Paul de Kruif
Çeviren: Mithat Enç
Robert Koch bir askeri bir doktor olup madalyalar kazanmak veya bir gemi doktoru olup dünyayı gezmek istemişti. Evlenince bu gençlik hayalleri son buldu ve Prusya köylerinde doktorluk hayatına başladı. Bu köy doktoru, mikropların en öldürücü düşmanlarımız olduğunu kanıtlayan, mikrop avcılığını bir bilim kolu haline getiren ve milyonlarca insanın hayatını kurtaran bir kahramana dönüştü. İnsanlık şarbon, verem ve kolerayı Koch sayesinde yendi.
Okuyacağınız makale, bir zamanların Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1951 yılında yayımlanan “Mikrop Avcıları” adlı kitabın (Bilim Eserleri Serisi, Paul de Kruif, Çev. Mithat Enç) Robert Koch’un çalışmalarını ele alan bölümünden derlenmiştir. Aynı eserin ilk mikrop avcıları olan Leeuwenhoeck ve Spallanzani’nin yaşamlarını yansıtan bölümlerini daha önce dergimizde yayımlamıştık. Milyonlarca insanın hayatını kurtaran bu büyük kahramanların öykülerini yayımlamaya devam edeceğiz. Başlık ve arabaşlıkları biz koyduk.
Robert Koch, Leeuwenhoeck’tan da garip ve anlaşılması güç bir mikrop avcısıydı. Bundan başka o da aynı derecede kendi kendini yetiştiren bir bilim adamıydı. Koch fakirdi. Doktorlukla ekmeğini kazanmak zorundaydı. Bildiği bütün fen bilgisi sıradan bir tıp kursundan elde edilmişti. Eşinin doğum günü hediyesi olarak verdiği sevgili mikroskobundan başka aracı da yoktu. Geriye kalan her şeyi tahta parçalarından, ipten ve bir parça mühür mumundan şekillendirip icat etmesi gerekiyordu. En kötüsü fare ve mikroplarının yanında oturma odalarına geçip de karısına keşfettiği yeni ve garip araç ve malzemeyi anlatmak istediği zaman bu iyi kadının burnunu kapayarak ona: “Aman Robert, ne fena kokuyorsun” demesiydi.
Derken farelere şarbon hastalığını aşılayabilmek için emin bir yol buldu. Bunlara zehirli kanı sıkabilecek uygun bir şırınga yoktu. Birkaç tahta kıymığı aldı. Bunları iyice temizledi. Üzerlerine yapışık olması ihtimali bulunan adi mikropları öldürmek için etüvünde ısıttı. Bu kıymıkları şarbondan ölen koyunların kan damlalarına batırdı. Bu esrarlı, hareketsiz iplikler ve değneciklerle dolu bir kandı. Sonra, farenin kuyruk sokumuna temiz bir bıçakla ufak bir kesik yaptı. Sonra kana boyanmış kıymığı büyük bir beceriklilikle bu kesiğin içine soktu. Bu fareyi ayrı bir kafese bıraktı. Elini yıkadı. Sonra ödevlerine bağlı bir adamın duruşu ile dalgın dalgın hasta bir çocuğun neyi olduğunu anlamaya gitti: “Bu hayvan, bu fare şarbondan ölecek mi?… Bayan Smith çocuğunuz haftaya tekrar okula başlayabilir… Umarım şarbon mikrobundan birazını parmağımdaki kesiğe sürmemişimdir”… Koch’un hayatı işte böyleydi.
Şarbon mikrobunun peşinde
Ertesi sabah kendi eli ile yaptığı laboratuarına girince faresini kaskatı sırtüstü yere serilmiş buldu. Evvelce yatkın olan tüyleri dimdik kesilmiş, dünkü beyazlığı kurşuni bir maviliğe dönmüş ve ayakları da havaya dikilmişti. Bıçağını ateşte ısıttı. Ölü fareyi bir tahta üzerine yerleştirerek parçaladı. Karaciğer ve akciğerine kadar her şeyini ortaya çıkararak cesedinin her köşesini iyice gözden geçirdi: “Evet bu da tıpkı şarbondan ölen bir koyunun içine benziyor. Şu dalağa bak, nasıl şişmiş ve morarmış. Hemen hemen hayvanın bütün içini dolduruyor.” İyice ısıtılıp temizlenmiş bir bıçak alıp bu şişkin dalağı yardı. Buradan aldığı morumtırak irinden bir damlasını mikroskobunun altına yerleştirdi.
Nihayet: “Hah işte, işte o iplikler ve değneciklerden burada da var. Farenin bütün vücudunu kaplamışlar. Tıpkı dün kıymığı daldırdığım ölü koyunun kanındaki gibi” diye mırıldandı. Koch keyifle, satın alınması ucuz, uğraşması kolay olan farelerde koyun, inek ve insanların hastalığını yarattığını anladı. Bundan sonra bir ay için hayatı birbiri arkasına ölen farelerle geçti. Her gün devamlı olarak ölü koyunların kanlarından kıymıkla biraz alıyor, sıhhatli bir farenin kuyruk sokumuna temiz bir bıçakla bir çizgi çizdikten sonra bu damlayı oraya sürüyordu. Her defasında Koch ertesi sabah laboratuarına girdiği zaman bu yeni farenin de şarbondan ölmüş olduğunu görüyordu. Mikroskobu da her defasında ona ölü hayvanların kanında o iplik ve değneciklerden milyonlarcasını gösteriyordu. Bunlar sıhhatli hiçbir hayvanın kanında bulunmayan hareketsiz, bir santimin on binde biri kalınlığında ve arapsaçı halinde iplikler ve değneciklerdi.
Koch, “Bu iplikler canlı olmalıdır” diye düşündü. “Farenin kesiğine bulaştırdığım kan damlasında bu değneciklerden ancak birkaç yüz tane bulunabilir. Bunlarsa hayvanın hastalanıp öldüğü yirmi dört saat içinde milyonlarca üremişler. Bu ipliklerin büyüyüşünü görmek isterdim. Fakat canlı bir farenin içi de seyredilmez ki.”
