Ünlü biliminsanlarına ait sıkça kullandığımız özdeyişlerin birçoğu sahibine yanlışlıkla atfedilmiştir. Hatta bazı örneklerde, sözün iddia edilen biliminsanına ait olduğunu gösteren hiçbir somut delil yoktur. Örneğin “devlerin omuzlarında yükseldiğini” söyleyen ilk Newton mudur? Ya da Laplace’ın o ünlü sözüyle Napolyon’a kafa tuttuğu gerçek midir? Peki ya Einstein’ın yalınlığa ilişkin “basit” sözü, onun ağzından mı çıkmıştır?
“Ölümsüzlüğe inanmak mı? Asla. Üstelik bana tek bir hayat yeterlidir.“ (Albert Einstein)
“Hayatta korkulacak hiçbir şey yoktur, onun sadece anlaşılması gerekir.“ (Marie Curie)
“İnsan zihninin en büyük günahı, bir şeylere delil olmadığı halde inanmaktır.“ (Thomas Henry Huxley)
Ünlü biliminsanlarının bilgelik yüklü sözlerine atıf yapmak bizlerde özel bir tatmin duygusu yaratır: Bu insanların doğanın sırlarına vakıf olduklarına inanmış olmamız, sarf ettikleri sözlere alışılmışın dışında bir derinlik ve doğruluk payı kazandırır gözlerimizde. Dolayısıyla hem bilimsellik hem de bilgelik vasfını bir arada taşıyan bu kişilerin düşüncelerine atıfta bulunmakla günlük hayatımızda daha etkileyici, daha inandırıcı bir mesaj iletmeyi de hedefleriz.
Fakat ne ilginçtir ki, aynı zamanda, çoğumuzun ara sıra başvurduğu özdeyişlerin birçoğunun sahibine yanlışlıkla atfedilmiş olduğunu görürüz. Bu durum farklı nedenlerden kaynaklanabilir: Örneğin bir biliminsanının şöhrete kavuşmuş olması, sarf ettiği sözün, her ne kadar başka kişiler tarafından daha önceden dile getirilmiş olsa da haksızca kendisiyle bağdaştırılmasına neden olabilir. Veyahut meşhur bir özdeyiş gerçekte, günümüzde tam olarak anıldığı şekilde ifade edilmemiş, bilim tarihinin not defterine hatalı olarak düşmüştür. Bir diğer durumda ise, bir özdeyişin bir biliminsanına atfedilmesi hiçbir somut kayda dayanmaz; o, gerçekliği kanıtlanmamış bir efsaneden ibarettir sadece. Bu yazıda sehven yapılan bu tür atıflardan üç tanesine bakacağız.
‘Devlerin omuzlarında yükselen cüceler’
“Şayet daha ileriyi görebildiysem devlerin omuzlarında durduğum için olmuştur” sözü Isaac Newton’un akıllarda en çok iz bırakan sözlerinden biridir. Bunu hangi şartlar altında söylemişti meşhur İngiliz bilimadamı?
Newton, bilimsel çalışmalarının bir kısmını ışık üzerine odaklamıştı. Çok erken, henüz 22 yaşındayken, bu konuda mevcut literatürü okumuş, özellikle de ışık teorisi üzerine kendisinden önce çalışmış en önemli bilimadamlarından biri olan Descartes’ın eserlerini incelemişti. Newton, ışık huzmesinin ufacık parçacıklardan oluştuğunu öne sürmüş ve beyaz ışığın, gökkuşağı renklerinin tümünü içeren farklı renkte ışınların bir araya gelmesiyle ortaya çıktığını tespit etmişti. Başka bir deyişle, bugün “spektrum” dediğimiz kavramı icat etmişti. Bu bağlamda örneğin sabun baloncukları gibi “ince filmler” üzerinde oluşan çok renkli ışık örüntülerini özel bir itina ile inceleyecek, oluşumlarına dair bir açıklama getirmeye çalışacaktı.
Newton’un yıllarca ışık üzerine yürüttüğü çalışmalarını bir arada toplayan Birçok Makalemde konu edilen ve Işığın Özellikleri’ne açıklık getiren bir Varsayım başlıklı makalesi Kraliyet Cemiyeti’nin 16 Aralık 1675 tarihli oturumunda Londra’da okunmuştu. Newton’un şahsen bulunamadığı bu toplantıda bahis konusu makalenin sunulması üzerine bilimsel çalışmalarıyla rakibi olan doğa bilimcisi, mimar ve eski dille “hezârfen” diyebileceğimiz Robert Hooke’un söz istediği, bu sonuçların ziyadesiyle kendisi tarafından zaten yayımlandığını, Newton’un da bazı ufak katkılarla konuyu bir nebze daha ileriye götürdüğünü iddia ettiği rivayet edilir. Bu olayı izleyen haftalarda, Newton ile Hooke mektuplaşarak aralarındaki ihtilafa bir açıklık getirmeye çalışmışlardı.
