İnsanın kendi gerçeğinden kaçması, ona ne kadar zarar verebilir? Ruhsal acılar hak ettikleri muameleyi görmediğinde, yani ruhsal acı hakkıyla çekilmediğinde nasıl olur da bedensel acıya dönüşür?
Alice Miller, bir psikanalist; aynı zamanda felsefe, psikoloji ve sosyoloji eğitimi de görmüş bir yazar. “Üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız,” yazıyor Beden Asla Yalan Söylemez adlı kitabının kapağında. Sert bir üslubu var Miller’ın bana kalırsa. Okuduğunuz kelimeler gözlerinizden girip, Miller’ın bahsettiği o üstünü örtüp de altında kaldığınız şeylere gidip dayanıyor. Fena halde rahatsız oluyorsunuz. Çünkü siz hala o şeylerin üstünü örtmeye çalışıyorsunuz var gücünüzle. Suçlarcasına yazmıyorum bunları. Böyle yapıyorsunuz, böyle yapıyoruz. Hepimiz için tanıdık durumlar. Miller’ı okumaya devam ettikçe daha da çok güç harcıyorsunuz direnmeye çalışırken. Yoruluyorsunuz. Sanırım yorulduğunuz an dokunuyor kelimeleri size. Belki de dokunduğu için yoruluyorsunuzdur, ayırt etmek güç. Sizdeki o üstü örtülü tüm şeylerinize dokunuyor. Dokundu mu, acıtıyor Miller’ın sözleri içinizi. Önceki yaralara tekabül ediyorlar. Sinirleniyorsunuz yer yer; yaralarınız acıdı diye. Oysa siz ne güzel gömmüştünüz o yaraları, henüz iyileşmeden! Güzel güzel savunma mekanizmaları kullanmıştınız: inkâr etmiştiniz acınızı, yokmuş gibi davranmıştınız, unutmuştunuz, bastırmıştınız… Ne lüzumu vardı şimdi hatırlamanın, hatırladıkça belki aynı belki o zamandan daha da fazla ıstırabı hissetmenin? Lakin okudukça siniriniz de yatışıyor. Miller yer yer kendi örttüklerinin de üstünü açıyor kitapta. Bu iyi geliyor, çünkü hayatlar farklı olsa da acıların ne kadar benzer; insanlar farklı olsa da insan olmanın ne kadar benzer özü taşıdığını görüyorsunuz satır aralarında. Alice de olsanız, Ayşe de, Ahmet de… İnsansınız işte; annenizin rahminde var oluyorsunuz, doğuyorsunuz, acıyorsunuz, bastırıyorsunuz, insanca yaşıyorsunuz neticede. “Nelerle yaşıyorsunuz aslında?” sorusuna birçok cevabı var Miller’ın. En baştaysa, “dayatmalarla yaşıyorsunuz” diyor. Zorunluluklarla, gereklerle, lazımlarla, kurallarla, günahlarla…
Size çok yakın biriyle ilgili çok önemli şeyler bilip de ona söyleyemediğiniz oldu mu hiç? Bir türlü dilinizin varmadığı, dönmediği; ama bir bilse onun için pek çok şeyin değişip dönüşebileceğini tahmin ettiğiniz bir hal. Bedeninizin hali bu hal işte. Sizin tüm hakikatinizi bilen çünkü o hakikati sizinle yaşayan bir sırdaş bedeniniz size. Bazı hakikatlerin acısıysa o kadar rahatsız edici ki sizin için, unutuyorsunuz bu sırları. Sırdaşınızsa unutmuyor. Sizin unutmanıza tepkili, kendi kendine taşıyamıyor bu sırrı. Dili yok sizin gibi; “bak unuttun, bak bunlar vardı, bunları yaşamıştık, böyle hissetmiştik, şöyle yaralanmıştık,” diyemiyor kolayca. Başka bir yol bulmalı sizinle konuşmak için. O da kendi bildiği yol; fiziksel belirtiler. Kimi zaman ağrılar, kimi zaman nefes daralmaları, kimi zaman halsizlik… Aklınıza gelebilecek fiziksel belirtilerin hepsi. Bu yüzdendir ki Miller bedeninize “hakikatinizin gardiyanı” diyor.