“Bu değneciklerin uzun iplikler haline gelişini görmek için nasıl bir çare bulabilirim…” Hastalarını nabzını sayıp dillerine bakarken bu soru karşısında tepinip duruyordu. Akşamları yemeğini alelacele bitirdikten sonra fare ve dezenfeksiyon kokan küçük laboratuarına kapanıyor ve bu iplicikleri farenin vücudu dışında üretmenin yollarını arıyordu. O dönemde Koch, Pasteur’ün bira mayası çorbaları ve cam balonları hakkında pek az şey biliyordu. Yapmaya uğraştığı deneylerde taş devri insanlarının ateş yakmakta gösterdiği kaba kendine görelik fark ediliyordu.
Koch,“Bu iplikleri kabil olduğu kadar hayvanların vücudunun yapısındaki nesneye benzeyen bir şey içinde üretmeye çalışacağım. Bunun tıpkı canlı bir madde gibi olması lazım” diye mırıldandı. Bunun üzerine içi arapsaçı halindeki ipliklerle dolu ölü bir farenin dalağından iğne ucu kadar ufacık bir parça alarak öküzün göz suyundan alınmış bir damlanın içine koydu. “Bunun onlar için iyi bir yiyecek olması gerekir” diye düşündü. “Fakat ihtimal, ipliklerin üreyebilmesi için farenin vücut ısısına da ihtiyaçları vardır” dedi. Bunun üzerine kendi eliyle gaz lambası ile ısınan uydurma bir etüv yaptı. Pek de önemli olmayan bu etüvün içinde öküzün göz suyundan aldığı damlayı aralarına koyduğu iki cam parçasını yerleştirdi. Sonra gece yarısı, uyumak için değil yatmak için girdiği yatağından kalkarak tüten etüv lambasını biraz kısmaya gitti. Fakat geri yatağına dönecek yerde akıl almayacak kadar ufak olan mikroplarını arasına hapsettiği ince cam parçalarını tekrar tekrar mikroskobunun altına soktu. Bazen onların büyüdüklerini görüyorum sanıyordu, ama emin değildi. Zira yüzen ve zıplayan yabancı mikroplar insanı çileden çıkaracak şekilde bu cam parçalarının arasından içeri sıvışmanın yolunu buluyorlar ve üreyerek narin ve tehlikeli şarbon mikroplarını adeta boğuyorlardı.
“Değneciklerimi aralarında hiçbir mikrop bulunmayacak şekilde üretmeliyim” diye mırıldandı. Çare bulabilmek için de acemi acemi bocalayıp durdu.
Derken bir gün Koch’un kafasında ipliklerinin büyüyüşünü seyredebilmek için çok kolay ve sade bir yol çaktı. “Bunları başka mikropların erişemeyeceği sarkan bir damla içinde büyüteceğim” diye düşündü. Koch bütün yabancı mikropları öldürebilmek için iyice ısıttığı düz, çok ince bir cam parçası üzerine az önce kesilmiş sıhhatli bir öküzün gözünün suyundan bir damla damlattı. Bu damlanın içine farenin dalağından alabileceği en ufak bir parçayı bıraktı. Bu fare biraz önce şarbondan ölmüştü. Bunun üstüne de damlaya dokunmaması için ortası bir fanus gibi şişkin olan başka bir kalın ve oval cam parçasını kapadı. İnce camın kalınına yapışması için de bu çukurluğun etrafına vazelin sürmüştü. Sonra becerikli bir hareketle bu sade aracın altını üstüne çevirdi. İşte sarkan damlasını yapmıştı. İpliklerle dolu dalak parçası ile öküz gözünün suyu fanusun içindeydiler. Artık hiçbir mikrop onlara erişemeyecekti.
Belki Koch farkında değildi, fakat bu, Leeuwenhoeck’un yağmur damlası içinde küçük hayvanları gördüğü gün dışında mikrop avcılığı ve insanların ölüme karşı savaşında en önemli andı. Koch, “Bu damlanın içine başka bir şey giremez. Orada yalnız iplikler var. Artık bunların büyüyüp büyümediklerini anlayabileceğiz” diye fısıldadı ve sarkan damlasını mikroskobunun merceği altına yerleştirdi. Heyecan içinde sandalyesini çekerek olup bitenleri görmeye hazırlandı. Merceğinin görüş alanı içinde ancak fare dalağının tel tel birkaç parçasını fark edebiliyordu. Mikroskobunun altında bunlar çok muazzam görünüyorlardı. Bu dalak parçacıkları arasında ise, şurada burada birkaç tane değnecik gözüküyordu. İki saat süresince hiçbir şey olmadı. Derken hastalıklı dalak parçacıklarının arasında çok garip şeyler olup bitmeye başladı.
Damlanın içinde oradan oraya sürüklenen değnecikler büyümeye başlamışlardı. İşte şurada evvelce bir tane iken iki oluvermişti. Başka birisi de merceğin görüş alanı içinde kaybolan boydan boya yılan gibi uzanıp sürünerek dolaşık bir iplik halinde yavaş yavaş uzuyordu. Birkaç saat içinde ufacık dalak parçaları binlerce değnecik ve çözülemeyecek şekilde dolaşmış renksiz bir iplik yumağı, canlı sessiz ve öldürücü iplik yumaklarla örtülüp kaybolmuşlardı.
“Artık bu ipliklerin canlı olduğunu biliyorum” diye rahat bir nefes aldı, “Şimdi zavallı küçük farelerimin, koyunların ve hatta ineklerin gövdesinde nasıl milyonlarca üreyebildiklerini anlıyorum. Bu değneciklerden biri, bu basil, bir öküzden milyonlarca defa daha küçük belki. İhtimal yalnız bir tanesi öküzün vücuduna giriyor. Ona karşı hiçbir kini yok. Ondan nefret de etmiyor. Fakat bu basil orada milyonlarca ürüyor. İri hayvanın her yanını, beynini ve ciğerlerini kaplıyor, damarlarını tıkıyor. Bu gerçekten korkunç bir hal.”
