Sait Faik yoğun insan sevgisiyle örülmüş öyküler yazdı. Öykülerinde kimi zaman insanın güldürücü yanlarını da yakalayıp okuyucuya verdi. Zaman zaman öykülerinde yaşamdaki yalnızlıkları duyurdu. Havada Bulut’da Yorgiya’nın Mahallesi’nde “Her yerde belki yaşamadan yaşadım” diyerek bunu yansıtır. Toplumsal sıkıntılarla ilgili kaygısını da çokça dile getirdi. Zaman zaman aşırı belirlemeler gibi görünse de hep insanlığın bugününün ve geleceğinin tedirginliğini yaşadı. Son Kuşlar kitabının aynı adlı öyküsündeki şu cümle belki de en iyi biçimde onun insanlıkla ilgili kaygılarını yansıtıyordu: “Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi.”
Ali Timuçin
Sait Faik (1906-1954) insana yönelik özgün bakışıyla edebiyatımızın en önemli yazarlarından biri oldu. O daha çok halk insanlarını, halkın içinden gelen sıradan insanı konu edinmiştir. Kendisi de o sıradan insanların arasına karışmış ya da uzaktan onları gözlemlemiş, sonra onları öykülerine konu etmiştir. Röportajlarından birinde ona kibar kesime neden yapıtlarında yer vermediği sorulmuştur. Bu soruya şöyle yanıt vermiştir: “Kibar zümreyi hiç sevmem de ondan. Bana öyle gelir ki, onlar yaşamaktan hiç zevk almazlar. Yaşamaktan zevk alanları severim ben. Yaşamalı bu dünyada…” (1) Belli ki üst kesim insanını yapmacıklı ve insandan kopuk bulur. Zor koşullardaki sıradan insanın yaşama savaşını daha Semaver (1936) adlı ilk öykü kitabının ilk öyküsü olan Semaver’de verir. Semaver anneyle oğlun aile sıcaklığının simgesidir. Sait Faik öyküsünde bu ana oğlun yakınlığını şöyle yansıtır: “Anasının çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı? Yemek odasına kucak kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver, ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.” (2) Sait Faik öykülerinin gerçekçiliği bir liriklikte anlatımını bulur. Daha ilk öyküsünde Sait Faik belli bir şiirselliğe ulaşmıştır. Özellikle bir öyküde bir cümleyi zaman zaman yinelemesi öyküyü daha çarpıcı kılar. O bu anlatım özelliğini kimi öykülerinde sürdürmüştür. Canalıcı cümleleri yineleyerek yapıtı etkili kılmaya çalışır. Bu anlatım öykülerine şiirsellik de katar. Ayrıca biraz özensiz denilebilecek yazışının da getirdiği bir şiirselliği vardır.
Teması esas olarak insan
Yeniden Semaver öyküsüne dönersek burada Ali’nin annesiyle olan mutluluk tablosu annenin ölümüyle bozulur. Ali annesinin ölümü karşısındaki çaresizliği içinde kendisini bir an önce yaşlı buluvermek ister. Değişik bir ruh durumuyla bir süre sonra ölümü olağan karşılar. Ölünün yanında kalınca onun çok da korkulacak bir şey olmadığını görür. Sait Faik ölümün sıradan bir olgu olduğunu Semaver’deki Bir Kıyının Dört Hikayesi’nin dördüncüsü olan Ve Ölü’de verir: “Bir lahza, ölünün yanımızda olduğunu düşündüm. Hepimiz, sırtımızda ve elbisemizin altında, gözlerimizin içinde bir müstakbel ölü gezdirmiyor muyduk? Bir zaman için kendi ölüsünü görebilecek, seyredebilecek bir yaradılışta olsaydı da bu ölü kalkıp ölüsüne baksaydı, herkes gibi sararacak ve etrafındakilere: – Bugün yemek yiyemeyeceğim, diyecekti.” (3) Yazar öyküsünde bir balıkçının ölümünden giderek ölümün doğal bir şey olduğunu böyle ortaya koyuyor. Semaver’de dediği gibi “Ölüm bildiğimiz kadar korkunç bir şey değildi. Yalnız biraz soğuktu o kadar…” (4)
Sait Faik’in sanatında tema ölüm olsun başka bir şey olsun ilgilenilen, üstünde düşünülen gerçekte insandır. Yazar zaman zaman doğadaki canlıların tanıtlamalarına yer verse de genelde insanı gözlemleyerek yapıtlarını oluşturur. Bir Kıyının Dört Hikayesi’nin Kediler’inde şöyle der: “Rıhtımın kenarında mehtaplı denize gözlerini dikmiş kediyi görmüştüm. Fakat kediden çok insanlara baktığım için, bir zayıf kedinin denizin mehtaplı suratında ne düşündüğü ile alakadar değildim.” (5) Başka canlılar onun yapıtlarında doğal düzenin bir parçası olarak geçseler da temel konu insandır. Doğanın döngüsü yeri gelir insanın emekle yaşama kattıklarıyla, yeri gelir tembellikleriyle anlamlı kılınır. Ancak sonuçta doğa insan için vardır. Sait Faik Sarnıç’da (1939) Kalorifer ve Bahar öyküsünde mevsimlerle insanın bağını şöyle anlatır: “Kış güzel şeydir. Tabiat yemişleri, mahsulleri, kuşları ve arılarıyla insanların saadeti için çalıştığı gün mevsimler ne güzeldir! Çalışan bir insan için kış bir ılık su, yaz bir serin vantilatördür. Kış saadetimizi tamamlamak için geliyor. Bahar aşkımızı tazelemek için. Yaz, damarlarımızdaki çalışma arzusuna biraz tembellik, güneş ve kudret doldurmak için. Tabiat çırılçıplak, hatta zelzelesi, fırtınasıyla bile güzel, özlenir bir şey. Bizi kucaklamak, bizi avutmak, bizi çalıştırmak, bize öğretmek için neler yapmaz. O artık bir sır değildir. Bize bir saadeti bağıran, bizi yaşamaya çağıran bir bütündür.” (6)