Hooke, 20 Ocak 1676’da Newton’a yazdığı mektupta “öyle ya da böyle hakkımda yanlış bilgilendirilmiş olabilirsiniz” demişti. Uzlaşmacı bir üslup takınıp “bu işte benden daha uzaklara gittiniz” ve “sanırım konuyu incelemekte sizden daha uygun ve daha muktedir bir kişi yoktur” demeye kadar varan, hatta kendi yeteneklerinin Newton’unkilerinin çok daha altında olduğunu ifade eden sözler telaffuz etmişti. Bu iltifatlara cevaben 15 Şubat 1676 tarihinde Newton, Hooke’a yazdığı mektupta şu tümceleri kaleme almıştı: “Konuyu araştırabilme yeteneğime fazla teveccüh gösteriyorsunuz. Descartes’ın yaptıkları iyi bir adımdı. Siz, birçok şekilde katkıda bulundunuz ve özellikle ince filmlerin rengini felsefi mülahazaya taşıdınız. Ben ise daha ileriyi görebildiysem eğer, devlerin omuzlarında durduğum için olmuştur.”
Newton’un sözü, bir alçakgönüllülük örneği oluşturmanın yanı sıra bilimde ilerlemenin, öncüllerin bıraktığı mirasa pay katmak suretiyle gerçekleştiğini ifade etmek amacıyla sıkça zikredilmektedir. Bu metaforu kendi mi bulmuştu Newton yoksa onu başka bir kaynaktan “ödünç almış” olabilir miydi? Bu konuda kesin bir bilgiye ulaşılmış değil; fakat Newton’un Salisbury’li John’un yazılarıyla karşılaşmış olduğu akla yatkın bir varsayımdır. Salisbury’li John (1120-1180) çok geniş kültürlü bir din adamı, değerli bir yazar ve hizmetinde olduğu Canterbury başpiskoposunun namına misyonlar icra eden bir diplomattı. 1176 yılında Fransa’da Chartres piskoposluğuna atanacak ve bu görevi hayatının sonuna kadar üstlenecekti.
John’un Chartres’dayken bir yeni-Platoncu filozof olan Bernard’ın eserleriyle karşılaşmış olması olasıdır. Metalogicon isimli Latince yazılmış kitabında şu sözleri kaleme almıştı Salisbury’li John: “Chartres’lı Bernard devlerin omuzlarında oturan cüceler gibiyiz (Nos esse quasi nanos gigantum humeris insidientes) derdi hep, ki bu sayede onlardan daha fazla ve daha uzakta bulunanları görebilmekteyiz, ve bu da bizlerin daha keskin bir görüş ya da herhangi bir ayırt edici fiziksel özelliğe sahip olduğumuzdan kaynaklanmamaktadır, sadece onların dev boylarının bizleri yükseltip tepelere taşıdığı içindir.”
Chartres’lı Bernard’ın ise (1124 yılından sonra ölmüş olmalı) bu tümceyi, eskiçağ filozoflarına yönelik bir teveccüh sergilemek fakat aynı zamanda kendi çağının katkılarını methetmek amacıyla dile getirdiği söylenir. (1) O zamanki yani 12. yüzyıl katedral okulları, bünyelerinde geniş bir bilgi birikimi ve nitelikli bir eğitim düzeyini barındırabiliyor olmalarını, bir yandan eskiçağ Yunan ve Roma filozoflarının yarattığı o zengin ve çok yönlü bilgi kaynağına; ama öte yandan organizasyon itibariyle geleneksel bir çizgiden kaçınabilmiş ve özgün bir müfredat yaratabilmiş olmalarına da borçlu olduklarını ima etmektedir – yani her ne kadar devler önemli olsa da cücelerin aklını yabana atmamak gerekir!
Devlerin omuzlarında duran cüceler metaforunu zamanda daha geriye götüremediğimiz için, mucidinin Newton değil Chartres’lı Bernard olduğunu kabul etmeliyiz.
Laplace, Napolyon’a ne söyledi?
Pierre-Simon Laplace (1749-1827) bilim tarihinin gelmiş geçmiş en önemli kişiliklerinden biridir. Sıra dışı bir astronom, bir fizikçi ve aynı zamanda bir matematikçi olan Laplace’dan “Fransız Newton” olarak bahsediliyordu. Bu lakabını, büyük bir biliminsanı olmasının yanı sıra, Newton’un elde ettiği sonuçları esas alıp onları daha genel ve daha kapsamlı bir şekilde formüle ederek matematiksel astronomi alanını sağlam bir temele oturtmuş olmasına borçluydu.