Zaman, muayenehanesi ve bunun can sıkıcı ödevleri, bekleyen ve şikâyet eden hastaları, bütün bunlar onun için anlamsız bir hale geldiler. Koch sekiz gün süren sinir bozucu bir denemenin her gününde, önce içinde yalnız birkaç basil olan damlasında milyonlarcasını üretme mucizesini tekrar etti. Değneciklerle dolu ufacık sarkan damlasını öküz gözünün taze suyu içine bırakıyor ve bu su damlalarının her birinde sürülerle değnecik büyüyordu.
“Bu basilleri herhangi bir hayvanın gövdesinden uzakta sekiz nesil ürettim. Bunları saf ve bütün yabancı mikroplardan uzakta büyüttüm. Bu sekizinci sarkan damlada ne ölü farelerin dalak parçaları ve ne de hastalıklı bir tek doku var. Bunun içinde yalnız fareyi öldüren basillerin çocukları bulunuyor. Acaba şırınga etsem bu basiller bir fare veya koyunun vücudunda gene üreyebilecekler mi? Şu ipliciklerin gerçekten şarbonun nedeni olduğunu bulabilecek miyim?”
Koch büyük bir itina ile sekizinci nesilden mikroplarla dolu ve hatta içindeki sayısız basiller yüzünden kendi gözlerine bile bulanık gözüken bu damladan bir parçasını bir tahta kıymığın üzerine bulaştırdı. Sonra bütün atılgan, ihtiyatsız ve bocalayan araştırıcıları koruyan melek yanı başında olduğu halde bu kıymığı maharetle bir farenin derisi altına batırdı.
Ertesi gün Koch teşrih tahtasının üzerine yerleştirdiği bu hayvanın cesedi üzerine iyi görmek için miyopça eğilmiş duruyordu. Ümitten başı dönerek bıçaklarını alevden geçiriyordu. Üç dakika geçmeden Koch mikroskobunun önüne oturmuş, ölü hayvanın dalağından aldığı küçük bir parçayı ince iki cam arasında mikroskobunun altına yerleştirmiş bulunuyordu; “ispat ettim” diye mırıldandı, “İşte burada da iplicikler, değnecikler var. Sarkan damladaki basiller de yeni ölen bir koyunun kanındakiler kadar öldürücü.”
Koch böylece bu son farenin leşinde de çok zaman evvel elleri henüz beceriksiz ve mikroskobu da pek yeni iken ilk gördüğü ölü ineğin kanında bulduğu ve canlı olduklarını bilemediği aynı mikropları bulmuştu. Bunlar büyük bir itina ile birçok farelerde ve sayısını bilemediği sarkan damlalarda besleyip büyüttüğü basillerin aynısıydı.
Bütün araştırıcılardan, şimdiye kadar yaşayan bütün insanlardan, bir yol açıcı olan Pasteur’den bile önce Koch, belirli bir mikrobun belirli bir hastalığın nedeni olduğunu ve ufacık sefil basillerin iriyarı hayvanları öldürebileceğini ispat etmişti. Akıl almayacak kadar küçük olan bu balığa oltasını atmış, alışkanlıkları hakkında hiçbir şey bilmediği halde onları gizli gizli gözetlemiş, saklandıkları yeri aramış, ne kadar uysal veya yırtıcı olduklarını bilmeden ve gözükmemelerinin verdiği büyük avantajla ne kadar kolaylıkla üzerine atılıp kendini haklayabileceklerini düşünmeden onlarla uğraşmıştı.
Bu küçük mikroplar yıllarca nasıl yaşayabiliyorlar?
Bu tehlikeleri geçirmiş olan serinkanlı ve ağırbaşlı Koch kendini asla bir kahraman diye görmemişti. Hatta deneylerini yayımlamayı bile düşünmemişti. Bugün bu kadar harikulâde işler yapan ve önemli sırları meydana çıkaran bir adamın dilini tutabilmesini akıl almaz.
Koch susmakta devam etti. Daha fazla bilmeliydi. Şaşkın bir halde kobayları, tavşanları ve hatta nihayet koyunları sarkan damlasındaki masum görünüşlü öldürücü sıvı ile aşılamaya devam etti. Bütün bu hayvanlarda ve farelerde olduğu gibi koyunda da kıymıktan bulaştırılan birkaç mikrop süratle milyonlarca ürediler. Birkaç saat içinde, evvelce sıhhatli olan dokulara zehirleyici bir şekilde yayıldılar. Sürüler halinde temiz ve kirli kan damarlarını tıkadılar. Kırmızı kanı korkunç bir siyahlığa çevirip tavşanları, kobayları ve koyunları öldürdüler.
Koch, muazzam bir hamleyle, meçhul hap yutturucuların geniş safları arasından fırlayarak yükseldi ve araştırıcıların en orijinalleri arasına karıştı. Mikrop avlamaktaki ustalığı arttıkça mesleğinin önemli ödevlerini yerine getirişi aksıyordu. Ücra çiftliklerdeki bebekler acı acı ağlıyorlardı; fakat o gelmiyordu. Keskin diş ağrıları çeken köylüler uzun saatler onu bekliyorlardı, fakat o gözükmüyordu. Nihayet meslek ödevlerinin bir kısmını başka bir doktora bırakmak zorunda kaldı. Bayan Koch da onu çok az görüyor ve üzülüyordu. Antiseptik ve hayvan kokusu üstüne sinmiş olarak hasta ziyaretlerine gitmemesini diliyordu. Fakat ıstırap çeken hastaları ile karısı ona başka bir yıldızda yaşıyorlarmış kadar uzaktılar. Zira yeni ve esrarlı bir soru kafasını kurcalıyor, çekiştirip uykusunu kaçırıyordu.
İnce cam parçalarının üzerinde o kadar kolaylıkla ölüveren bu narin ve ufacık şarbon basilleri doğada hasta hayvanlardan sağlıklı olanlara nasıl geçebiliyordu?
Bu hastalık hakkında Avrupa’nın çiftçi ve baytarları arasında batıl inançlar vardı. Bunlar daima sürülerinin üstünde, görülmez ve insafsız bir kılıç gibi asılı duran bu afetin kudreti ile ilgili garip inançlardı.
Nasıl olur? Bu hastalık bir santimin beş binde biri kadar küçük ve çelimsiz bir basil tarafından yapılamayacak kadar korkunç bir şey.
