kadıköy’de. Hiç uzak düşmedim kitapçılardan ve kitap raflarından. Kitap denince dükkânıyla, mekânıyla birlikte canlanır gözümde. Bilmediğim bir şehre gittiğimde vaktim varsa işim öncesinde bile kitapçılarını ararım. Olabildiğince uzun sürmesinden keyif aldığım tek alışveriş. Bu nedenle internetten kitap almayacağıma dair yemin etmiş olmasam da yıllardır dostlarımı bıyık altından güldüren katı bir prensibim vardı: Kitabı kitapçıdan alıyordum.
Mart’ta salgın başlarken kitapçıların birkaç haftalığına kapanabileceğini düşünerek Kadıköy’de bir tur yapıp gözüme kestirdiğim kitapları toplamıştım. Daha o zaman tadı kaçmıştı kitapçıların. Endişeli çalışanların kitapçının sessiz, sakin ortamında sık sık ellerine dezenfektan sıkıp ovmaları, sürekli virüsten, hastalıktan bahsetmeleri beni de tedirgin etmişti. Daha önce kitaptan da bulaşabileceğini düşünmemiştim. Neredeyse dokuz aydır ancak birkaç kez girebildim kitapçıya. Kimi önünden geçerken kapalıydı, kimi içeri girerken maskeye ek olarak eldiven takmamı istiyordu. Pek çok öneriye sükûnetle boyun eğsem de kitaba dokunmak için eldiven giyme şartı zoruma gitti. Girmedim. Prensibimi de terk etmek zorunda kaldım. Artık ben de kapağına dokunamadığım, içine bakamadığım, sayfalarını karıştıramadığım, cildini, baskısını inceleyemediğim, yazarının kim olduğunu, çevirmeninin daha önce neler yaptığını internetten öğrendiğim kitapları sepetlere ekleyerek, telefonuma gelen doğrulama kodlarını girerek, sürekli sipariş yoklaması yapıp hangisinin paketlendiğini, hangisinin temin edilemediğini merak ederek günlerce bekliyorum. Salgınla birlikte göze aldığım pek çok sıkıntının, kaygının, talihsizliğin yanına ummadığım kitapçısızlığın da eklenmesi nedeniyle keyifsizim.