18 yaşında Paris’e gelen Laplace, meşhur matematikçi d’Alembert’in yardımıyla matematik öğretim üyeliğine başlar. Daha sonraları kimyacı Lavoisier ve matematikçi Lagrange gibi ünlü biliminsanlarıyla birlikte çalışacaktır. Laplace, astronomiyle yakından ilgilenir. Özellikle Güneş sisteminin kararlılığı üzerine Lagrange ile birlikte araştırmalar yürütür. İncelediği konular arasında şu soru da vardır: Güneş ve onun etrafında dönen gezegenlerin yörüngelerindeki hareketleri bizlere her ne kadar kararlı gözükse de, bu sistem milyonlar sene sonra bildik halini koruyacak ve gezegenler yörüngelerinde tam bugünkü gibi dönmeye devam edecekler mi, yoksa birbirini zamanla değişen güçlerle çeken bu cisimlerin hareketlerindeki kararlılığı bozacak bir durum meydana gelecek mi?
Newton’un bu konudaki düşüncesi ilginçti: “Gezegenler, bazı ufak düzensizlikler dışında, hep aynı biçimde eşmerkezli çemberler üzerinde hareket ederler; kuyrukluyıldız ve gezegenlerin karşılıklı etkileşiminden kaynaklanmış olabilen bu düzensizlikler zamanla artmaya muktedirlerdir, ta ki bu sistemin bir reforma ihtiyacı olana kadar.” Anlaşılacağı üzere Newton, Güneş sisteminin kararsız olabileceğini düşünüyordu düşünmesine, ama ona göre kararlılığın korunması için sistemin ara sıra bir reforma -Tanrı’nın müdahalesine- ihtiyacı vardı. Newton’un bu açıklaması, rakibi olan Alman matematikçi ve filozof Gottfried Leibniz’in dikkatinden kaçmamıştı; Leibniz, Tanrı’nın, yarattığı eserlerin çökmemesi için ara sıra mucizelere ihtiyacı olacak kadar beceriksiz mi olduğuna alaycı bir dille dikkat çekmişti.
Laplace, Güneş sisteminin kararlılığına ilişkin ispatını 1799-1825 yılları arası yayımladığı beş ciltlik Göksel Mekanik eserine dahil edecekti (örneğin Güneş sisteminin en büyük iki gezegeni olan Jüpiter ve Satürn’ün yörüngelerindeki bozulmaların periyodik olduğunu ve bu iki gezegenin her 900 yılda tekrar tam aynı pozisyona döndüklerini büyük bir başarıyla kanıtlayabilecekti). Kitabını 1802 yılında (o yıla kadar eserin ilk üç cildi yayımlanmıştı) Napolyon’a sunması, Laplace’ın günümüzde hâlâ sıkça zikredilen bir söz söylemesine neden olacaktı. Kitabı okuduktan sonra Napolyon eseri beğendiğini ancak Laplace’ın, evren sistemi üzerine yazdığı bu kapsamlı eserin hiçbir yerinde o evreni yaratmış olan Tanrı’dan bahsetmediğini ifade edince Laplace, “Efendim, o varsayıma ihtiyacım olmadı” yanıtını vermişti. Bu yanıt, Laplace’ın pozitivist felsefeye yakınlaştığını ve fiziksel olayları salt belirlenimci (determinist) süreçlerle bağdaştırdığını ortaya koymak, ayrıca 19. yüzyılın başlarından itibaren bilimin, dinin prangalarından kurtulma mecrasına eskisine nazaran daha ciddi bir şekilde oturduğuna dair örnek vermek adına kullanılır.
Ancak Laplace ile Napolyon’un arasındaki bu konuşma hakkında yapılan iki farklı değerlendirme var ki bunların ikisi de yukarıdaki anlatıyla çelişmektedir. Gökbilimci Hervé Faye’e göre (2) Laplace, aslında Tanrı’ya değil, Newton’un Tanrı’nın doğal süreçlere ara sıra çekidüzen verdiği varsayımına gönderme yapmış, yani Newton’un aksine kendisinin hiçbir şekilde böyle bir tanrısal müdahale varsayımına ihtiyacı olmadığını ifade etmişti. Gerçekten de Laplace’ın böyle bir varsayıma niye ihtiyacı olmuş olsun ki? Güneş sisteminin istikrarını salt matematiksel argümanlara dayanarak kanıtlamamış mıydı? Ancak bu açıklamayı kabul etsek dahi, Laplace’ın yanıtının Newton’a karşı bir alay unsuru içerdiği muhakkaktır. Hervé Faye’ın zikrettiği bir diğer kaynağa göre Laplace, ölümünden kısa bir süre önce, Napolyon ile konuşmasının biyografik bir yayında yer alacağına dair duyum almış ve bunun bir şekilde -gerek bir açıklama eklenerek, gerekse konuşmaya yapılan atfın metinden tümüyle kaldırılmasıyla- önüne geçilmesini bile istemişti.