Fransa’da Auvergne’de yeşil, korkunç dağlar bulunduğunu, koyunların birer birer veya düzinelerle, hatta yüzlercesinin bir arada kara hastalık şarbona yakalanmadan oraya gidemeyeceğini biliyordu. Beauce kırlarında verimli otlaklar vardı; bunlar koyunları sadece şarbondan ölmek için şişmanlatıyordu. Köylüler geceleri ocaklarının önünde titreşiyor ve “tarlalarınız büyülenmiş” diye fısıldaşıyorlardı.
Bu tür şeyler Koch’u rahatsız ediyordu: “Bu kadar küçük basiller nasıl oluyor da tarla ve dağlarda kışları ve hatta yıllarca yaşayabiliyorlardı?” Ölü bir farenin dalağından aldığı mikropla dolu bir parçayı cam parçası üstüne koyunca mikropların solarak gözden kaybolduğunu gördüğü halde bu gerçekten nasıl mümkün olabiliyordu? Camların üzerine öküz gözünün besleyici suyundan koyduğu zaman bu basiller artık canlanmıyorlardı. Kurumuş kanı sulandırıp farelere zerk edince de bu küçük hayvanlar kafeslerinde keyifle oynaşmakta devam ediyorlardı. İki gün önce iri bir öküzü öldürebilecek olan bu mikroplar şimdi ölmüştü.
Bir gün mikroskobunun altında sorusunu çözmeye yarayabilecek mikroplarının meraklı bir şekil değiştirmesinden ibaret garip bir manzara ile karşılaştı. Koch, Doğu Prusya’daki iki buçuğa üç metre genişliğindeki laboratuarında sandalyesine oturdu ve Fransa’nın büyülenmiş tarla ve dağlarının esrarını çözdü. Kapalı cam çukurunun içindeki sarkan bir damlasını fare vücudunun ısısında yirmi dört saat muhafaza etmişti. “Bu damlanın uzun, güzel basil iplikleri ile dolu olması icap eder” diye mırıldandı ve mikroskobundan aşağı doğru baktı: “Bu ne?” diye haykırdı.
Bu ipliciklerin dış hatları silinmeye başlamışlar ve her bir iplik boydan boya harikulade küçük cam boncuklar gibi pırıldayan oval şekillerle beneklenmişti. Bu boncuklar iplik boyunca bir inci dizisi kadar kusursuz dizilmişlerdi.
Koch kendi kendine homurdandı, “sarkan damlamın içine herhalde başka mikroplar girmiş olsa gerek” diye söylendi. Fakat daha dikkatle bakınca bunun doğru olmadığını anladı. Zira parlak boncuk taneleri ipliklerin içindeydiler. Bu ipliği meydana getiren basil, boncuklar haline gelmişti. Bu sarkan damlasını kuruttuktan sonra bir ay kadar özenle bir tarafa sakladı ve talih onu bir kere daha bu damlayı merceği ile seyretmeye götürdü. Boncuk dizisi eskisi kadar parlak ışıldıyordu. Derken bir deney fikri onu sardı. Bir öküz gözünden saf, taze bir damla sıvı aldı. Boncuklaşmış, aylarca bayatlamış, kurutulmuş basil bulaşığının üzerine koydu. Bakınca kafası hayretle döndü. Boncukların alelade basiller ve sonra da bir kere daha uzun iplikler haline geldiğini gördü. İnanılmayacak şey. “Bu acayip parlak boncuk taneleri tekrar adi şarbon basilleri haline gelmişler. Boncuklar bunların sporları olmalı. Mikropların soğuğa sıcağa ve kuraklığa dayanabilen kaşarlanmış şekilleri” diye bağırdı. Şarbon mikroplarının tarlalarda bu kadar uzun süre hayatta kalabilmelerinin yolu bu olmalı. Basiller spor haline geçmelidir.” Sonra çabucak yaptığı bu tahminin doğru olup olmadığını anlamak için mükemmel ve ustaca deneyler yapmaya girişti. Bu sefer ustalıkla şarbondan ölmüş farelerin dalaklarını çıkardı. Bu öldürücü nesneyi yakılmış bıçak ve penslerle dikkatle aldı. Havadaki serseri mikropların bulaşmasından koruyarak bu dalakları bir gün fare vücudunun hararetinde tuttu ve gerçekten mikropların her ipliği cam gibi sporlar haline gelmişti.
Sonra kendini aralıksız kirli küçük odasında tutan deneylerde, sporların aylarca canlı kaldıklarını ve bir öküz gözünün suyu içinde yahut da ince kıymıklarından birisi ile bir farenin kuyruk sokumuna batırdığı anda öldürücü basiller haline gelmek üzere hazır beklediklerini buldu.
Koch, “Hayvan canlı olduğu müddetçe meydana gelmiyorlar ve bu sporlar asla teşekkül etmiyorlar; ancak hayvan öldükten sonra ve eğer çok sıcak tutulacak olursa meydana çıkıyorlar” dedi. Bunu da mikroplu dalakları soğukta bırakarak güzelce ispat etti. Birkaç gün içinde kıymıklara bulaştırılan bu nesne, farelerine aşıladığı bu basiller, biftekten daha tehlikeli olmadıklarını ortaya koymuşlardı.
Artık sene 1876 idi ve Koch 34 yaşına basmıştı. Nihayet biraz kekeleyerek mikropların hastalıkların sebebi olduğu gerçeğini dünyaya haber vermek için Holstein’daki kovuğundan çıktı. Altın çerçeveli gözlüklerini taktı. Mikroskobunu, öldürücü şarbon mikropları ile dolu cam hücrelerinde hapsedilmiş birkaç sarkan damlasını toparladı. Bunlardan başka trene, birkaç düzine sıhhatli farenin sarstığı bir de kafes getirmişti. Şarbon mikroplarını, bunların fareleri nasıl öldürdüğünü ve nasıl garip cam sporlar haline geldiklerini göstermek üzere Breslau’a giden bir trene bindi. Bunları, üniversitede botanik profesörü olan ve bazen kendine teşvik edici mektuplar yazan Prof. Cohn’a göstermek istiyordu.