İnsanın en fenasında bile iyi tarafı bulmak…
Sait Faik ayrıca yaşamın içinden ve çeşitli mesleklerden insanları olumlu olumsuz yanlarıyla öykülerine konu edindi. Örneğin bir ada halkını anlattığı Birtakım İnsanlar (1944) romanında bakkal Karamanlı şöyle ortaya konur: “‘Para insanı ahlaksız ediyor. Karnı doyunca insanın kötü huyları da meydana çıkıyor.’ der bakkal Karamanlı. Bunu tecrübe ile öğrenmiştir. Bunda bir hakikat vardır ama bu hakikati herkes kendine göre tefsir eder. Karamanlının yüz paralık buzu, yirmi beşe, hastalara sattığı çok olmuştu. Ama buna hırsızlık denmez, açıkgözlülük denirdi.” (7) Bakkal Karamanlı mesleğinin inceliklerine çok da ahlaklı olmayan bir anlayış katmış gibidir. Sait Faik sıradan insanın acımasızlığını anlatırken de görüldüğü gibi abartılı bir aşağılamaya girmeden alaycı bir dil kullanır. Yine romanın başkahramanlarından Fahri’lerin evinin hizmetçisinin tipini çizerken hizmetçinin kişiliğiyle mesleği iç içe geçmiş gibidir. Yazar hizmetçiyi şöyle tanıtlar: “Fakat bileklerinden aşağısı birtakım başkaları hesabına yapılmış fedakarlıkların; çocuk bezlerinin, milyonla kirli tabağın hatırasını taşıyor, her hali eve her gelen erkek misafire acımak, iğrenmek, hoşlanmak hislerini birden ihtiva eden birtakım arzu, arzusuzluklar veriyordu.” (8) Burada kişi zayıflıkları ve mesleğinin incelikleriyle birlikte verilir. Yazar başka meslekten bir kişiyi berber Dimitro’yu anlatırken de iyi berberi tanıtlar. Yan kahramanlardan Ali Rıza kızı Melek’i yanında yetişmesi için Dimitro’nun yanına verip meslekte gelişmesini düşünür. Bu sırada Sait Faik usta berberi şu tanıtlamayla ortaya kor: “Yalnız olgun berberlerde düşünmekle makas şıkırdatması arasında bir müvazene vardır. Kötü berber düşünürken ya makas elinde donakalır; yahut da makas ahenksiz şıkırdar. Çok iyi berber ise hem kafasına hem eline hakim olandır. Düşüncenin sür’ati ile, haleti ruhiye ile makasın ahengi bozulmamalıdır. Diyebiliriz ki, bir telgrafçı tıkırdı ile nasıl anlarsa, bir berber de öylece makas şıkırtısından birtakım manalar çıkarabilir.” (9) Romanda tam olarak Dimitro’nun böyle bir berber olup olmadığı ortaya konmaz. Ancak Melek kısa sürede meslekte ilerleyip kendi dükkanını açacaktır ve mesleğinde başarılı olacaktır. Yaşamındaki bu gelişme Melek’i çok da doyuracak değildir. Memleketinde tifoya yakalandıktan sonra adaya dinlenmeye gelen Fahri’yle aşklarının tam başladığı sırada Fahri’nin ölümüyle bu aşkın sona ermesi onu başka arayışlara iter. İzini kaybettirir, çocuğu olduğu duyulur. Romandaki güçlü ve yerine göre özverili bir kadın zamanla yaşamdan kaçan biri durumuna gelecektir.
Sait Faik olumsuz özellikler gösteren kişileri zaman zaman anlatsa da daha çok olumlu özellikler gösteren insana yakın durur. Her insanda iyi bir yan görmek ister. Örneğin romanın başkahramanlarından Ali Rıza’nın evlatlığı Hikmet’in çalıştığı motorun sahibi şöyle yansıtılır: “Motorun sahibi sarhoş herifin biridir. Biridir ama sevilmeğe layıktır. İnsanın en fenasında bir iyi tarafın bulunduğunu biliyoruz. Biz o iyi tarafı bulmağa, ondan istifade etmeğe mahkumuz, mecburuz.” (10) İnsanın olumsuz özelliklerini görsek de insana güvenmek zorundayız. Yazar böyle söylese de Hikmet bu balıkçı motorunu bırakıp ıssız bir adada bekçilik işine girer. Bundan önce Sait Faik’in Hikmet’in çocukluğuyla ilgili bir anıyı verdiği bir bölüm dikkat çekicidir. Hikmet çocukluğunun safça ama içten yakınlıklarına özlem duyar. Gelecekte kurmaya çalışacağı arkadaşlıklar ona çok da iyilikler getirecek değildir. Hikmet’in anısı arkadaşlarıyla Kaşıkadası’na yolculuklarıyla ilgilidir. Yazar romandaki bu anıyı aslına yakın biçimde Şahmerdan (1940) kitabında Kaşıkadası’nda öyküsünde de verir. Yalnızca birkaç yerde küçük sözcük değişiklikleri vardır. Paragraf başları değiştirilmiştir. Aslında bu bölümde önemli olan zamanla insanın eski değerlerini yitirmesi ve geçmişteki saflığını, iyiliğini, bir ölçüde masumiyetini yitirmesidir. Hikmet daha sonradan arkadaşı Odisiya’yla karşılaştığında değişik bir ruh durumu