Ana Sayfa Bilim Gündemi Suriye’nin vahşi yıkımı ve biliminsanı katliamı

Suriye’nin vahşi yıkımı ve biliminsanı katliamı

49
0
Esad yönetiminin devrilmesinden sonra katledilen Suriyeli iki biliminsanı: Ünlü fizikçi ve astrofizikçi Dr. Shadia Habbal ve tanınmış kimya bilimci Dr. Hamdi İsmail Nada.

Dr. Ahmet Kerim Gültekin

 2015 yılında Rusya’nın doğrudan Suriye savaşına dahil oluşu ve ardından İran’ın, Hizbullah’ın sahada Suriye ordusuyla beraber ABD-İsrail-Türkiye eliyle tepeden tırnağa silahlandırılmış, dünyanın dört bir yanında örgütlenip taşınmış Siyasal İslamcı terör gruplarına karşı savaşa katılması ve Suriye’nin çöküşe ramak kala kurtarılması, başta ezilen dünya anti-emperyalist sosyalist akımları olmak üzere, genel entelektüel çevrelerde “tek kutuplu dünyanın sonu”na gelindiği/yaklaşıldığı şeklinde yorumlanmıştı. Bu kanı, ilerleyen yıllarda, Suriye’de görece bir istikrarın sağlanması, toprakların önemli bir kesiminin İslamcı teröristlerden temizlenmesi, Siyasal İslamcılığın Arap ülkelerindeki kısmi zayıflaması, fakat daha önemlisi NATO bloğunun Ukrayna cephesini açması ve uzak Asya’da Çin ve Kuzey Kore bağlamında ısınan bölgesel gerilimlerle beraber iyice yerleşmişti. Kuşkusuz BRICS’in dünya ekonomisinde ve özellikle Doğu Asya’da artan etkisiyle, bu kanı, gittikçe güç kazanmış ve neredeyse “yeni gerçeklik” olarak yorumlanagelir olmuştu. Ta ki Suriye’nin, elinde, sadece 2012’den beri üzerine salınan ve her türlü askeri, ekonomik destekle eğitilip donatılmış terör gruplarına karşı değil, yaklaşık yarım yüzyıldır İsrail gibi kolektif Batı’nın her açıdan arkasında durduğu nükleer bir haydut devlete karşı savaşlarda pişmiş, deneyimli, teknik olarak donanımlı bir ordu olmasına rağmen, yalnızca bir hafta içerisinde neredeyse tek kurşun atmadan geri çekilip askeri ve sivil bürokrasinin tepeden aşağıya kendini tasfiyesine kadar. Şimdi, öyle anlaşılıyor ki, ezilen dünyadaki emek- ve ezilen-hareketlerine bir nebze nefes aldırabilecek, yeni taktik imkanlar sunabilecek çift kutupluluk hali, henüz Ortadoğu için bir denklem olmaktan uzak.

Yanı sıra, NATO saldırganlığının başladığı 1990’ların başından Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı (MENA region) kapsayan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) hız kazandığı 2000’li yıllarda, Yugoslavya, Irak, Afganistan, Libya ve son olarak Suriye örneklerinde görüldüğü üzere, emperyalizm, yalnızca askeri anlamda önündeki engelleri ortadan kaldırmıyor, aynı zamanda etkileri/sonuçları gelecek kuşakları şekillendirecek yeni tür toplumsal projelere de girişiyor. İşgal ettiği ülkelerdeki tarihsel ve güncel ekonomik, sosyal, etnik, dinsel ve/veya mezhepsel çelişkileri de kullanarak kendisine bağımlı irili ufaklı pek çok yeni aktör de yaratıyor. Bununla beraber, emperyalizmin, işgal altında tuttuğu coğrafyalardaki modernite birikimine de yöneldiği ve bu toplumların ulusçu, kamucu, bağımsızlıkçı, kendi kaynaklarıyla kalkınmacı ideolojik-sosyal birikim ve insan kaynaklarını da bilinçli biçimde hedef aldığı görülüyor.