Konuşmanın ikinci değerlendirmesi (3), olayın tek tanığı olan İngiliz astronom William Herschel’e dayandırılıyor. Herschel, günlüğünde, Napolyon-Laplace görüşmesine şu şekilde yer veriyor: Napolyon Herschel’e astronomi ve göklerin mimarisi hakkında sorular sorup ondan tatminkâr yanıtlar alması üzerine, bu sefer Laplace’a doğru dönüp onun da aynı konularda kanaatini bildirmesini istemişti. Fakat Laplace’ın kendi fikirlerinden farklı fikirler ifade ettiğini görünce bilimadamıyla uzun bir tartışmaya girmişti. “Fikir farkı, birinci Konsül’ün haykırış ya da hayranlık içeren bir ses tonuyla (yıldızlı göklerin enginliği hakkında konuşuyorduk) sorduğu soruyla ortaya çıkmıştı: ‘Bütün bu şeylerin yaratıcısı kimdir!’ Mösyö De la Place, bu muhteşem sistemin inşa ve ayakta kalışını, bir doğal nedenler zinciriyle açıklayabileceğini göstermek istiyordu. Birinci Konsül ise buna bayağı karşıydı.” Görüldüğü gibi Herschel, Laplace’ın meşhur sözünden hiç bahsetmemektedir, bu yüzden de Laplace’ın tarihin defterine geçen o meşhur sözünün gerçekdışı olduğu düşünülebilir.
Ünlü özdeyiş, Einstein’a mı ait?
“Her şey olabildiğince basit olmalıdır, ama daha basit değil” sözü Albert Einstein’a atfedilen özdeyişler arasında en tanınmışlarındandır. Ancak Laplace’ın durumunda olduğu gibi bu durumda da Einstein’ın onu telaffuz edip etmediğine şüpheyle bakmamız gerekir.
Bu özdeyiş, adına “yalınlık ilkesi” denilen oldukça eski bir düşünceyi ifade eder aslında. İlke sıkça “Eldeki tüm hipotezlerin arasında asgari sayıda varsayım gerektiren hipotez yeğlenmeli” şeklinde özetlenmiştir. 14. yüzyılda yaşamış olan İngiliz papaz, ilahiyatçı ve filozof Ockham’lı William, bu düşüncenin en ünlü savunucularından biriydi. Meşhur “Ockham’ın usturası” bu ilkeye gönderme yapar. Gerçi Ockham’lı William’ın kullandığı formülasyon biraz farklıydı: “Çoğulluk, gereksiz yere asla öne sürülmemeli.”
Özdeyişin doğuş noktasını araştırmaya koyulduğumuzda, kıt kaynaklarla karşı karşıya kaldığımızı görürüz. Bu konuda yürütülen çalışmalar (4), Amerikalı kompozitör ve müzik eleştirmeni Roger Sessions’un 1950 yılında yayımladığı bir makale dışında güvenilir herhangi bir kaynağı ortaya koyabilmiş değildir. Sessions makalesinde şöyle bir ifade kullanır: “Albert Einstein’ın elbette müziğe de uygulanabilir bir sözünü hatırlıyorum. Esasen, her şey olabildiğince basit olmalıdır, ama daha basit değil, demişti!” Burada yer alan “esasen” sözcüğünün önemine dikkat çekilmiştir: Anlaşılan şu ki Einstein bu tümceyi harfi harfine dile getirmemiş, Sessions, Einstein’ın düşüncesini ustaca ve tarihte iz bırakacak bir formül ile özetlemiş olmalıdır.
Einstein’ın daha önceleri (1933 yılında) benzer bir kavramı dillendirmesinin, Sessions’un yazdıklarına inandırıcılık kattığı öne sürülmektedir: “Tüm teorilerin nihai amacının, tek bir deney verisini bile uygunca göstermekten feragat etmeksizin, temel unsurları mümkün mertebe basitleştirmek ve azaltmak olduğu inkâr edilemez.” Dolayısıyla Einstein’ın yalınlık ilkesini benimsemiş olduğunu teyit edebiliriz; ancak özdeyişi kendisine mi yoksa Roger Sessions’a mı borçlu olduğumuz konusu şimdilik kesinlik kazanmış değildir.
***
Burada hatalı atıflar repertuarından sadece üç tane örnek verdik. Listeyi uzatmamız mümkün elbette. Sizin en çok kullandığınız hatalı atıf hangisidir?
Kaynaklar
1) Richard Southern, Making of the Middle Ages, Yale University Press, 1961.
2) Ernest Pasquier, “Les hypothèses cosmogoniques (suite)”, Revue néo-scholastique, No 18, s.124-125, 1898.
3) Daniel Johnson, “The Hypothetical Atheist”, Commentary, Haziran 18, 2007.
4) http://quoteinvestigator.com/2011/05/13/einstein-simple/