“Bulutların çarpışmasından şimşek ve yıldırım doğar, bilginlerin tartışmasındansa gerçek çıkar” diye bir deyim var.
Kenneth Miller’ın ve Alâeddin Şenel hocanın makalelerini okudum. Biz okuyucular, böylesi tartışmalardan birçok şey öğreniriz. Aydınlanmamış birçok şeyin bilim öncülüğünde, bilim insanlarının fedakarlığı ve çabaları sonucunda aydınlanacağından kuşku duymayız.
Sorun bilimsel tartışma olunca, çelişkilerin olması doğaldır. “Biz de çelişkilerimizle bu tartışmaya katkı koyabilir miyiz” düşüncesinden hareketle bazı hususlara dikkat çekmek istiyorum.
Bilim ile din arasındaki kavgayı özetleyen bir metafor vardır: “Bilim ile din arasındaki kavga; kaplan ile köpekbalığı arasındaki kavgaya benzer. Bu hayvanların ikisi de kendi yaşam ortamlarında oldukça güçlüdür. Fakat biri diğerinin alanına girmeye kalktığında kaybetmeye mahkûmdur. Tarih boyunca birçok kez bazen köpekbalığı karaya çıkarak kaplana saldırmaya çalışır ve her seferinde kaybeder. Çünkü köpekbalığı karada yaşayamaz. Zaman zaman ise kaplan yüzmeye heveslenip suya dalar ve köpekbalığına saldırmaya çalışır ve o da kaybeder.”
Bu örnekten devam edersek; köpekbalığı ve kaplanı uzlaştırmamız mümkün müdür? Doğaları gereği bu mümkün görünmüyor. O zaman ne yapmalı? Kesinlikle birinin diğerine üstün gelmesi gerekiyorsa: ya denizi kurutmalı ya da ormanı yok etmeli… Başka herhangi bir seçenek yok!
Bilim ile din arasındaki tartışmaları, Tanrının var olduğu ya da var olmadığı ekseninde yürütmek; iktidar zihniyetinin tam da istediği şeydir. Bu durum toplumu kutuplaşmaya götürdüğü gibi bir kısır döngü içinde ya ak ya kara mantığına saplanmış bir durum olacaktır ki bu bilimi esas amacından alıkoymaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Bilimin, Tanrı kavramını kaba retçi bir yaklaşımdan ziyade sosyolojik bir yaklaşımla ele almasının daha bilimsel sonuçlar doğuracağı kanısındayım. Bilimin amacı bilmekse, bilmek yaşama ilişkin farkındalıklardır. Bilinen şey; farkına varılan şeydir.
Sermaye ve iktidar aygıtları ne kadar çoğalmışsa, bilimleri de o denli parçalara ayırmışlardır. Oysa tarihte iyice gözlenen ve bilinen bir husus; tüm eski toplumlarda bilim bir bütün olduğu, temsilcilerinin kutsal sayıldığıdır. Bugün bilimin sermayeleşmesi ve iktidarlaşma süreci, toplumun da yabancılaşma süreci olmuştur. Ne kadar doğa ve toplum kaynağı varsa, o kadar bilim bölümü türetilmiştir. Tek başına bu gerçeklik bile bilim-sermaye-iktidar iç içeliğini kanıtlamaya yeterlidir.
Tartışılması gereken şey, bilimin esas hakikat arayışından ne kadar uzaklaştığını görmek ve doğru bir yöntemle insansal alana yöneltme sorunudur. Günümüzde bilim denilince ilk akla gelen: “Ne kadar para getirir?” sorusudur. Oysa toplumun bilimden beklediği; kendi temel kaygılarına yanıt vermesidir. Kuşkusuz bireysel ve bazı kurumsal çabalar var. Bunlar çok anlamlı ama bilim gibi güçlü bir alan bireylere, ufak bir kesimin sırtına yüklenilmeyecek önemdedir.
Nükleer silahlar başta olmak üzere, her tür yıkım silahlarının ve çevreyi tahrip eden gelişmelerin bilim merkezlerinden kaynaklandığı bilinen bir gerçekliktir. Günümüzde en önemli ve acil olan şey, bilimin toplumsal yaşama dikkat kesilmesini sağlamaktır. Tanrının varlığı-yokluğu sorununun da bu alan içinde anlam ya da anlamsızlık olarak ifadesini bulacağını düşünüyorum. Bizim sorunumuz öncelikle tanrının varlığıyla ilgili değil.
Bilime gönül vermişsek ve bilim sevdalısıysak yapılması gereken bilimi; doğru, özgün ve anlamlı yaşamaya yönelik bir işlevselliğe kavuşturmaktır. Bilimi iktidar denetiminden çıkarıp kendi alanında özgün olmasını sağlamaktır.
Birinci doğaya (fizik, kimya, biyoloji, astronomi alanlarında) ilişkin başarılar küçümsenmeyecek düzeyde gelişmiş durumda fakat ikinci doğa olan topluma ilişkin bilimsel, felsefi, sanatsal ve ahlaksal yaklaşımlar için aynı tespiti yapabilir miyiz? Sorunun tümünü bilime, bilim adamlarına yüklemek doğru olmaz. En az bilimciler kadar, entelektüel kesimin de bu konuda sorumlulukları vardır. Tabi ki büyük anlamlı açıklamalar (manifestolar), bilimsel disiplinler, felsefi ekoller, sanatsal eğilimler ve etik öğretiler geliştirdiler. Fakat toplumun ahlaki ve politik karakterini koruyacak düzeyde başarılı oldular diyebilir miyiz?
Özellikle toplumsal bilimler ve doğa bilimlerinin toplumsal nitelikte olmaları gerektiğine inanıyoruz.
Sorunun kaynağını nerede aramalıyız? Öncelikle Bacon’la Descartes’le başlayan nesne-özne ayrımları, tüm bilimlere taşınmış oldu. Bilimde nesnel olma övülür oysa en temel felaketin kapısı; nesnellik-öznellik ayrımının keskinleşmesiyle açıldı. Örneğin tamamen nesne olan fizik doğasını esas alan fizik bilimi, doğa üzerinde sınırsız deneyim ve tasarrufta bulunma özgürlüğüne sahip olduğuna inanır. Nükleer deneyimden her türlü oto dinamikleri harekete geçirmeye kadar kendini özgür sayar. Bunu yaparken herhangi bir ahlaki endişe duymaz. Sonuçta bu atom bombasına kadar gider.
Sonuç olarak sınırsız bir evren içinde, devasa sorunlar karşısında özgür ve anlamlı yaşamın umudu olan bilim ile insanların hafızasında yer edinmiş, uzun süredir varlığını kurmuş bir inanç olarak var olan dinin kavgasını: Tanrının varlık-yokluk sorununa boğmak bana pek anlamlı gelmiyor.
“Tanrı’ya inanıyor musunuz?”sorusu hep bir kördüğüm gibi gelir. Bu soru ne bilimsel bir soru ne de dinsel bir gereklilik. Tuzak bir soru olduğunu düşünüyorum.