yaşar. Hikmet romanda Odisiya’yı şöyle gösterir: “Yüz; dostu, arkadaşı, hatta zaman zaman uşağı olmayı kabule hazırlandığım yüz, vehmettiğim manalarını üzerinden lüzumsuz bir gömlek gibi çıkarıp -yılan gömleği gibi- çıkarıp atmıştı. Amcası Yorgo’nun bir haftalık bir istakozu satarken takındığı suratı birdenbire Odisiya’nın yüzünde bulunca şaşırdım. Eskiden bu iki insana bakar, nasıl oluyor da, derdim, hatları birbirine bu kadar benziyen iki insanın birisi bana, o ılık dünyayı verdiği halde, ötekisi; soğuk, çirkin, fakat hakiki dünyayı versin? O zaman hayal meyal hissetmiştim ki, yüzle ahlak arasında herhalde müthiş bir münasebet vardır. Güzel olan muhakkak güzel ahlaklıdır, demiyeceğim. Sonra fena ruhlu güzel yüzün de, insanı perişan eden, mahveden sihrini de inkar etmiyeceğim. Yalnız şunu demek istiyorum ki, ahlakın yüze eklediği mimikler, hatta renkler, yüz, ahlak her ikisi güzelken de vardır. Fakat bunlar bu an, bu mekan içinde sevimlidirler. Ahlak bozulmazsa tertemiz, sevimli, hatta dostun bu halleri taklit edeceği gelmesi kadar dost, ılık devam ederler.” (11) Öyküde Odisiya’nın amcası Manoli olarak geçer. Çok küçük anlatım ayrılıkları vardır. İki metin büyük ölçüde benzeşmektedir. Hikmet o dönemdeki arkadaşlarının bu anıları hiç anımsamamasına ve artık çok değişik bakışta insanlar olmalarına burulur. Hikmet romanın sonunda yardımcı olduğu tanıdıklarından da darbe yiyecektir. Yine de Hikmet bu duruma kayıtsız kalmış gibidir. Önceki anı kitabın sonuna da bir gönderme gibi düşünülebilir.
Büyük kentlerdeki yabancılaşma
Birtakım İnsanlar’daki Hikmet’in durumu gibi, insanların geçmişte yaşadıkları yakınlıkları yitirdiklerindeki yabancılaşmaları olağandır. Sait Faik bunu biraz da büyük kentte yaşamanın bir sonucu gibi görür. Özellikle Şahmerdan kitabındaki Çöpçü Ahmet öyküsündeki köyden kente gelen Ahmet’in ruh durumunu çok iyi yansıtır. Köylü yaşamındaki yaşama kayıtsızlığın yerini kent yaşamında bir tedirginliğin aldığı açıktır. Yazar Çöpçü Ahmet’de Ahmet’le ilgili olarak şunları söyler: “Çobanlık yaptığı günlerdeki düşünmemenin yerine bugün süpürge sapına dayandığı zaman düşünmek, kötü kötü düşünmek geliyordu, neden acaba?” (12) Ahmet bu ağır işten yine de hoşnut gibidir. İşini yapar, geleni geçeni gözlemler. Ama yine de Sait Faik Ahmet’in kent yaşamına dayanmasının zorluğunu öyküsünün sonunda verir. Sait Faik büyük kentteki yaşamın zorluğundan olduğu kadar büyük kent insanlarının birbirlerinden kopukluğundan da öykülerinde söz eder. Lüzumsuz Adam (1948) kitabının aynı adlı öyküsünde şöyle der: “Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?” (13) Sait Faik kentteki insanların birbirlerinden kopmuşluğunu dile getirmekle kalmaz, öykülerinde kentteki insanla ilgili karamsar tablolar da çizer. İnsana karamsar yaklaşırken de nesnelliği elden bırakmaz. Özel olarak “yoksul insan iyidir zengin insan kötüdür” gibi kaba bir ayrıma gitmez. Tüm iyilikleri, dostlukları yok eden her kesimden kent insanıdır. Sait Faik Mahalle Kahvesi kitabının Söylendim Durdum öyküsünde “Belki de bu şehre vebalar, belki de bu şehre koleralar gelecek yakında” (14) derken öngörülü bir belirleme yapmaktadır. Sait Faik aynı kitabında kentin olumsuz özelliklerle yüklü insanını tanıtlar. Ona göre kentte iyi insanlar olsa da sinmişlerdir. Yazarın böylece aynı öyküde çizdiği olumsuz insan tablosuyla yüklü toplum eleştirisi şöyledir: “Bu şehir laubaliliğin, kötülüğün, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir. İyi insanları yok mu? Dolu. Ama nasıl çekilmişler, nasıl ürkmüşler, nasıl kapanmışlar bir yere? Neredeler? Bu şehirde düşünülemez. Düşünmek iyi değil, sıhhate muzurdur. Allah’ı bile düşünemezsin. Düşündün müydü karşına onun namına iğrenç mecmualar, nefesleri yırtık para kokan şairler, ölü bekleyen imamlar çıkar. Avaidini isterler. Ben fukarayı severim, dersin kendi kendine, yalandır. Kendin de inanmazsın. Hangi fukarayı, nasıl fukarayı? Bu canavar gibi dilenci kadını mı? Bu arsız, edepsiz, huysuz çocuğu mu? Bu iki paralık adamın önünde secdeye varan balıkçıyı mı? Yoksa köşe başında oturup çürüklerini; yüzünden açlığı; kimsesizliği, hafifçe deliliği, dünyadan bıkkınlığı akan adama yutturan külhanbeyi kestaneciyi mi? Kimdir şu sevdiğin insan? Anladık fakir, kimsesiz, bahtsız… Ama kim? Kim olacak sensin. Kendi kendinsin. Evet, bu şehirde herkes dönüp dolaşıp kendisinde karar kılacak. Başkasını seven tek adam bulamazsın. Olmasına da imkan yoktur. (…) Bütün iyilikleri, bütün dostlukları, tulumba gibi emeriz. Sonra dostluklar, iyilikler de kuyular misali kurur. İşte o zaman başlar pandomina, kocaman dedikodu.” (15)