Çarpıcı örneklere yer veriyor Alice Miller. Örneğin sayfa 63’te anlatmaya başladığı Proust’un öyküsü bunlardan biri. Astım hastalığı olan Proust’un ölümü, bir zatürree nöbeti geçirip nefes alamaması, “boğulması” ile olmuştu. Proust gerçekten de “boğuluyordu”, çünkü onu aşırı denetleyen, ille de onun olmasını istediği şekilde olmasını bekleyen baskın bir annesi vardı. Çocuk Proust annesinin sevgisini kaybetmekten o kadar çok korkuyordu ki bu korku yetişkinliğinde de annesinin kendisi üzerindeki hâkimiyeti ile yüzleşmesini engellemişti. Miller bu durumu şöyle açıklıyor: “…Çok fazla hava (sevgi) soluyor ve o miktarda havayı (hâkimiyet) soluk olarak geri vermesine izin verilmiyor, yani, annesinin insanı içine çekme, yutma talebine karşı gelemiyordu.” Kitapta Proust’un çocukluğuna, hatta doğumundan hemen sonraki anılarına ve bu anıların bedendeki izlerine yer veriliyor. Annesinin sevgisinden duyduğu şüpheyle ilgili anılarını bedeninin ona “astım” ile nasıl ele aldırtmaya çabaladığı çok güzel anlatılıyor.
Astıma böyle bir gözle bakmak belki çoğunuz için alışılmadık. Benim için de böyleydi, hastalıklara yaklaşımım sanki onlar insanın ruhsallığından bağımsız ve insanın dışında ondan bağımsız olarak, dışarıdan ona gelivermiş şeylermiş şeklindeydi. Ancak okudukça, dinledikçe, eleştirdikçe, tartıştıkça bunun ruhsallıktan bağımsız olamayacağına aşina oldum. Genetik alanında yapılan çalışmalara bir göz attığımızda da varılan noktanın, rahatsızlıkların sadece tek bir sebep sonuç ilişkisi ve kesinlikten ibaret olmadığını görüyoruz. Bedensel, ruhsal ve çevresel etkileşimlerin etkisi ve çok sayıda olasılığı beraberinde getirmesi, bir yandan elle hesaplanamayacak kadar çok değişken olduğunu gösterirken diğer yandan mutlak determinizmi dayatmadığı için büyüleyici ve ilham verici. Caspi ve Moffitt (2006) makalelerinde genetik çalışmaların geçirdiği aşamalardan bahseder: İlk çalışmalar, tek bir genin ve o gendeki polimorfizmin belirli bir rahatsızlığa yol açacağı düşüncesi ile yapılmış çalışmalardı. Örneğin; serotonintransporter geninde kısa alel taşıyıcısı olanların nevrotik olacakları savı gibi. Ancak çalışmaların sonuçları hem tutarsızdı hem de açıklayıcı güçleri yeterli değildi. Böylece rahatsızlıkların tek bir gen ile değil; tüm genlerle ilişkili olabileceği düşüncesiyle araştırmacılar GWAS (Genome-wideassociationstudies) çalışmalarına kaydılar. Burada da işler pek istenildiği gibi gitmedi. Endofenotip yaklaşımı hasıl oldu. Nihayetinde ise “gen çevre etkileşimi” denilen yaklaşımla araştırmalar yapılmaya başlandı. Bu yaklaşımla, insanların rahatsızlıklarında çevresel etkenlerin de rol oynadığı, bu etkenlere verilen tepkilerde de insanların heterojenlik gösterdiği yorumuna varıldı. Burada bahsi geçen “çevresel etkenler” yalnızca dışımızda olup bitenleri değil, içimizde olup bitenleri de kapsamakta. Ya da dışımızda olup bitenleri bizim “içimize nasıl aldığımızla” da ilgili. Öyle ya; aynı olayı yaşayan iki insanın bu olayla ilgili hissettikleri farklı olabiliyor. Kısaca, doğumumuzdan itibaren yaşadıklarımızın (hatta artık doğum öncesinde ana rahmindeki yaşamımızın da) bizim genlerimizle, bedenimizle, ruhsallığımızla etkileşerek bugün var olan semptomlarımıza yol açabildiğini biliyoruz. Bunu ister genetik- epigenetik çalışmalarından, ister psikanalizden, ister kendi deneyimimizden bilelim, pek fark etmiyor bana kalırsa. Bilgiye ulaşmanın pek çok yolu var, her yolun kendi disiplini var. Önemli olan nokta, bilgiye ulaşma yolunda istek ve gayret; yanı sıra da bilgiye ulaşma yollarını tanımaya ve disiplinlerini kendi içlerinde anlamaya emek vermek.