Bu durumu basit anlamda ideolojik bir saldırı olarak görmemek, bugün itibariyle sonuçlarıyla yüzleştiğimiz ciddi bir toplumsal gerçeklik olarak ele almak ve incelemek gerekiyor. Nitekim, devrimlerin en önemli gücü, insan malzemesidir. Yeni bir toplumsallık, devleti ve toplumu sevk ve idare yeteneği, bağımsız ayakta kalmayı sağlayacak politik kabiliyet, olayları doğru anlama, yorumlama ve öngörme imkânı, gerek devletler ya da örgütler gibi yapılar düzeyinde gerekse toplumsal kolektif akıl ve hissiyat düzleminde, ancak tarihsel sürekliliği sağlanmış/kopuşmamış, kurumsallaşmış, eğitim birikimini aktarma kanallarını kaybetmemiş bir sosyoloji içerisinde filizlenebilir. Ya da toplumlar büyük sorunlarla karşılaşıp çözüm noktasına ya da tercih ayrımına geldiklerinde, önderliği ele alabilecek aktörler -toplumda yeterince kök salabilmişlerse- böylesi bir toplumsal gerçeklikte/dokuda vücuda gelebilir, eğer ki sosyalist bir mehdi ve/veya ulusal bir kahraman göklerden inmeyecekse.

Görüyoruz ki tarihin tekeri, sadece, üretici güçler arasındaki çelişmelerin kırılmasıyla ve daima ileriye doğru dönmüyor. Anlıyoruz ki kapitalizmle birlikte ortaya çıkan burjuva ve proleter ilericilik birikimi, deneyimleri ve insanlığa kazandırdığı/sahiplenilmiş demokratik normlar ve kültürel standartlar yalnızca bir veya iki kuşak içerisinde toplumların sosyolojik örgütlenmesinden, kamusal ilişkilerinden, ortak aklından, aidiyet bilincinden, duygularından silinebiliyor ve yerini emperyalizme en bağımlı, en gerici, en yıkıcı odaklara kolaylıkla bırakabiliyor. Kimi yazarların ve akademisyenlerin tespit ettiği üzere yeni bir tür orta çağ (new-feudalism) durumu karşımıza çıkıyor. Bu önemli konunun, yeni sürecin taşıdığı güncel mücadele imkanlarının, kısıtlılıklarının ve de gerekliliklerinin ciddiyetle değerlendirilmesi gerekiyor.

Uluslararası İslamcı terörün örgütlenmesi
Alâeddin Şenel’in, insanlığın kültürel evriminde, “ikinci büyük toplumsal işbölümü” olarak tanımladığı, göçebe-çoban toplumlarla yerleşik-çiftçi toplumlar arasındaki çatışma ve işbirliği dinamikleriyle şekillenen yeni toplumsal ilişkiler, insanın toplumsal örgütlenişi tarihinde yeni siyaset ve yönetim biçimlerinin ortaya çıkışı bakımından da devrimsel bir dönüm noktasıdır. Göçebe-çoban toplumlar, zamanla, sürekli yağma yaparak hem ürünü hem kaynakları sürekli kurutmak yerine, yerleşiklerin üstüne çöreklenerek, başka deyişle “fethederek”, daha sürdürülebilir yönetim modellerini zamanla keşfetmiş ve geliştirmişlerdir. Böylece, bildiğimiz anlamda “devlet”, bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak hayat bulmuştur.

Geride kalan beş bin yılda, özellikle son yüzyıllardaki sömürgecilik dönemi ve modern tarihte, işgalcilerin insan-, doğal-kaynaklar ve piyasa-pazar ilişkilerini yok etmek, işlevsizleştirmek yerinde, kendilerine iş birliğine en yatkın aktörleri seçerek, bir anlamda işgal edilen toplumu/kültürü “ayıklayarak”, çıkarlarının uzun vadeli güveliği ve verimi açısından çeşitli toplum mühendisliği projelerini tercih ettiğini görüyoruz. Soykırımlar, kitle katliamları, toplu-zorla-göç ettirmeler, demografik dönüştürme, toplumun ekonomik, sosyal-hiyerarşik, etnik-dinsel vb. kimliksel ayrıştırılması ve/veya halihazırda bu dinamiklerle var olan çeliklilerin kendileriyle işbirliğine en yatkın grupların öne çıkarılmasıyla yeniden düzenlenmesi vb. birçok deneyim, yakın insanlık tarihinde de sıklıkla görülebilir ve sayfalar dolusu örneklenebilir.