Koch’un mektuplarında bahsettiği deneyler karşısında hayretler içinde kalan Prof. Cohn, bu ihtiyar Cohn, ne kadar orijinal olduğundan haberi bile bulunmayan bu acemi doktorun kendini beğenmiş üniversite bilginlerini nasıl şaşırtıp hayrete düşüreceğini düşününce keyifle kıkırdadı. Üniversitenin önemli bütün doktorlarına, Koch’un gösterisinin ilk gecesine gelmeleri için davetiyeler yolladı.
‘Bu adam büyük bir keşif yapmış!’
Ve geldiler. Bilimle ilgisi olmayan bu köylüyü dinlemek için geldiler. Belki de ihtiyar Prof. Cohn’un hatırı için gelmişlerdi. Fakat Koch konferans vermedi. Konuşmayı pek beceremezdi. Onlara, şarbonun gerçek nedeninin mikroplar olduğunu söyleyeceğine, bunu kendini beğenmiş profesörlere gösterdi. Üç gün üç gece kendilerine, yıllarca terleyip bocalayarak ve çokluk başarısızlığa uğrayarak yaptığı araştırmalarını süratli adımlarla gösterdi. Hiçbir zaman kimsenin tanımadığı bir adama tahammül etmek niyeti ile gelen kodamanların bu kadar küçüldükleri görülmemiştir. Koch bir kere bile tartışma yapmadı. Kabarıp şişerek kehanetlerde bulunmadı. Ama mikroplu kıymıkları görülmemiş bir becerililikle farelerin kuyruk sokumlarına sokuyor ve tecrübeli patoloji profesörleri onun, sporları, basilleri ve mikroskobunu altmış yaşındaki bir usta gibi kullanışına gözlerini açmış bakıyorlardı. Bu gerçek bir zaferdi.
Nihayet bütün Avrupa’da hastalıklar biliminin en becerikli bilginlerinden olan Prof. Kohnheim daha fazla kendini tutamadı. Konferans salonundan fırladı; laboratuarına koştu ve genç araştırıcı öğrencilerinin çalıştığı odaya rüzgâr gibi girdi. Onlara haykırdı: “Çocuklar elinizdeki her şeyi bırakın ve hemen gidip Dr. Koch’u görün. Bu adam büyük bir keşif yapmış.” Kohnheim kendine gelmek için derin bir nefes aldı.
“Bu Koch dediğiniz de kim bay profesör? Adını bile duymadık.”
“Kim olursa olsun; bu büyük bir keşif; o kadar noksansız, o kadar basit; şaşılacak şey. Bu Koch hatta bir profesör bile değil. Araştırmanın nasıl yapılacağını bile tahsil etmemiş Her şeyi kendi başına tastamam yapmış. Yapılacak hiçbir şey bırakmamış.”
“Ama bu keşif nedir bay profesör?”
“Size gidin diyorum. Hepiniz oraya gidin ve gözlerinizle görün. Bu mikroplar konusundaki en harikulade keşif… O hepimizi kendimizden utandıracak… Gidin.” Fakat zaten aralarında Paul Ehrlich de bulunduğu halde hepsi kapıdan fırlamışlardı.
Yedi yıl önce Pasteur “mikrobik hastalıkları yeryüzünden kaldırmak insanın gücü içindedir” diye haber vermişti. Bunları söylediği zaman dünyanın en akıllı doktorları parmakları ile kafalarını göstererek “zavallı kaçık” demişlerdi.
Fakat bu gece Koch, dünyaya Pasteur’ün kaçıkça görünen hülyasının gerçekleşmesine doğru atılan ilk adımı göstermişti. “İster taze ister kokmuş, yahut kurumuş veya bir yıllık bayat olsun hayvanların dokuları basilleri veya basil sporlarını içeriyorsa mutlak şarbon hastalığına neden olurlar. Bu gerçek karşısında bu basillerin şarbon hastalığının nedeni olduğu hakkındaki bütün şüphelerin bir tarafa bırakılması lazımdır.” Güya deneyleri henüz inandırmamış gibi nihayet onlara bunu da söylemişti. Hayretler içinde kalan dinleyicilerine bu hastalıkla nasıl savaşmak gerektiğini anlatarak ve deneylerinin ona bu korkunç şarbonu ortadan kaldırmak için bir yol gösterdiğini açıklayarak sözlerini şöyle bitirdi: “Şarbondan ölen bütün hayvanlar son nefeslerini verir vermez hemen imha edilmelidir veya yakılmaları mümkün değilse, basillere dayanıklı ve uzun ömürlü sporlar haline gelmek fırsatını vermeyecek kadar toprağın soğuk bulunduğu derinliklere gömülmelidirler…”
İşte Breslau’da geçen bu üç gün içinde Koch insanlığın eline, düşmanları mikroplarla, bu sinsi ölümle savaşmak için muazzam bir silah vermişti. Böylece doktorluğu hap ve sülüklerle yapılan ahmakça bir hokkabazlık olmaktan çıkarıp batıl inanç yerine bilimin silah olarak kullanıldığı akılcı bir meslek haline getirmişti.
Sadece bir tür mikrobu üretmek
Artık Koch’un keşifleri Avrupa’nın bütün laboratuarlarına yayılmış ve Atlantik’i de geçerek Amerikalı doktorları da ateşlendirmişti. Muazzam ve heyecanlı mikrop teorisi savaşı başlamıştı. Mikroskobun üstünü altından ayırt etmesini bilen veya bildiğini sanan bütün doktorlar ve patoloji profesörleri mikrop avcısı olmaya girişmişlerdi. Her hafta tifo veya vereme neden olduğu muhakkak denen yeni ve öldürücü bir mikrobun güya keşfedildiği hakkında haberler yayılıyordu. Heyecanlı birisi dildeki kabarcıklardan zatürreeye kadar bütün hastalıklara sebep olan bir ana mikrop keşfettiğini kıtalara haykırıyor ve bunu örneğin verem gibi bir hastalığın yüzlerce mikrobun saldırmasıyla ileri geldiğini iddia eden bir ebleh unutturuyordu.
Mikroplar hakkındaki heves ve şaşkınlık o kadar büyüktü ki, Koch’un keşifleri de mikrop teorisi hakkında yazılan birçok çöp bilginin basıldığı sayısız dergilerle birlikte gülünüp unutulmak tehlikesine düşmüştü.