Psikanaliz için semptomun nasıl bir şey olduğuna daha yakından bakacak olursak, öncelikle her birey için kişiye has olma özelliğini taşıması göze çarpıyor. Lacancı psikanalizde bu durum, “jouissance”a dayanıyor. Türkçe’ye “keyif, haz” olarak çevrilebilen “jouissance” için bu kavramlar aslında pek de yeterli değil. Çünkü bu keyfin içinde ıstırap da var. Evet, ıstırap çekiyoruz ama bu ıstıraptan keyif alıyoruz; böyle bir döngü. Her semptomumuzda, her korkumuzda, kaygımızda arzumuz da gizli. Bilinçli olarak farkında değiliz; ancak bilinçdışımızdakilerin acısından keyif alıyoruz semptomlarımızla. Jacques Lacan semptomu belirleyenin kişinin bilinçdışı olduğunu ve bu yüzden semptomun her bir öznenin kendi bilinçdışından keyif alma yolu olduğunu söylüyor. İşte tam bu nedenle analitik çalışmada semptom, yok edilmesi gereken bir şey olmaktan çıkıyor. Bize öznenin bilinçdışından haber verebilecek ve böylece çalışmayı mümkün kılacak bu kıymeti geçirmek, iyileştirmek ve yok etmek aslında analitik çalışma olanağını kısıtlamak demek. Elimizdeki anahtarı kullanmayıp da çöpe atarsak, kapıyı açmayı kendimizden nasıl bekleyebiliriz? Bu çerçevede semptom, tıptaki semptomdan çok farklıdır demiştir Özgür Öğütcen. Tıpta semptom kişinin sağlıklı işleyişini bozan ve ortadan kaldırılması gereken bir sorunken, psikanalizde semptomu ortadan kaldırırsanız kişinin öznelliğinden bihaber kalırsınız (Öğütcen, 2017).
Miller da kitapta bu sorunlara ışık tutmaya çalışıyor. Bedensel rahatsızlıklarımıza bakış açımızı değiştirmediğimiz müddetçe kendi hakikatlerimizden uzak kalmaya devam edeceğiz. Bedenimizi dinlemek ve ona kulak vermek, bizi aslında uzun süredir bize uzak olan kendimiz ile tanıştıracak. Bize iyi gelecek olan, kendi hislerimizi bile hissetmemize izin verilmeyen bir düzende, gerçek hissiyatımıza ulaşmaya çalışmak ve o gerçekliği kabul etmek. Gerçekten sevmediklerimizi (çünkü bizi gerçekten sevmeyenleri) sevmeye zorlandığımız, hürmette ve sevgide en ufak eksikte suçluluk hissetmemizin diretildiği, kültür, din, ahlak, emirler gibi gerekçelerle biz olmamıza izin verilmeyen bir dünyada kendi hakikatimizi olduğu gibi kabul etmenin şifasına kafa yoruyor Miller kitap boyunca. Zira çocukken yaşadıklarımız kendi(liği)mize şefkatli bir kabul ile işlenmediği müddetçe, ağırlıklarıyla en dibe batmaya mecburdurlar. Bedenimiz bu en dibe batanları bize haber vermeye sorumlu görüyor kendini. Bir çocuk, ağır ve acı verici şeyler yaşarken tüm bu zorluk içinde yaşamaya devam edebiliyor. Çocukken zorlukların içinden geçebiliyoruz da, büyüyünce o zorluklar bizim içimizden geçemiyor! “Yetişkinlik,” diyor Miller, “hakikati artık inkâr etmemektir; bastırılmış acıları hissetmek, bedenin duygu seviyesinde hatırladığı hikâyeyi bilinçli olarak kabul etmek ve bastırmak yerine o hikâyeyi birleştirmek demektir”.(s. 91). Acı çekmiş o çocuk kaç yaşında olursa olsun ancak bastırmayı terk edip kendi gerçeğini kabul ederek içinde taşıyabildiğinde yetişkin oluyor. Buradan bakınca, ne çok “çocuk” var etrafımızda ve ne çocukluklarımız var kendimizde!
Yoksa çocukları pek de sevimli bulmuyor musunuz? Belki de içinizdeki çocuğun gerçekleridir asıl sevimsiz olan.
Kaynaklar:
Miller, A. (2015). Beden asla yalan söylemez (7. Baskı).(C. Dansuk, Çev.). İstanbul, Okuyan us.
Caspi, A.,&Moffitt, T. E. (2006). Gene-environmentinteractions in psychiatry: joining forces with neuroscience. Nature reviews. Neuroscience, 7(7), 583.
Öğütcen, Ö. (2017). Nevroz, psikoz ve sapkınlık hala bize yeterli mi? Simgesel Psikanaliz Dergisi (1), 73-83.
– Beden Asla Yalan Söylemez, Alice Miller, Çev. Cihan Dansuk, Okuyan Us Yayınları, 2015, 224 s.