Küresel ısınma ve iklim değişikliğinin nedenleri ve olası sonuçları hakkında bugüne kadar yüzlerce kitap, binlerce makale yayımlandı. Konuyla ilgili bilimsel yayın faaliyetinin hızlanarak artacağını tahmin etmek zor değil. Bilim dünyası da siyaset dünyası gibi parçalı. Bu konuda çalışan biliminsanlarının büyük bir kısmı, küresel ısınma ve iklim değişikliğinin endüstrileşme ve şehirleşmeyle alakalı insan etkinliklerinden kaynaklandığını iddia ederek, karbon salımına neden olan endüstri faaliyetlerinin planlanmasını ve kontrol altına alınmasını talep ederken, diğer bir kısmı ise iklim değişiminin gezegenimizin tarihi içinde doğal bir evre olduğunu, istisnai iklim olaylarının abartıldığını ileri sürerek, bu kaygılarla yeryüzündeki insan etkinliklerine müdahale edilmesine karşı çıkıyor. İklim değişikliğine karşı alınacak önlemler konusunda tamamen zıt konumlarda bulunuyor olsalar da, her iki tarafta ve bu taraflar arasındaki yelpazede farklı görüşleriyle, tavırlarıyla çeşitli biçimde konumlanan biliminsanları, küresel ısınma ve iklim değişikliğinin hakikiliğini kabul etmiş görünüyor.
Bu kitabın yazarları birinci grup içinde yer alıyor. Öte yandan, belki de iklimbilimci olmayıp bilim ve teknoloji tarihi alanında çalışıyor olmalarının kazandırdığı bakış açısıyla konuya farklı yaklaşıyorlar. Küresel ısınma ve iklim değişiminin toplumların iktisadi, sosyal, siyasal yaşamlarını yerel ve küresel ölçekte nasıl etkileyebileceğini tartışmak istiyorlar. Bu tartışmayı ise önümüze tablolar, grafikler yığarak bazı olasılıklardan bahsetmek ve bunlar üzerine tahminler yürütmek yerine, 400 yıl sonraki gelecekten uygarlığımızın bugünlerini de kapsayan geçmişimize Çinli bir tarihçinin gözüyle bakmayı deneyerek yapmayı tercih ediyorlar. Bu kitap, bir iklimbilim kitabı olmadığı gibi, ne bir tarih kitabı, ne de gerçeklikten kopuk, tamamen hayal ürünü bir bilimkurgu romanı. Mevcut veriler ışığında bilimsel açıdan mümkün öngörülere dayandırılmaya çalışılan bir kurgu tarih denemesi denebilir belki.
Batı dünya egemenliğinde 21. yüzyıl: “Yarı Gölge Çağı” ve “Büyük Çöküş”
Çinli anlatıcımıza göre, 24. yüzyılın tarihçileri “Yarı Gölge Çağı”nı dünyayı, insanlığı ve canlılığı koruyacak küresel süreçleri geliştirmek ve iklim değişikliğiyle ilgili bilimsel çalışmaları yaygınlaştırmak amacıyla bilim dünyası ve devletlerin işbirliğiyle oluşturulan Intergovernmental Panel on Climate Change’in (IPCC) [Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli] kurulduğu 1988 yılından başlatıyor. Bir yıl sonra “Ozon Tabakasını İnceltici Gazlara Dair Montreal Protokolü”nün yürürlüğe girmesi, 1992’de Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla devam eden süreç çok geçmeden karşıtlarını da harekete geçiriyor. Başını çokuluslu şirketlerle onlara bağlı bilim ve bürokrasi çevrelerinin çektiği “muhalefet”, önce ABD, sonra zaman içinde Kanada, Avustralya ve Batı Avrupa’da devlet politikalarını belirleyecek düzeyde etkili olabiliyor. Bunun yanı sıra, sürecin durdurulması adına konu hakkında çalışan biliminsanlarının baskı, şantaj ve tehditle nasıl engellendikleri, tanığı olduğumuz bazı tarihsel örneklerle okura anımsatılıyor. Tarihçimiz, isimleriyle adeta Orwell’ın 1984’ünün kavramlarını çağrıştıran “Deniz Seviyelerindeki Yükselmenin İnkârı Tasarısı”, araştırmacıların konferanslara katılma ve çalışmalarını paylaşma özgürlüklerini kısıtlayan “Kamu Harcamaları Mesuliyet Yasası” gibi ABD’de 2012 yılında gündeme gelen tartışmaları bu süreçte önemli adımlar olarak işaret ettikten sonra, 2025’te “ABD Milli İstikrarı Koruma Kanunu” sayesinde yüzlerce biliminsanının “toplumun güvenliğini ve refahını abartılı tehditlerle tehlikeye atmak” suçuyla yargılandığını ve mahkûm edildiğini anlatıyor.
Sözü edilen baskılar bir yana, bilim pratiklerinin dayandırıldığı katı pozitivist anlayış gereği, “istatistiksel anlamlılık”, “%95 kesinlik” gibi ağır kanıtlama kriterleriyle boğuşan bilim dünyası iklim değişikliğini bütünlüğüyle kavramakta ve bu konuda harekete geçmekte zaten çok geç kalıyor. Dünya siyasetine yön veren neoliberal “piyasa köktencileri” ise, işbirliği içinde oldukları “karbon yakma teşkilatı” ile birlikte 2000’li yıllardan başlayarak 2050’lere kadar her yıl kendi rekorunu kıran sıcaklık değerleriyle, “kışsız” yıllarla, bu yılların kurak yazlarıyla, kıtlıklar, kitlesel göçler ve salgın hastalıklarla dolu bir dünya kuruyorlar. 2050’lerde büyük felaketler yaşattıkları toplumların da kendilerini zorlamasıyla bir şeyler yapmaya çalışan dünya devletleri geçici çözümlerle bir süre yavaşlatabilmiş olsalar da, çabalarının öngöremedikleri sonuçları nedeniyle 2073’ten 2093’e kadar, Batı uygarlığının da, serbest piyasa ekonomisinin de, demokrasinin de sonunu getirecek olan Büyük Çöküş’ü başlatmış oluyorlar.
Çin ise Yarı Gölge Çağı ve özellikle de Büyük Çöküş süresince planlı ekonomisi ve devlet müdahaleciliği sayesinde yaşanan felaketlere karşı yurttaşlarını dünyanın geri kalan ülkelerine göre daha iyi koruyabiliyor. Dünya toplumlarının gözünde itibar kazanan Çin Halk Cumhuriyeti modeli hızla dünyaya yayılıyor ve otoriter rejimler bütün ülkelerde bir daha ne zaman düşecekleri belli olmamak üzere iktidara geliyor.
Özetle, tarihçimiz Batılı egemenlere şunu soruyor: “Sonu otoriter devlet müdahaleciliğine vardıysa, ne kıymeti kaldı neoliberalizminizin?” Demek ki, 2393’te bile insanlığın onca deneyimine rağmen bu dar kafalı tarihçiye “Batılı emperyalistler iklim değişikliğinden çok daha evvel kendi toplumlarını komünizm öcüsüyle bu kadar budalalaştırmamış, dünya halklarına ve kendi emekçi sınıflarına karşı böyle kirli savaşlar açmamış olsaydı; belki ne Batı ne de Çin bu hallere düşerdi” diyen olmamış. İşte gerçek bir kara ütopya.