İnsan mutsuz olduğunda mı fark eder hayatının tekdüze olduğunu? Bir çemberin içinde dönüp duran hamster misali, birbirinin benzeri günler geçirdiğini? Yıllardır sürüp giden bazı şeylerin aslında arzularımıza, hayallerimize, ümitlerimize uzak olduğunu anlayınca mı mutsuz oluruz yoksa?
Hayatının sıradanlığından yorulmuş başkahramanımız büyük metro altgeçitlerinin herhangi birinden geçmiş olanların kolaylıkla gözünde canlandıracağı bir yeraltı pasajında, televizyonlar için kumanda satan bir dükkan işletmektedir: Kumandan. Tekdüzeliğinden bunaldığı hayatına zaman zaman karakolda gönüllü teşhis ekibi üyesi olarak renk katar. Kendi kendine bu kez işlenen suçun muhtevası ya da suçlunun tipi hakkında çeşitli senaryolar üreterek, bazen de pasaj komşuları hakkında felaket hikâyeleri kurgulayarak beyin jimnastiği yapar. Bu eğlenceleri dışında rutin, hatta sıkıcı bir hayatı vardır. Bir gün lisedeki platonik aşkı Canan’la karşılaşması gördüğü rüyanın gerçekleştiğini sanmasına neden oluyor ve kimi zaman esrarengizleşen bir serüvene doğru sürükleniyor. Bir yerden sonra gördüğü rüyalar yüzünden yaptığı tercihler, rüyalarla gerçeklerin arasındaki çizgileri silmeye başlar.
Hakan Bıçakcı’nın yirmi yıla yaklaşan yazarlık geçmişinde roman, öykü, inceleme ve şimdi de novella olarak tanımlanan bu kitabıyla ondan fazla eseri mevcut. Bazı kitaplar okuduğumuz zamanın tam da öyle bir dönemimize denk gelmesinden mi bilinmez; bize daha karanlık, daha komik, daha hüzünlü ya da daha eğlenceli gelir. Bazen de yine öyle bir döneme denk gelmemesinden ötürü çok sevdiğimiz bir yazarın kitabının öncekilere göre daha az karanlık ya da daha az komik olduğunu düşünürüz. İki Rüya Dokuz Gerçek, işte o zamanımıza mı denk geliyor, yoksa yazarın zamanına mı denk geldi, okur olarak vereceğimiz bir karar. Seçtiği konuları genellikle hayatın karanlık, loş ya da mutsuz bölgelerine yerleştirerek yazmayı tercih eden Bıçakcı bu kitabında, belki de hikâyenin büyük bölümünün geçtiği lunapark yüzünden, bu kez o karanlığın en derinlerine davet etmiyor bizi. Tabii bu kitapta da insanın karşılaştığı o ikilemler, hayatın yoran yanları, yalnızlıklar, mutsuzluklar var. Fakat o “Apartman Boşluğu” karanlığında kaybolmuyoruz. Loş ve yabancı bir koridorda ışıkları açmadan ilerlerken duyduğumuz o tedirginliğe benzer bir duyguyla, kitabın içinde ilerliyor, hep bir kırılma anı bekliyoruz. Beklediğimiz kırılma, beklediğimiz şekilde gelmiyor belki ama bu hayal kırıklığı değil, aksine bir ferahlama yaratıyor. Rüyalar gerçeklere, gerçekler hayallere karışıyor.
Gerek yeraltı pasajındaki dükkânlar, gerekse lunaparka dair detaylar o kadar ayrıntılı anlatılmış ki tasvir edilen mekânlar çocukluğumuzda severek baktığımız, okuduğumuz üç boyutlu kitaplar gibi gözümüzün önünde yükseliveriyor. Eserin bir özelliği de, çizimlerle zenginleştirilmiş olması. M. Kutlukhan Perker ismi çizgi roman severlere tanıdık gelebilir. 2000’lerin başında Amerika’ya yerleşen Perker The New York Times’tan MAD’e kadar pek çok yayında çizgileriyle yer bulmuş, DC Comics / Vertigo’dan çıkan bazı çizgi romanlara imza atmış. Bu kitapta da kapaktan itibaren illüstrasyonlarıyla bizi kahramanla yüz yüze getiriyor. Çizimler olmasaydı belki biraz daha düşkün, bezgin hayal edebilirdik kahramanımızı. Onu hiç yadırgamadan benimsememiz çizgilerin yeterli olmasından mı, yoksa daha kapaktan hayal gücümüzü bir çizime bağlamasından mı? İllüstrasyon düşkünlerini bir yana bırakırsak, ilk seçenek ağır basıyor bence. Çizimler kitabın genelinde hissettiğimiz o aşinalık hissini artırıyor. Hangi romanını okursak okuyalım, esas oğlan ya da esas kız, ne işle meşgul veya nasıl bir çevrede yaşıyor olursa olsun, her zaman bir şekilde “bizim hikâyemizi” anlatan Bıçakcı’nın son karakteri de yine “biz” oluyoruz çizimlere bakınca. Kendi hayatımız kadar sıra dışı ya da kendi hayatımız kadar sıradan.
Kahramanın hikâyesinde bize göre neredeyse hiç önemi olmayan detaylar için bir ay öncesinden hazırlanıp, hayatımızın eksenini belirleyen olayları sanki bir başkasına aitmiş gibi uzaktan izlediğimiz zamanları görüyoruz. Bir yandan bizden bahseder gibi tanıdık, bir yandan da gerçek olamayacağını bildirecek kadar uzak olayları aynı karakterlere yaşatmak yazarın becerikli olduğu konulardan. Bir rüyanın peşine takılıp belirsizlik dolu bir yolculuğa çıkmanın yaşı olsa olsa on beştir çünkü. Ama diğer yandan bazen hepimiz her gün aynı işe gitmekten sıkılıp, “işi gücü bırakıp bir sahil kasabasına yerleşme hayali” kurarız. Tabii ki bu hayalin bütün detayları bellidir kafamızda, belirsizliğe yer olmaz hayallerde. Bıçakcı’nın sağlamcılıkla hayatın akışına kapılmışlık arasında gezinen kahramanı bazı noktalarda “ya ben olsaydım” sorusunu akla getiriyor. Yazar, bu kitabıyla bizi sınırlarımızın başladığı ve bittiği yerleri düşünmek için bir suyun kıyısına götürüyor. Gerçeklerimiz nerede başlar, nerede hayallerimize karışır, onlardan nerede ayrılır? Seçimlerimizin, daha doğrusu seçmediklerimizin ardında bizi bekleyenleri düşünmek de cesaret gerektiren bir eylemdir. İki Rüya Dokuz Gerçek yazarın sadık okurlarını şaşırtmıyor. Bıçakcı ile ilk kez tanışan okurları ise kişisel hesaplaşmalar içeren bir yolculuk bekliyor.
İki Rüya Dokuz Gerçek, Hakan Bıçakcı, Karakarga Yayınları, 2019, 94 s.