Nazi Almanya’sı, 85 yıl evvel tüm Avrupa’yı ve Kuzey Afrika’yı işgal ettiğinde, yaptığı ilk işler arasında komünist, sosyal demokrat ve milliyetçi ya da dinci muhalif grupların amansız yok edilmesi, hızla en sağcı paramiliter grupların örgütlenmesi, işgal edilen ülkelerde yönetime işbirlikçi-gerici kesimlerin getirilmesi olmuştur. Bugünkü Ukrayna’da “kurtarıcı” olarak karşılanan Naziler, Stepan Bandera’nın başını çektiği aşırı sağ milliyetçiliği iktidara getirerek Yahudi ve Rus katliamlarını yerel taşeronlarıyla icra etmiştir. Bugün de NATO, Rusya’yla yürüttüğü konvansiyonel savaşta, Ukrayna siperlerini dolduracak “gönüllü” cesetleri işte bu tarihsel-toplumsal bellekten, deneyimlerden ve siyasetten süzerek devşirmektedir. Tamamen ABD ve kolektif Batı çıkarları için Rusya üzerine sürülen yüzbinleri ve de paralı askerleri, başarı şansı düşük bir yıpratma savaşında can vermeye “ikna” eden şey, ideolojik hazırlık olduğu kadar, topluma kuşaklar boyunca işlenmiş yanlış bilinç haliyle de gerçeklik kazanmaktadır.

BOP ve Ortadoğu özelinde ise bu ideolojik tahkimatın “Siyasal İslam” aracılığıyla somutlandığını ve uygulayıcılarının ise 1960’lardan itibaren ABD-İsrail ve NATO üzerinden örgütlenen, desteklenen, büyütülen İslamcı aşırıcı (Vahabi) grupların ve yüzyılımıza özgü yeni bir olgu olarak uluslararası-İslamcı-cihatçı çetelerin oluşturduğunu görüyoruz.  Yeni iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle ve insan sosyolojisinin (bir bütün olarak sosyal ilişkilerin ve sosyal benlik bilincinin, tutum ve davranışlarının) “sosyal medya” aracılığıyla son çeyrek asırdaki hızlı dönüşümünün ve kapitalist/mafyatik sermaye kadar kitlesel insan hareketliliğinin de küresel boyutlar kazanmasının, belirli ideolojik formasyonlarla oluşturulan grupların küresel ölçeklerde de örgütlenebilmelerine olanak tanıdığını anlıyoruz. Bu çerçevede, bu tür grupların insan kaynaklarının kontrolünde yine geleneksel/tarihsel çelişmelerin yer aldığı düşünülebilse de artık tespit edilmesi gereken başka bir dinamiğin, örneğin, 1990’ların ortasından itibaren -geçici ABD işgali ve Kabil’de bile hayat bulamayan “normalleşme deneyimi” hariç- Taliban kontrolü altında yetişen iki kuşağın (yaklaşık yarım asrın) ürettiği yeni bir insan modelinin rolünü de tespit etmek gerekiyor. Afganistan örneği koşulları daha farklı olsa da 1960’lardan itibaren Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da mezhep, kabile/aşiret gibi pre-modern dinamiklerin güçlü kalıntıları üzerinden örgütlenen (Sünni) Siyasal İslamcılığın geride kalan yarım asrı aşkın sürede yaratmayı başardığı insan profili, bugün hem bu tarz işgallerin yıkıcı gücünü hem Türkiye gibi ülkelerde “siyaset” gücünü ve toplumsal tabanını oluşturuyor.