Emeğe saygı
Sait Faik Mahalle Kahvesi kitabında insan karşısında yalnızca umutsuzluk görümleri çizen bir yazar değildir. Örneğin Uyuz Hastalığı Arkasından Hayal adlı öyküsüne kendi deyişiyle imge gücünü de karıştırır. Böylece insana olan umudunu yansıtır. Anlatıcının sinemanın önünde rasladığı uyuzlu bir çocukla ilgili öykünün sonundaki belirlemesi şöyledir: “Doğrusu bir kadın neler yapmazdı? Bir hayaldir, bir yalandır, bir korkunç yalandır ama düşünülemez mi? ‘Bir kadın bu çocuğu alıp evine götürüyor, uyuz merhemini sürüyor, üç beş gün evinde tutuyor, sonra isterse yine mikrobun kaynadığı sokağa onu tertemiz bırakıyor…’” (16) Bu öyküsünde zorlama gibi dursa da yazar geniş bakışı içinde insana güvenmek ister. Ama toplumdaki insanı da belli bir nitelikte insan yetiştirmektedir. Bir meslekte insani niteliklerinden yoksun bir insandan nitelikli bir insanın çıkmasını beklemek de güçtür. Söylendim Durdum’da şöyle der: “Manav çırağını, bakkal oğlunu, tüccar katibini, gazeteci muharririni böyle yetiştiriyor. Bu şehir böyleyken, bu böyle sürüp gidecek.” (17) Sait Faik genel toplum eleştirisinin ötesinde tek tek insanları anlatırken olumlu kahramanlar yaratır. Örneğin Semaver’deki Garson öyküsündeki garson Ahmet böyle biridir. Kendi kahvesini işletmek ister. Bir süre kahve işletse de bu işten vazgeçer. Böylece önceden kalan bu tutkusunu yener, garsonluk yaparak sıradan yaşamını sürdürür. Yazar Ahmet’in hırs sayılabilecek tutkusundan vazgeçip sıradan yaşama dönüşünü şöyle verir: “Şimdi Ahmet, Belvü Bahçesi’nde dünyaya hiçbir şeye sahip olmamanın verdiği büyük haz içinde, dünyayı ve etrafı istediği şekilde görerek ve şu kalabalığın içinde yalnız yüzde beş kişinin alnının teriyle çalıştığını düşünerek mesut; pazar günleri yüzde ondan ve yüzde ona eklenen bahşişlerden tam yedi lira yaptığını düşünerek bu her haziranda tuttuğu salaş kahveyi hatırlamıyor bile (…) Bu tahavvülün sebebini kendisi de bilmiyor. Bilmiyor ama, dünyada hiçbir şeye sahip olmayacağını, olmak istemediğini ve olmanın da hiçbir faydası olmadığını, bilakis zararını Ahmet nasıl oldu da anladı, bu mühim meseledir.” (18) Burada hırslara kapılmamış ve sıradan yaşamın getirdikleriyle mutlu olan sıcak bir insan kişiliği çizilir. Sonuçta yazara göre insan dalavere yapmayı düşünmeyen az sayıdaki insandan biri olup, böylece kendine yeten bir yaşamı sürdürebilir. Sait Faik Birtakım İnsanlar romanında Fahri’nin kişiliği üzerinden gerçekten yaşama emek verenlerle insanın kendini özdeşleştirdiğini ve onlara karşı acıma ve utanmayla karışık gıpta duyduğunu anlatır (19). Gerçekten yaşama içtenlikli bakan bir insan çalışanlara karşı böyle bir yakınlık duyabilecektir. Romanda Fahri rençberlere karşı böyle bir duygudaşlığı yaşar.
Yazar yaşama içtenlikli bakışı olmayan kesimleri aynı romanında şöyle anlatır: “Bu rençberlere bakar gözükenlere gelelim: Bunlar acaba ‘oh elhamdülillah! Hayatta muvaffak oldum. Zengin oldum. Toprak kazmıyorum. Şu zavallılara bak! Yarabbim sana hamdolsun! Ya onlar gibi olsaydım; halim nice olurdu? Nasıl çalışırdım bu göbekle?’ demiyorlar mı? Mükemmel diyorlardı ama bunu hiçbir zaman açıkça söyleyemiyorlardı. Bu içlerinde yarı his, yarı sevinç, hayır -bir yarı hamd halinde şekilleniyordu. Zahirde ise onların bu çalışmasına büyük kıymet verdiklerini yanlarındaki ufak çocuklara ya söylüyorlar, ya resimli kitapta okutuyorlardı. Bunlar hiç olmazsa, düşünenlerdi. En fenası, en kötü cinsi; lakayt gelip geçenlerdi. Bunlar yalılarına rahatça dönüyorlardı. İştahları kaçmadan yemek yiyorlar, balkonda ‘çeşit’ cigaralardan tüttürüyorlar, vapurlara çoluk çocuk Fransızca nidalarla işaret ediyorlar, radyolarının düğmesini Paris’e getiriyorlardı. Bazıları da bol sofradan kalkarken: -Allahım olmayanlara da ver! diyorlardı.” (20) Sait Faik böylece röportajında sözünü ettiği köşk insanlarının içtenliksiz ve yapmacık olabilen tutumlarını romanında anlatır. Bir anlamda yazarın açıklamaları toplumda gerçek anlamda emeğiyle iş gören belli sayıda insan olduğunu bildirirken yine de toplumda bu insanlara tepeden bakmayacak insanların var olduğudur. Bu anlamda yazar insana güven duyan bir yaklaşım sergiler.
“Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek”
Sait Faik’in ilk dönem öykülerinde soyutla somutun iç içe geçtiği bir anlatım buluruz. 1940’lardan sonraki kitaplarında daha somut bir anlatımı vardır ve onlarda toplumsal sorunlara da yer yer eğilir. Son kitabı Alemdağı’nda Var Bir Yılan (1954) daha soyut bir anlatımı olan bir yapıt olmakla birlikte bu öykü kitabında da yazar kentteki bozulmaya değinmeden geçmemiştir. Özellikle İstanbul’daki insanların birbirine karşı acımasızlığı ve yabancılaşması bu yapıtında somut bir biçimde dile getirilir. Sait Faik anlatıcının ağzından kitapla aynı adı taşıyan öyküsünde İstanbul ve insanları için şunları söyler: “Günlerden pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım. Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin. İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günler de Köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek.” (21) Bu öykü kitabı birbiriyle bağlantılı öykülerden oluşur. Anlatıcının imgeleminde kurduğu arkadaşı Panco da öykülerde sık sık karşımıza çıkar. Son öykü Yılan Öyküsü’nde yazarın soyutlamaları artar. Bir kuşu da insanlar arasındaki bağı kurması için öyküye katar. Bu öyküde anlatıcı insanlar arasındaki kopukluğu giderme konusunda şöyle der: “O seni anlarsa değil, sen onu anlarsan bir şeyler olacak. (…) Belki anlamak ikinizin de işine gelmiyor. ‘Tanı tanı, kendini tanı’. İşe başla bir kere bu yönden. Sonra onu da anlayacaksın.’” (22) Bu noktada Socrates’in öğretisini önerir. Ama öykünün sonunda yazar bu yapıtındaki soyut bakışında bu bağı kurmada iki kişi arasında söz taşıyan bir kuş simgesini kullanır.
İnsanın olduğu yerde umut var
Sait Faik ne kadar insani çarpıklıkları ve iletişimsizlikleri ele alsa da, yaşamın sonunda olumlu kılınacağına inanır. Onu yaşama bağlayan belki de budur. Bunun yanı sıra insanların uzağında dertleri bir yana bıraktığı anlar vardır. O ruh genişliği içinde Şahmerdan kitabının Çelme öyküsünde şöyle haykırır: “Bırakın beni ey hakikatler! Yürümek istiyorum. Cennetlerin olduğu yere doğru. Ne açıkları, ne açları, ne beni kızına münasip görmeyen zengin tüccarı hiçbir şeyi düşünmeyeceğim. Dertlerimden kime ne? Bırakın beni harpler… Kadınlar… Çocuklar… Açlar… Deliler. Yürümek. Şoseden ayrılan yoldan bir cennete doğru yürümeye bırakın.” (23) Sonunda anlatıcı yol boyu insanlarla ilgili gözlemlerini, onların dertlerini, yaşadıklarını dile getirir. Sonuçta gidecek başka yer yoktur. Sait Faik öykülerinde yaşamın olumsuz yanlarını dile getirmekle birlikte, yaşamla ilgili hayaller kurmayı elden bırakmaz. Sait Faik kabına sığamayan bir aydın olma özelliği içinde gerçekleşmeyeceğini bilse de hayaller kurar. Havada Bulut (1951) kitabının Büyük Hülyalar Kuralım öyküsünde hayallerini şöyle dile getirir: “Büyük hayaller kuralım sevgilim! Ben şimdi böyle yapıyorum. Tertemiz bir şehirde, asfalt caddeler üstünde, dibinden metrolar geçen, üstünden kolosal otobüsler uçan, muazzam, eğlenceli bir şehirde seninle yaşamak istiyorum. Yazılarım bize yaşamak için lazım olanı getiriyor. Büyük kahvelerde çay içiyor, temiz lokantalarda kolalı peşkirlerle yemek yiyor, latif rahiyalı şaraplar içiyor, tertemiz bir yatakta seni kollarımın arasına alıyor, sana: -Bütün mesut şehir uyudu, uyuyalım sevgilim, diyorum. Sabahleyin bitlerle dolu, kimsenin kimseye hürmet etmediği, kimsenin kimseyi hürmete layık bulmadığı, istismar edenin, çalanın zengin ve bahtiyar olduğu, esnafının azgın, zengininin deli, haris, egoist, gaddar, fakirinin kayıtsız, sersem olduğu bir şehirde; işin kötüsü sensiz, oldukça kirli bir yatakta uyanıyorum. Ama sevgilim, olacak, büyük hayaller kuruyorum.” (24)