Bu aptalca heveskârlığın yeni mikrop avcılığı bilimini öldürmesi tehlikesinin ortasında Koch soğukkanlılığını koruyarak laboratuarında mikropları katıngısız olarak üretme işi ile uğraşmaya başladı. “Bir mikrop, yalnız bir tür mikrop, bir tek çeşit hastalığa sebep olmaktadır. Her hastalığın belirli bir mikrobu vardır, bunu biliyorum.” Gerçekte bilmediği halde Koch böyle diyordu. “Daima aralarına sokulmak yolunu bulan bütün diğer mikroplardan uzak olarak yalnız bir tür mikrobu yetiştirebilmek için emin bir yol bulmam gerektir.”
Ama yalnız bir çeşit mikrobu nasıl kafese koyabilecekti? Çeşitli mikropları birbirinden ayrı tutabilmek için türlü türlü garip makineler icat ediliyordu. Bazı mikrop avcıları o kadar karmakarışık aletler yapmaya kalkışmışlardı ki, bitirdikleri zaman belki de bunları ne için icat ettiklerini unutmuşlardı. Havadaki serseri mikropların şişelerine düşmesini önlemek için kahraman bazı araştırıcılar enjeksiyonlarını âdeta bir antiseptik yağmuru altında yapıyorlardı.
Haşlanmış patatesin getirdiği büyük buluş
Nihayet bir gün tesadüfen olduğunu Koch’un da samimiyetle ifade ettiği gibi laboratuarında masanın üzerinde bırakılan haşlanmış patatesin düz yüzüne bakmıştı. Patatesin yüzüne yayılmış olan küçük renkli damlacıkları süzerken, “Bu ne acaba?” diye mırıldandı. “Şurada boz renkli bir damla, ötede bir kırmızısı, işte şuradaki sarı, bir başkası menekşe renginde… Bu küçük lekeler havadaki mikroplardan meydana gelmiş olmalı. Şunlara bir bakayım.”
Küçük, karışık sakalına sürünecek kadar patatesi miyop gözlerine yaklaştırdı. İnce cam lâmlarını hazırladı ve mikroskobunun merceğini parlattı.
İnce bir plâtin telle boz damlacıklardan birini karıştırarak yapışkan kıvamdaki sıvıdan bir parçasını iki cam lam arasındaki arı su içine kattı. Burada, bir sürü basillerin yüzüştüğünü ve bunlardan her birinin yanı başlarındaki binlerce kardeşlerinin aynısı olduğunu fark etti. Bundan sonra Koch, patatesin üzerindeki sarı, kırmızı ve nihayet menekşe rengindeki damlaların içindeki haşerelere baktı. Bunlardan birisindeki mikroplar daire şeklinde, diğerindeki suda yüzen değnecikler gibi idi, üçüncüsünde ise mikroplar canlı tirbuşonlara benziyordu. Fakat belirli bir damlanın içindeki mikroplar istisnasız olarak yanı başlarındaki kardeşlerine benziyordu.
O zaman Koch, bir anda doğanın kendisi için yaptığı bu güzel deneyimi anladı. “Bu damlalardan her birisi belirli bir tek mikrobun kültüründen ibaret. Bir mikrop türünün meydana getirdiği katıngısız koloniler. Ne kadar basit. Mikroplar havadan kullanmakta olduğumuz sulu çorbaların içine düştükleri zaman birbirine karışıyorlar ve bir anda yüzüşüyorlar. Fakat çeşitli mikroplar havadan bu patatesin katı yüzüne düşünce her birisi düştüğü yerde kalmağa mecbur oluyor; oraya yapışıyor ve sonra da orada büyüyor, kendi türünden tamamıyla katıngısız milyonlar haline geliyor.”
Koch, Löffler ve Gaffky adındaki iki askerî doktor asistanını yanına çağırarak, terk edilmiş bir patatese fırlattığı rasgele bir bakışın karmakarışık mikrop avcılığı içinde neden olduğu büyük değişikliği gösterdi. Bu büyük bir buluştu. Birlikte, Koch’un haklı olup olmadığını araştırmaya giriştiler. Odalarının üç penceresi önünde, Koch ortalarında mikroskobun önünde yüksek bir taburede, Löffler ve Gaffky ise sağında ve solunda olmak üzere usanmadan didinen bir Teslis gibi oturmuşlardı. Ümitlerini yenmeye uğraştılar. Fakat Koch’un kehanetinin düşündüğünden daha doğru olduğunu buldular. Çorba şişeleri içinde üretildikleri takdirde ayırt edilmelerine imkân olmayan iki üç çeşit mikroplu türlüler yaptılar. Bu mikrop türlüsünü bir haşlanmış patatesin kesilmiş düz yüzüne sürdüler. Her ufacık mikrop düştüğü noktaya yapışıp kalıyor ve yalnız kendi türünden olan milyonluk koloniler halinde ürüyordu.
Bu unutulmuş patatesle yapılan basit deneyle mikrop avcılığını bir tahmin oyunundan bir bilim kolunun kesinliğine yükselten Koch şimdi insanlığa düzinelerle öldürücü hastalıklar getiren bu minicik ölüm habercilerinin izini sürüp yakalarına yapışmağa hazırlandı. O zamana kadar Koch diğer bilim adamlarının hiçbir itiraz ve eleştirisi ile karşılaşmamıştı. Çünkü elde ettiği sonuçlardan emin olmadan ağzını açmağa kalkışmamıştı. Keşiflerinden insanın elini kolunu bağlayan bir alçakgönüllülükle söz ediyordu. Çalışmaları söz söylenemeyecek kadar eksiksizdi. Olası itirazları kestirebiliyor ve onlara önceden yanıt veriyordu.