Şurası da oldukça aşikâr ki yakın gelecekte, henüz bütün dinamikleriyle devşirilememiş Türkiye’de, bu toplumsal kesim (-ki buna on küsür milyonluk bir dışarıdan ekleme yapıldığının altı çizilmelidir) ve geri kalan her türden kesim ve grup arasında halihazırda süregiden örtülü gerilimlerin, ayrışmaların açık çatışmalara dönüşme potansiyeli artık çok daha belirgin biçimde vardır. Bunun da bizzat iktidar ve medya aparatları eliyle inşa edilen “Siyasal Alevilik” söylem ve kurgularıyla zemin hazırlanarak (kuvvetle muhtemel) Alevileri hedef alacak provokasyonlarla görünürlük kazanacağı düşünülebilir. Sadece son bir haftada Türkiye’deki X’de (ya da X uygulamasında) yayımlanan Alevi-karşıtı içerikleri incelemek bile fikir verici olabilir.

Gelinen noktada, 1990’larla birlikte başlayıp inişli çıkışlı biçimde devam eden açık savaş koşullarında, Arap dünyasının, kolu kanadı kırık olsa da ilerici, modern, seküler, toplumcu deneyimlerinin son kalesi Suriye, ABD-İsrail’in açık desteği ve kontrolü altındaki İslamcı grupların eliyle mağlup edilmiş durumdadır. Kuşkusuz Arap dünyasının ilerici, devrimci birikimi bir anda ortadan kaybolmayacaktır, ancak, güdük de olsa demokratik devrim tecrübesi edinmiş Türkiye gibi geriye kalan son direnç alanlarından çok güçlü bir sahiplenme ve dayanışma ortamı, bu çevrelerin toparlanmalarında ve yine ancak bölgesel politik aktörlerle eş güdümle ortak bir kurtuluş savaşı vermelerinde hayati öneme sahip olacaktır. Bu noktada Türkiyeli sosyalistlere ciddi görevler düşmektedir.

Toplumun ilerici birikiminin bilinçli yok edilmesi
Suriye-devlet ve -askeri bürokrasisinin ihanetiyle zafer kazanan ABD-İsrail-Türkiye ve cihatçı terör aparatları henüz bir haftadır iş başındadır. Bu sürede Suriye’nin maruz kaldığı olaylar, en başta Türkiyeli sosyalistlerin ve daha geniş planda Türkiyeli muhalefetin, genel olarak da ezilen dünyanın, çok ciddi dersler çıkarmasını gerektiren gelişmelere sahne olmaktadır. (1) İsrail, yarım yüzyıldır arkasındaki tüm desteğe, Filistin halkı üzerindeki tüm şımarık, pervasız, katliamcı gücüne rağmen devirmeyi başaramadığı bir devlet gücünden geri kalan askeri malzemeler ve altyapı üzerinde zevkten kudurmuşçasına tepinmektedir. Suriye devletinden geriye kalan tüm askeri altyapı, teknik ve teçhizat yok edilmiştir. Artık İsrail ve ABD, Ortadoğu hava sahasında neredeyse rakipsizdir. Dahası, İsrail, Suriye güneyini ve buradaki çok stratejik yükseltileri derhal işgal etmiştir ve aşikardır ki bir daha ancak yine bir devlet gücüyle ve kuvvetle muhtemel konvansiyonel bir savaşla ancak sökülüp atılabilecektir. (2) ABD, Suriye’nin doğusunda bir Kürt devleti projesini artık garantiye almıştır. Şimdiki konu, bu devletin sınırları ve yine ABD-İsrail ortak harekât planı içinde ne tür işlevler üstlenebileceğidir. (3) Laik, toplumcu Suriye’de, tüm sorunlara ve eksikliklere rağmen, bir yurttaş olarak yaşayabilen Aleviler, Hristiyanlar, Dürziler, seküler toplumsal yaşamdan yana kesimler vb. gruplar uluslararası İslamcı cihatçı terörün kitle-kırımı altındadır ve şimdiden katliamlar yaşanmakta, bu nüfusun önemli bir kesimi hareketlenerek Lazkiye-Tartus hattına (Alevi Dağlarının ardına) çekilmeye çalışmakta, sığınacak güvenli yerler aramaktadır.