Ona göre belli ki insanın olduğu yerde umut olacaktır. O kendisi için hayaller kurarken bütün bir insanlık için hayaller kuruyor gibidir. Sait Faik öykülerine sıradan insanın umutlarını yaşamdan beklentilerini böylece taşır. Bu noktada adı anılması gereken öykülerinden biri de Kumpanya (1951) kitabındaki aynı adlı öyküsüdür. Bu sıcak ve güldürücü öyküsünde bir tiyatro trupunun hayallerini ve umutlarını ele alır. Tiyatrocular Saffet Ferit ve Kör Halit’in önderliğinde kuracakları tiyatroyla Anadolu turnesine çıkmaya karar verirler. Bir de iki tiyatrocunun uğruna çekişecekleri güzel bir kızı tiyatroya alırlar. Bu tiyatrocuların parasal sorunları olsa da kendine güvenleri yerindedir. Kendi yeteneklerinin de usta tiyatrocular gibi olmadığını biliyorlardır. Kör Halit Emin’in parasızlıktan yakınmasıyla ilgili şu düşünceyi ortaya kor: “Boş laf Emin’inki… Naşit şöyle yaparmış… Herkes Naşit olabilir mi? Olamıyoruz diye de tiyatrodan vaz mı geçeceğiz? Otuz yaşında iken bir kumpanya kurmaya karar verdi miydi, borç eder, harç eder, kurardı. Para kazanmaz mıydı? Ne demek kazanmamak?” (25) Sonuçta parasal sıkıntılarını tüccar Hasan Tahsin’den bulmaya çalışırlar. Para alma girişimi başarısız olsa da Kör Halit’e göre aktör yaşadığı olumsuz durumu çok kafaya takmamalıydı. O şöyle düşündü: “Aktör zayıf adamdı, tecrübesizdi. Hayatta böyle vakalarla demek hiç karşı karşıya gelmemişti ki bu kadarla üzülebiliyordu. Halbuki şöyle düşünmeliydi: Bulursam yerim, bulamazsam sürterim. Bulduğum zaman prens, bulmadığım zaman büyük aktörüm. Hasan Tahsin denilen namussuz ise, parası olduğu için adamdır. Olmadığı gün -hele bir olmaya görsün- yeniden köpekleşecekti. Üzülmeye değmez.” (26) Sonunda turneye çıkarlar. Tiyatro yaşamları başarısızlıkla sonlansa bile yıllar sonra bile bu iki tiyatrocu başka işlerde çalışırken yeniden tiyatro kuracakları günleri düşlerler.
Serseri tipi
Kumpanya öyküsündeki tiyatrocuların yaşamı delidolu bir serseri yaşamıdır. Bu yaşam tarzı biraz da Sait Faik’in öykülerine uygun düşer. Bu bağlamda öykülerinde küçük güldürücü ögeler vardır. Örneğin Mahalle Kahvesi’nde Bilmem Neden Böyle Yapıyorum öyküsünde başkahraman bir ihtiyarın kaybedip bulamadığı tespihini şaka olarak kendi almış gibi yapar. İhtiyar işkillenir bir şey söyleyemez. Almış gibi yapan bu adam küçük serseriliğinden çok da pişmanlık duymaz, eğlenir: “Zavallı ihtiyara hem acıyorum. Hem de gözünün içine, tespihini ben çalmışım da hiç utanmazmışım gibi bakıyorum. Çok fena bir hareket biliyorum. Biliyorum ama elimde değil. Bende bu hali uyandıran odur. Bütün bunlardan sonra yaptıklarıma pişman olsam biraz olsun üzülsem ya, hayır!… Kahveyi geçtikten sonra için için, bazen başımı iki tarafa sallayarak açıktan açığa, bir gören olsa deli midir, nedir diyecek şekilde gülmeme ne dersiniz?” (27) Başkahraman bu öyküsünde kendini ‘çalmayan hırsız’ olarak tanımlıyor.
Aynı kitaptaki bir başka güldürücü öyküde arkadaşlar müzikten çok iyi anladığını söyleyen biriyle içerler. Adam Mozart’ın Türk Marşı’nı çalacağını söyler. Gramofonu kurarlar. Bu öykünün sonu da ilginç bitecektir: “Genç musiki delisi bana: -Dinleyin beyim, diyordu. İşitiyor musunuz, Türk akıncılarının atlarının sesini? Dinledim. Evet, birtakım çıngırak sesleri, hışırtılar, karlı havada berrak çıkan seslere benzeyen keman sesleri duyuyordum. Plak bitti Arkadaşım gülümsedi. -Yanlış çalmışım plağı, dedi. Bu Mozart’ın Marş Türk’ü değilmiş. Çaykovski’nin bilmem nesiymiş… Kahkahalar basmıştık. Musikiden anlayan arkadaşımızı şakaya getirip bir temiz dövmüş, sonunda şarap galonunu başından aşağıya boşaltıvermiştik.” (28) Sait Faik Havuzbaşı (1952) kitabındaki Parkların Sabahı, Akşamı, Gecesi’nde daha değişik bir serseri tipi düşünür. Anlatıcı kendiyle dertleşmek ve böylece insanlardan uzak bir gün geçirmek için gittiği Gülhane Parkı’nda böyle bir tipi şöyle düşünür: “Her zaman Şarlo ruhunda bir serseri düşünürüm. İnsanları delicesine sever ama onlardan korkar, kaçar, hep kötülük görür, hep itelenir, hep kakalanır. Gündüzleri yazıhanesi, kahvehanesi, akşamı birahanesi Gülhane Parkı’dır. Yalnız gecelerini halden anlayan bir ihtiyarın kahvesinde geçirebilir. Bir parkede yatar. Yaz geceleri yıldızların, kış geceleri karların altındadır. Ah, uykular! Parkta uyunan uykular!” (29) Yazar böyle bir kişiliği öyküsünde canlandırır. O da sıcak bir yuva özlemindedir. Ancak çok geçmeden de içinde bulunduğu yaşamdan pek de kopamayacağını anlayacaktır. Sait Faik bu serseri tipine biraz yalnızlık katmıştır.