Koch güvenle dolu olarak, o zamana kadar Alman hastalık araştırıcılarının en ileri gelenlerinden olan Prof. Virchow’u görmeye gitti. Virchow Alman bilim hayatının rakipsiz “var mı bana yan bakan”larındandı. Kan damarlarındaki pıhtılar hakkında en son sözü söylemişti. Büyük bir hata eseri olarak yıllarca verem ve scrofula’nın farklı iki hastalık olduğunu iddia etmişti. Fakat mikroskobu ile hasta dokuların görünüşleri hakkında gerçekten iyi ve hatta üstün gözlemler yapmış ve merceğini 26 bin cesedin pis kokan çeşitli delik deşiği üzerinde gezdirmişti. Virchow küçük Alman öğrencilerinin kafatası ve burun şekillerinden tutun da hastalıklı yeşil benizli kızların vücudundaki şaşılacak kadar ince kan damarlarına varıncaya kadar akla gelebilecek her konu üzerinde binlerce bilimsel makale yazmıştı.
Koch da herkes gibi epeyce ürkek, ayaklarının ucuna basarak huzura girdi. Çekinerek Virchow’a: “Mikropları başka mikroplardan ayrı ve katıngısız olarak üretmenin yolunu buldum bay profesör” dedi.
“Rica ederim anlatınız; bunu yapabilir misiniz? Bana bu imkânsız gözüküyor.”
“Katı yiyecekler üzerinde üretmek suretiyle… Haşlanmış bir patatesin yüzünde bir çeşit mikrobun tecrit edilmiş güzel kolonilerini elde edebiliyorum. Şimdi ise bundan daha iyi bir çare buldum. Et suyu ile jelâtini karıştırıyorum. Jelatin donunca katı bir yüz meydana getiriyor ve …”
Fakat bunlar Virchow üzerinde bir etki yapmadı. Çeşitli mikrop türlerinin birbirine karışmalarına engel olmanın çok güç olduğu ve bunu temin edebilmek için Koch’un her birine özgü ayrı laboratuarları olması gerektiği biçiminde alaycı birkaç şey söyledi. Kısacası Virchow, Koch’a karşı soğuk ve küçümser davranmıştı. Çünkü o ihtiyarlayan insanların, her şeyin bilindiği ve bulunacak başka bir şey kalmadığına inandıkları bir yaşa gelmişti. Koch biraz üzgün olarak oradan ayrılmıştı. Fakat cesaretinden bir zerre bile kaybetmemişti. Virchow’la tartışmalar yapmak, aleyhinde konferanslar verip makaleler yazmak yerine Koch, mikrop avcılıklarının en heyecanlı ve en benzersizine kendini verdi. Avrupa ve Amerika’da, ölen her yedi erkek, kadın ve çocuktan birinin kanına giren, mikropların en hunharını, o esrarengiz saldırganı gözetleyip keşfetmeye girişmişti. Koch kollarını sıvadı, altın çerçeveli gözlüklerini silerek verem mikrobunu avlamağa çıkmıştı.
Sırada verem mikrobu var
Bu sinsi katille kıyaslanacak olursa şarbon basilinin keşfi oldukça kolay sayılırdı. Ölümleri yaklaştıkça hasta hayvanların bedeni hemen hemen şarbon mikrobu ile doluyordu. Fakat verem basili, şayet böyle bir şey gerçekten varsa, bambaşka bir meseleydi. Birçok araştırmacı onu boşuna arayıp duruyordu. Gözlerin en keskinine sahip Leeuwenhoeck, yüzlerce hasta akciğere bakmış olsaydı bile onu bulamazdı. Spallanzani’nin mikroskopları bu sinsi basili meydana çıkaracak kadar iyi değildi. Pasteur ise büyük bir araştırmacı olmasına rağmen bu katili ortaya çıkaracak ne keskin araştırma yöntemlerine ne de sabra sahipti.
Verem hakkında bilinen tek şey bunun bir tür mikroptan kaynaklanması gerektiğiydi. Çünkü hasta insanlardan sağlıklı hayvanlara bulaştırılabiliyordu. İhtiyar bir Fransız olan Villemin bu çalışmada öncülük etmişti. Breslau’ın parlak zekâlı profesörü Kohnheim de, veremlinin hasta akciğerinin bir parçasını tavşan gözünün ön hücresine koymak suretiyle bu hayvanlara verem aşılayabileceğini bulmuştu. Burada tüberkül denen hasta doku adacıklarının yayılarak öldürücü işlerini yapışlarını seyredebiliyordu. Bu bir hastalığın gelişmesi pencereden seyretmeye benzeyen garip ve ustaca bir deneydi. Koch, Kohnheim’ın deneylerini inceden inceye etüt etmişti. “Bana lâzım olan budur” diye düşünmüştü, “İnsanları deney hayvanı olarak kullanamam. Fakat artık hastalığı istediğim zaman hayvanlara aşılayabilirim. Bunu etüt etmek, evirip çevirmek, mikrobunu aramak için işte gerçek bir fırsat. Burada bir mikrop olmalı.”
Böylece Koch çalışmaya başladı. Bilimsel raporları okunduğu zaman tüyler ürperten soğukkanlı bir sistemle her şeyi yaptı. İlk veren malzemesini 36 yaşındaki güçlü kuvvetli bir işçiden elde etmişti. Bu adam üç hafta önce tamamen sağlıklıydı. Birdenbire öksürmeye başlamıştı ve göğsünde hafif ağrılar duyuyordu. Vücudu âdeta eriyip gidiyordu. Bu zavallı adam hastaneye girdikten dört gün sonra ölmüştü. Tüberküllerle delik deşik olan bütün organları yeşilimtırak sarı renkte, çayır tohumuna benzeyen ufacık kabarcıklarla örtülüydü.
Koch bu tehlikeli nesneyle yalnız başına çalışmaya başladı. Zira Löffler difteri mikrobunu yakalamaya çalışıyor, Gaffky göze görünmeyen tifo basilini bulmaya uğraşıyordu. Koch, ölü adamın gövdesinden aldığı sarımtırak tüberkülleri ısıtılmış iki bıçak arasında ezdi. Bu tanecikleri öğüterek sonra ufacık bir şırınga ile birçok tavşanın gözlerine ve bir sürü kobayın derilerinin altına incitmeden aşıladı. Bu hayvanları temiz kafeslerin içine yerleştirdi. Hayvanlarda verem işaretlerinin gelişmesini beklerken de en kuvvetli mikroskobu ile ölü adamın vücudundan alınmış hasta dokuları incelemeye başladı.