Bu hercümercin, kaosun ortasında ise son derece dikkat çekici bir başka realite daha vardır. O da İslamcı terör eliyle ve/veya doğrudan İsrail gizli servisi eliyle katledilen, yurdunu terk etmemiş, Suriyeli biliminsanlarıdır.

Yukarıdaki manzara, günümüz emperyalizminin, işgal ettiği alanları mümkün olduğunca bölme, ayrıştırma; bu yeni parçalı sahada kendisine yakın ya da doğrudan bağımlı grupları iş başına getirme; ganimetin bir bölümünü bu gruplarla paylaşma ve onlar içinse eski toplumsal yapıyı ayıklama ve (sosyolojik, kültürel) birikimini yok ederek alan açma ve yerine ülkenin tarihsel birikimine ideolojik olarak düşman, yıkıcı güçleri hâkim kılma stratejisini hayata geçirdiğini gösteriyor. Peki Batı emperyalizmi neden ortalama modern kültürel standartlara dahi düşman kesimleri iş başına getirmeyi ve sahayı bir tür taş devrine dönüştürmeyi hedefliyor? Buradan ne fayda elde ediyor?

21. yüzyıl teknolojisinin baş döndüren gelişme hızı, henüz daha emperyalist-kapitalist dönemde yaşayan insanlığın kaderini çizen emperyalist savaşlar, ekonomik krizler döngüsünde hem ayakta kalabilmek hem rekabet edebilmek için son derece stratejik bir önem taşıyor. Hızla ilerleyen teknolojik yenilikleri takip edebilmek ve kendini savunabilecek silahlar geliştirmek, kendine yeterli enerji kaynakları kurmak ve korumak, ekonomik bağlamda dışa bağımlı olmamak ve pazar rekabetini sürdürebilmek gibi hayati başlıklarla doğrudan ilişkili. Tam da bu nedenle “istikrarsızlaştırılan” hedef ülkelerin biliminsanları için özel destek programları ve fonları oluşturuluyor. Daha ileri noktada ise direnişin parçası olmayı tercih eden, her şeye rağmen yurdunda kalıp teknik mücadelede rol alan ve özellikle başarılı deneylerle ilerleme kaydeden biliminsanları suikastlarla katlediliyor. Son bir haftada Şam’da evinde öldürülen biliminsanlarına neredeyse her gün yeni bir isim ekleniyor. Tanınmış kimya bilimci Dr. Hamdi İsmail Nada geçtiğimiz salı günü evinde katledildi. Yine aynı günlerde Suriye’de önde gelen biliminsanlarından mikrobiyolog Dr. Zahra Al-Homsi’nin evinde öldürülmesinin ardından uluslararası alanda tanınan, “Güneşin Hanımefendisi” veya “Fiziğin İncisi” olarak da bilinen ünlü fizikçi ve astrofizikçi Dr. Shadia Habbal, eşiyle birlikte Şam’da suikasta uğrayarak hayatını kaybetti. Mevcut kaotik ortamda her ne kadar teyide muhtaç bilgiler geliyorsa da daha onlarca Suriyeli biliminsanının ve mühendisin açıkça hedef alındığı görülmektedir. Emperyalist saldırganlığın neden olduğu savaşların hızla ilerleyen teknolojiyle yakın ilişkisi ve doğa bilimleri alanındaki biliminsanlarının doğrudan bu cephenin en kritik unsurları oluşu, başka örneklerde de görülebilir: son 24 saat içinde Moskova yakınlarında üst düzey Rus seyir füzesi mühendisi Mikhail Shatsky’nin silahlı saldırıyla öldürülmesi, Ukrayna istihbaratının işi olarak yorumlandı.

Bu çerçevede, sosyal bilim alanı ve sosyal bilimciler, işin ideolojik cephesindeki çarpışmalarda karşımıza çıkan aktörler oluyorlar. Emperyalizmin uygun gördüğü tarih ve toplum anlatıları ile alternatif, bağımsızlıkçı toplum, siyaset, ekonomi, kültür çalışmaları arasındaki mücadele, bir toplumun ortak duygu ve düşünce dünyasını, ortak aidiyetlerini ve hissiyatını güçlendirmede yahut zayıflatmada önemli roller oynuyor. Dolayısıyla akademi ve akademisyenin üretimi, emperyalizm ve ezilen dünya ile ezenler ve emekçiler, ezilen halklar arasındaki savaşta en önemli ideolojik cephaneyi sağlayan güç haine geliyor.