Kırlangıç yuvasındaki kadın
Ölümünden sonra yayınlanan Balıkçının Ölümü kitabındaki Baharı Aramak’da yalnızlık teması belirgindir. Bu aranan sevgiliye kavuşamamakla da ilgilidir. Bu öyküsünde şöyle der: “Artık ne çiçekçi camekanlarını süsleyen laleler, ne şadırvanlardaki suyu canlandıran güneş, ne göğsü açılmış kız, ne çimenlere burnunu sokmuş çocuk, ne güneşlenen hasta, ne bastonuna dayanmış, sakin yürüyen ihtiyar, ne bu papatya, ne bu gelincik, ne de yeşil burunlarını göstermiş tomurcuklar, yalnız adama, baharın hakikisini getiremezler.” (30) Sait Faik’de yalnızlık yalnızca sevgiliye özlem değil yoğun insan sevgisiyle karışık doğrudan insan sevgisiyle ilgilidir. O Son Kuşlar’da (1952) özlemle imgeleminde yaratıp kırlangıç yuvasına soktuğu kadının çıkmasını bekler. Yoğun özlem duygusu bu öyküde şöyle dile gelir: “Hadi biraz gayret. Kırlangıç yuvasının deliğinden o kadın, başını çıkarıverecek.” (31) Öyküde kırlangıç yuvasındaki kadın simgesinden giderek aslında anlatıcının kahvedeki pekçok tanıdığının gelmediğini öğreniyoruz. Böylece bu öyküde duyulanın daha çok insana özlem olduğu görülüyor. İnsana özlemin yoğun insan sevgisiyle örüldüğü bir başka öykü de yine Son Kuşlar’daki Gün Ola Harman Ola öyküsüdür. Anlatıcı boyacı sandıklarıyla ünlü Mercan Usta’yla tanışmaktan öte adını anmaktan bile gurur duyduğunu belirtir. Yoğun biçimde onunla tanışma isteği duyar. Bu biraz mesleğiyle özdeşleştirdiği Mercan Usta’nın emeğine de bir saygıdır. Anlatıcı gerçek saygıyı Mercan Usta gibilerin hak ettiğini ve yeterli saygıyı onun gibilere gösteremediklerini belirtir: “Canım Mercan Ustam! Ellerinden hürmetle öperim. Biz de bir zanaat ehliyiz. Yazı yazıyoruz a. Ne Mercan Usta’ya, ne kilimleri dokuyan ellere, ne yazmaları boyayanlara, ne kalıpları dökenlere, ne çeşmi bülbülleri üfleyenlere saygı duyduk. Saygı duymadık da ne oldu? Dünyayı birbirine kattık işte… Sofralarımızı, kapılarımızı, gönlümüzü kapadık. Kapadık da ne ettik? Dünyayı birbirine kattık.” (32)
“Yazar olmasaydım kahveci olurdum”
Sait Faik’in böylece yazarlığını yoğun insan sevgisi besliyordu. Toplum eleştirilerinde insana karşı acımasız olsa da tek tek insana güveniyordu. Yazarlığını insan sevgisinin yanında geniş ve özgür bakışına borçluydu. Son Kuşlar’da Balıkçısını Bulan Olta’da bunu şöyle dile getirir: “Yazı yazmam için bana çiçek, kuş hürriyeti değil, içimdeki aşkın, deliliğin, oturmaz düşüncenin hürriyeti lazım. Küçücük hürriyetler değil, alabildiğine yüz verilmiş bir çocuk hürriyeti istiyordum. Bu bana lazımdı. Yoksa her şeyi ağzımda gevelemekten başka ne yapabilirdim?” (33) Yine de yazarlığın getirdiği tedirginlikler öykülerine yansır. Lüzumsuz Adam’da İp Meselesi öyküsünde bu tedirginliği başkahraman yaşar. Başkahraman yazarlıktan, yani kimseye kolay kolay benimsetemeyeceği bir işten para almıştır. Kendisi parayı alırken bile şaşar. Ama evine döndüğünde annesinin iğneleyici tavrı acıdır: “İşinden dönmüş gibi acıkmışsın dedi. Dudağının kenarında bıçak yarası gibi bir çizgiyle güldü.” (34) O Sarnıç’daki Ormanda Uyku öyküsünde insanlarla içlidışlı olmaktansa uzaktan insanları gözlemleyen bir yazar tipi çizer. Öyküleri halkın içinden yaptığı gözlemlerden çıkarır. Öykülerinde sıkça geçen kahveler bir gözlem kaynağıdır. Bir röportajında belki de bu yüzden yazar olmasaydım kahveci olurdum demiştir. Böylece insanları tanıyıp seveceğini söyler (35). Kayıp Aranıyor (1953) romanında ise başkahraman gazeteci Nevin’in itirafı belli mesleklerin yazarlığa özenmesinin yazarlığa yetmediğini de ortaya koyar: “Her gazetecinin içinde başlangıçta kocaman bir romancı yılanı çöreklenmiş uyur. Bu boğa yılanı yavaş yavaş küçülür. Gıdasızlıktan ölmese bile bir solucan haline geliverir günün birinde.” (36) Bu roman dalgalı bir ruh durumu ortaya koyan diplomat kızı gazeteci Nevin’in ilginç öyküsüdür.
