Bu günlerde çevre dostu olmayan kalmadı. Bir zamanların marjinal toplumsal hareketi yaygınlaştıkça, çevreci yelpazesine dahil olanların da çeşitliliği arttı; her kesimden insanın ardından market zincirleri, bankalar ve hatta hamburgerciler bile çevrecilik kervanına katıldı. Peki bu “çevre dostu” etiketinin satılan ürünlere ya da verilen hizmetlere eklenmesi çevre açısından bir kazanım mı gerçekten? İsveç’teki Gävle Üniversitesi’nde enerji sistemleri, sürdürülebilirlik ve psikoloji alanlarında çalışan Patrik Sörquist ve Linda Langeborg’un Frontiers in Psychology dergisinde yayımladıkları makale bu soruya olumsuz bir cevap veriyor. İkilinin mesajı çok net: “Doğayı kurtarmayı gerçekten istiyor musunuz? O zaman dostu olmaya çalışmaktan vazgeçin!”
Derginin ‘İklim Değişiminin Bilişsel Psikolojisi’ başlığıyla yayımladığı yazı dizisinin parçası olan Sörquist-Langeborg makalesi çevrecilik meselesini evrimsel-bilişsel bir perspektiften ele alması bakımından çarpıcı. Buna göre çevre dostu tutumumuzu bugün bu kadar sorunlu hale getiren, çevreyle kurduğumuz ilişkiyi, başka pek çok şeyde olduğu gibi bir sosyal mübadele biçimi olarak görmemiz. Yani ‘çevre dostu’ davranışlar çoğumuz açısından, pek de çevre dostu olmayan başka davranışlarımızın bir telafisi. Mesela işe bisikletle gidiyorsak tatile giderken uçağa binmeyi hak ettiğimizi düşünüyoruz. Ya da Pazartesileri vejeteryan beslenme günü ilan ettik diye geri dönüşüm işini arada savsaklamakta sakınca görmüyoruz. İyi ve kötü addettiğimiz eylemler ya da almak ve vermek arasındaki dengeyle şekillenen bu mübadeleci anlayışın çevre söz konusu olduğundaki yansımaları elbette kişiden kişiye değişiyor. Ancak ekolojinin zararına işlediğimiz eylemlerin yarattığı suçluluk (yazarlar buna eko-suçluluk diyor) halinin giderilmesinde çevre dostu etiketinin bir tür hızlı çözüm sağladığı kesin. Gel gör ki ikili ilişkilerde başvurulması anlaşılır mübadeleci ya da telafici anlayış, çevre gibi çok boyutlu ve karmaşık bir sistemle olan ilişkimizde tekrar edildiğinde işlemiyor. Nedeni çok basit. Çevreye verdiğimiz zararın telafisi yok. En azından çoğu durumda… Yani Sörquist-Langeborg ikilisinin de ifade ettiği üzere, dengeci anlayış uyarınca çevre için iyi birşey yapmak adına ‘çevre dostu’ etiketli ürünlere yönelmemiz bir olumsuzluk değil, ancak çevre için gerçekten iyi birşey yapmak istiyorsak çözüm bu ürünlerden daha fazla almak değil, genel anlamda hiç almamak; diğer bir ifadeyle tüketmemek!
Yazarlar, çevre dostu ürünler satın alarak, hibrid arabalara yönelerek ya da yıkanılan suyun sıcaklığını düşürerek en iyi ihtimalle “daha az zararlı” bir eylemde bulunulduğunu hatırlatmanın birkaç olası yöntemini de önermişler. Mesela bir çeşit ekranda okutma sistemini devreye sokarak alınan ürünlerin ne kadar karbon ayakizine* karşılık geldiğini tüketiciye anında göstermek, yapılan tüketimin çevre üzerindeki yükü azaltmak şöyle dursun, bilakis üstüne eklendiğini göstermeye yarayabilir. Temelde eylemlerinin gerçek ve doğrudan sonuçlarını tüketiciye göstermekten geçen bu adımlar ya da bunlara eklenecek bilinçlendirme kampanyaları ne kadar etkili olur şüpheli. Dahası araştırmacılar çevre meselesindeki tutumumuzu etkileyen başka evrimsel-bilişsel engellerden de söz ediyor: Bireysel ödülleri kolektif ödüllerin önüne koymak, anlık kazanımları uzak gelecektekilere tercih etmek ve kendi grubunun çıkarlarını diğer gruplarınkine göre kayırmak gibi. Oysa çevre sorunları küresel ölçekte ilerleyen, çözümü için işbirliği ve fedakârlık gerektiren, bugünün dönüşümlerinin meyvelerini uzak gelecekte vereceği cinsten.
Örneğin Nature Climate Change dergisinin son sayısında yayımlanan bir araştırma, insanların yerleşim, sanayi ya da tarım amacıyla işgal ettiği alanların 2070 yılında ulaşacağı düzeyin 1.700 amfibi, kuş ve memeli türünü daha yok olma tehlikesiyle burun buruna bırakacağını söylüyor. Yaklaşık %30 ila %50 düzeyinde bir yaşam alanı kaybına uğrayacak bu türlerin büyük çoğunluğu Orta ve Doğu Afrika’da, Orta ve Güney Amerika’da ve de Güneydoğu Asya’da yaşıyor. Bu rakamı gazetede okuyan kişi Endonezya’daki kurbağadan ya da Brezilya’daki kuştan bana ne diyebilir. Tam da bu tepkiyi tahmin ettiklerinden Nature Climate Change makalesinin yazarları uyarıyor: “Tür popülasyonlarında yaşanacak kayıplar ekosistemlerin işleyişini ve insanın yaşam kalitesini geriye dönüşsüz biçimde bozabilir. Gezegenin uzak köşelerindeki biyoçeşitlilik kaybı bizi doğrudan etkilemiyor gibi görünse de insanın geçim kaynakları üzerindeki etkisi küresel ölçekte olabilir. Üstelik de bu kaybın sorumlusu genellikle dünyanın öte yakasından gelen, palm yağı, soya fasulyesi, tropikal ağaç kerestesi gibi tüketim talepleri. Dolayısıyla bu durumdan hepimiz birden sorumluyuz.” Sonuçta her hafta mevcut üretim ve tüketim biçimlerinin iklime, doğaya ve diğer türlere verdiği zararı ele alan yeni bir araştırmaya rastlamak mümkün. Rakamların, verilerin, savların ardı arkası kesilmiyor. İnsan türünün nüfusundaki büyümenin de önüne etik, siyasi ya da dini nedenlerle geçemeyeceğimize göre bunları okumanın ya da alışveriş sepetindeki ekolojik muzun karbon ayakizine katkısını görmenin insanları asıl çözüme, yani çok daha az tüketmeye yaklaştıracağını umut etmekten başka çare kalmıyor.
*Karbondioksit cinsinden ölçülen, üretilen sera gazı miktarı açısından insan faaliyetlerinin çevreye verdiği zararın ölçüsü.
Kaynak
1) Patrik Sörquist ve Linda Langeborg, “Why people harm the environment although they try to treat it well: An evolutionary-cognitive perspective on climate compensation”, Frontiers in Psychology, 4 Mart 2019.
2) Kendall Teare, “Due to humans, extinction risk for 1.700 animal species to increase by 2070”, YaleNews, 4 Mart 2019.