Burada, emperyalizm, sadece rakiplerinin stratejik kaynaklarını yok ederek üstünlük elde etmeye çalışmıyor, aynı zamanda yetişmiş insan gücüne de saldırarak, o toplumun yeniden kendisine rakip ya da engel olabilecek, bağımsızlık dayanaklarını da ortadan kaldırmak istiyor. Fonlarla ve çeşitli yollarla Avrupa’ya, Kuzey Amerika’ya çekemediklerini, kendileştiremediklerini işsizliğe iterek veya yerinde yok ederek, toplumsal belleğin, birikimin en eğitimli, donanımlı, nitelikli temsilcilerini barındıran akademi dünyasını hedefe koyarak yağma ve yıkım saldırılarını devam ettiriyor. Bu sebeple, akademiye ve temsil ettiği bilimsel alana, aydınlanmaya, ilerlemeye, modern kültürel standartlara, akılcılığa karşı en gerici, en yıkıcı yerden, İslamcı terörden saldırıya geçiyor. Bugünün Türkiye üniversitelerindeki “Bilimsel Yaratılış Kongresi” gibi organizasyonlar ile Turan Dursun, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu suikastları ve Şam’da evinde öldürülen biliminsanları arasında yalnızca çok ince bir çizgi bulunuyor.

Büyük insanlığın mirası, Prof. Halid el-Esad’ın cesareti
82 yaşındaki dünyaca tanınan antik eserler uzmanı arkeolog Halid el-Esad yaklaşık 10 yıl önce, Palmira kenti (ABD-İsrail ve işbirlikçilerinin ürünü olan) İslam Devleti (İŞİD) eline düşmek üzereyken, ömrünün 50 yılından fazlasını verdiği çalışmalarını, değerli eserleri yağmacı katiller sürüsünden sakladı ve şehri terk etmeyi reddetti. Irak’ta Musul’daki müzelerde yaşananlar ve İŞİD’in insanlığın ilk uygarlık deneyimin yaşandığı topraklarda asla paha biçilemeyecek eserlere, insanlık mirasına karşı giriştiği kültür-kırıma karşı el-Esad hayatıyla ödeyeceği bir direniş gösterdi. Profesörün başı ve bedeni günlerce şehrin farklı yerlerinde asılı kaldı.

Hayatını Palmira’ya adayan arkeolog Halid Esad, 10 yıl önce Palmira antik kentinde IŞİD tarafından öldürülmüştü.

İnsanlık tarihinin devletli ve sınıflı kısmı, türümüzün ortaya çıkışıyla bile kıyaslandığında henüz daha çok yeni. 5 bin yıllık bu kısa zamanda savaşlar, katliamlar, kitle-kırımlar, uygarlıkların çöküşleri, karanlık çağlar, sosyalizmden geri dönüşler vb. gibi hikâyenin önemlice kısmını örten ve insanı umutsuzluğa sürükleyen gelişmeler kadar, hiç beklenmedik anlarda ortaya çıkan ulusal ve sosyal kurtuluş devrimleri, aydınlanmalar ve ilerlemeler de mevcut. Hiçbiri büyük bedeller ödenmeden kazanılmadı. Fakat hepsinde “bilinç” ve birikimli, eğitimli öncüler ve onunla kucaklaşmaya aklen ve ruhen hazır kitlelerin varlığı belirleyici oldu. Emperyalizme ve ideolojik aygıtlarına karşı bilimi ve aydınlanmayı savunmak, ötesinde bilimcinin kendisinin bu tarih içindeki rolünü idrak edip bilince çıkarması ve ona göre bilimsel bilgi üretimini ve eylemini gerçekleştirmesi, bugün Lazkiye-Tartus dağlarına çekilen Suriye direnişi kadar hayati ve gereklidir.