Sait Faik sonuçta bir şey olma kaygısı taşımamış yazarlığıyla daha çok bir tutkusunu yerine getirir gibidir. Bir röportajında şöyle der: “Çocukluğumda da ilk gençliğimde de bir şey olmıya değil olmamıya karar vermiştim. Sözümü tuttum gibime geliyor, siz istediğiniz kadar bana meşhursun deyin.” (37) Bir şey olma duygusunu yaşamaktan kaçmanın yanı sıra röportajlarında görüldüğü kadar kendi yazdıklarından da çok hoşnut değildir. Bu biraz da kendine eleştirel bakabilen insanın tutumudur.
Sait Faik yoğun insan sevgisiyle örülmüş öyküler yazdı. Öykülerinde kimi zaman insanın güldürücü yanlarını da yakalayıp okuyucuya verdi. Zaman zaman öykülerinde yaşamdaki yalnızlıkları duyurdu. O Havada Bulut’da Yorgiya’nın Mahallesi’nde “Her yerde belki yaşamadan yaşadım” diyerek bunu yansıtır. Sait Faik toplumsal sıkıntılarla ilgili kaygısını da çokça dile getirdi. Zaman zaman aşırı belirlemeler gibi görünse de hep insanlığın bugününün ve geleceğinin tedirginliğini yaşadı. Son Kuşlar kitabının aynı adlı öyküsündeki şu cümle belki de en iyi biçimde onun insanlıkla ilgili kaygılarını yansıtıyordu: “Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi.” (38)
DİPNOTLAR
1) Sait Faik, Açık Hava Oteli, Editör: Muzaffer Uyguner, İstanbul, Bilgi Yayınevi, Şubat 1980, s.205.
2) Sait Faik, Öyle Bir Hikaye, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2006, s.13.
3) Sait Faik, a.g.e, s.34.
4) Sait Faik, a.g.e, s.16.
5) Sait Faik, a.g.e., s.31.
6) Sait Faik, a.g.e., s.116.
7) Sait Faik, Birtakım İnsanlar, İstanbul, Varlık Yayınları, Aralık 1965, s.12.
8) Sait Faik, a.g.e., s.74
9) Sait Faik, a.g.e., s.13-14.
10) Sait Faik, a.g.e., s.29.
11) Sait Faik, a.g.e., s.67.
12) Sait Faik, Öyle Bir Hikaye, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2006, s.238.
13) Sait Faik, a.g.e., s.290.
14) Sait Faik, a.g.e., s.443.
15) Sait Faik, a.g.e., s.442.
16) Sait Faik, a.g.e., s.377.
17) Sait Faik, a.g.e., s.444.
18) Sait Faik, a.g.e., s.67-68.
19) Sait Faik, Birtakım İnsanlar, İstanbul, Varlık Yayınları, Aralık 1965, s.152.
20) Sait Faik, a.g.e., s.152-153.
21) Sait Faik, Öyle Bir Hikaye, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2006, s.829.
22) Sait Faik, a.g.e., s.890-891.
23) Sait Faik, a.g.e., s.196.
24) Sait Faik, a.g.e., s.482-483.
25) Sait Faik, a.g.e., s.551.
26) Sait Faik, a.g.e., s.566.
27) Sait Faik, a.g.e., s.399.
28) Sait Faik, a.g.e., s.413.
29) Sait Faik, a.g.e., s.703.
30) Sait Faik, Balıkçının Ölümü Yaşasın Edebiyat, Editör: Muzaffer Uyguner, İstanbul, Bilgi Yayınevi, Aralık 1999, s.54.
31) Sait Faik, Öyle Bir Hikaye, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2006, s.803.
32) Sait Faik, a.g.e., s.752.
33) Sait Faik, a.g.e., s.759.
34) Sait Faik, a.g.e., s.310.
35) Sait Faik, Açık Hava Oteli, Editör: Muzaffer Uyguner, İstanbul, Bilgi Yayınevi, Şubat 1980, s.205.
36) Sait Faik, Sarnıç Kayıp Aranıyor, İstanbul, Varlık Yayınları, Mayıs 1965, s.208.
37) Sait Faik, Açık Hava Oteli, Editör: Muzaffer Uyguner, İstanbul, Bilgi Yayınevi, Şubat 1980, s.199.
38) Sait Faik, Öyle Bir Hikaye, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2006, s.725.
KAYNAKÇA
1) Sait Faik, Açık Hava Oteli, Editör: Muzaffer Uyguner, İstanbul, Bilgi Yayınevi, Şubat 1980.
2) Sait Faik, Balıkçının Ölümü Yaşasın Edebiyat, Editör: Muzaffer Uyguner, İstanbul, Bilgi Yayınevi, Aralık 1999.
3) Sait Faik, Birtakım İnsanlar Şimdi Sevişme Vakti, İstanbul, Varlık Yayınları, Aralık 1965.
4) Sait Faik, Lüzumsuz Adam Az Şekerli, İstanbul, Varlık Yayınları, Ağustos 1965.
5) Sait Faik, Mahalle Kahvesi Tüneldeki Çocuk, İstanbul, Varlık Yayınları, Ağustos 1965.
6) Sait Faik, Müthiş Bir Tren, Editör: Muzaffer Uyguner, İstanbul, Bilgi Yayınevi, Ekim 2000.
7) Sait Faik, Öyle Bir Hikaye, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2006.
8) Sait Faik, Sarnıç Kayıp Aranıyor, İstanbul, Varlık Yayınları, Mayıs 1965.
9) Sait Faik, Sevgiliye Mektup, Editör: Muzaffer Uyguner, İstanbul, Bilgi Yayınevi, Eylül 1999.
10) Sait Faik, Son Kuşlar Mahkeme Kapısı, İstanbul, Varlık Yayınları, Eylül 1965.
11) Sait Faik, Şahmerdan Havada Bulut, İstanbul, Varlık Yayınları, Haziran 1965.