Günlerce hiçbir şey göremedi. Her şeyi birkaç yüz defa büyüten en iyi mercekleri bile ancak, bir zamanlar sağlıklı olan ak ve karaciğerlerin ölü harabelerinden başka bir şey göremiyordu. “Eğer gerçekten bir verem basili varsa bu doğal hali ile kendisini bana göstermeyecek kadar sinsi bir varlık olmalıdır. Fakat bu haşereyi belirtebilecek kuvvetli bir boya ile dokuları boyamayı denerim…”
Koch günlerce ölü işçinin vücudundan aldığı parçaları kahverengine, maviye, menekşe rengine, kısacası gökkuşağındaki renklerin çoğu ile boyamaya uğraştı. Hemen her hareketinden sonra elini mikropları öldüren süblimeye batırarak karartıp buruşturuyor, sonra tüberküllerden özenle aldığı tehlikeyi maddeyi küçük temiz camlar üzerine sürüyor ve bu camları saatlerce kuvvetli boya içinde bırakıyordu.
Bir sabah örneklerini boya banyosundan çıkararak mikroskobunun altına yerleştirdi ve merceğini ayarladı. O zaman boz renkli sislerin arkasından garip bir tablo meydana çıktı. Göçmüş hasta akciğer hücreleri arasında sayılamayacak kadar çok, ufacık, garip basil yığınları yatıyordu. Bunlar mavi renkli ve tahmin edilemeyecek kadar küçük, elyaf şeklinde, uzunlukları bir santimin altı binde birden kısa şeylerdi. “Ah ne güzel şeyler” diye mırıldandı, “Şarbon mikropları gibi düzgün değiller, küçük büküntü ve köşeleri var… Dur işte şurada bir yığın var; tıpkı bir paket içine dizilmiş sigaralar gibi… İşte tek bir kâfir de akciğer hücresinin içine girmiş. Acaba verem mikrobunu şimdiden buldum mu dersin?”
Koch işçinin vücudunun her tarafındaki tüberkülleri inceden inceye boyamaya devam etti ve mavi boyası her yerde bu narin ve kambur varlığı belirtti. Bunlar içlerini seyrettiği binlerce hastalıklı ve sağlam insan ve hayvanlarda gördüklerinden farklı garip varlıklardı. Şimdi de aşıladığı tavşan ve kobayların başına acıklı şeyler gelmeye başlamıştı. Kobaylar ümitsiz bir halde kafeslerinin köşelerine büzülüyorlar, parlak kürkleri karışıp kabarıyor ve hareketli vücutları eriyerek bir kemik yığını haline geliyordu.
Ateşleri yükselmiş gibiydi. Sıçramıyorlardı; güzel havuç ve taze yemlik yulaflarına isteksiz bakıyorlardı. Nihayet birer birer öldüler. Koch’un delice merakı ve insanlığın ıstırabı için bilmeden canlarını veren bu mazlumları kısa boylu mikrop avcımız otopsi tahtası üzerine yerleştirerek hastalıklı tüylerini süblime ile ıslattı. Şaşırmadan ve nefesini tutan bir özenle onları dezenfekte edilmiş neşterlerle kesip açtı.
Koch bu hayvanların vücutları içinde de hastalıktan ölen işçinin vücudunda bulduğu aynı bozumtırak sarı, sinsi basili buldu. Bunları hiç eksik olmayan lamları üzerinde mavi boya banyosuna batırdı. Bunların hepsinin her tarafında ölü adamın akciğerlerini boyadığı vakit hayretle dolu bakışlarına çarpan aynı korkunç, çıplak değnecikleri gördü.
“Yakaladım” diye mırıldandı ve diğer mikropların peşinden koşan çalışkan Löffler ile sadık Gaffky’yi yanına çağırdı. Koch, “bakın” diye haykırdı, “bu hayvanın vücuduna altı hafta önce ufacık bir tüberkül kabarcığı aşılamıştım. Bu ufacık parçanın içinde o basillerden birkaç yüz taneden fazla yoktu. Şimdi ise milyonlarca üremişler. Kobayın aşıladığım bir noktasından vücudunun her yanına yayılıyorlar. Her tarafını kemirmişler. Damarlarının içine sızmışlar; kan onları kemiklere, dimağın en uzan köşelerine kadar götürmüş.”
Bunun üzerine Berlin’deki bütün hastaneleri dolaşarak veremden ölen kadın ve erkek cesetleri dilendi. Morglarda üzüntülü günler, akşamları da sessizliğin ancak ürpertici kobay mırıltı ve kıpırtıları ile bozulduğu laboratuarında mikroskobunun önünde geçiriyordu. Veremden ölmüş insan cesetlerinden aldığı hasta dokuları yüzlerce hayvana, birçok kobaylara, tavşanlara, üç köpekle üç tırmalayan kediye, on kanat çırpan tavukla on iki güvercine aşıladı. Peynire benzeyen aynı öldürücü nesneyi bir sürü beyaz fareye, tarla faresine ve iki dağ sıçanına da aşıladı. Mikrop avcılığında insanın ağzını açık bırakan bu derece bir mükemmellik asla görülmemiştir.
Belki de kendilerinden birinin pençesinin yıldırım sürati ile hareket ederek mikropla dolu şırınga iğnesini kendi eline batırmasına neden olabileceğini düşünüp, “bu bir parça sinir bozucu bir iş” diye homurdandı. Göze görünmeyen düşmanları ile tek başına savaşan Koch için daima, tatsız ve önemli heyecan fırsatları hatta heyecandan daha trajik olan pek çok olasılık mevcuttu.
Fakat hiç de kahraman görünüşlü olmayan bu küçük mikrop avcısının eli bir defa bile hedefini şaşırmadı. Sadece süblime içinde yaptığı sonu gelmeyen banyolar yüzünden biraz daha kuru biraz daha kırışık bir hale gelmişti. O zamanlar karanlıkta bocalayan bütün mikrop avcıları işte bu faydalı süblime ile kendileri de dahil her şeyi silip temizliyorlardı. Böylece Koch’un bu miyavlayan, öten, havlayan ve gıdaklayan hayvanları birer birer öldüler. Robert Koch’a da otopsiler ve kızarık gözlerle mikroskobundan bakmak suretiyle günde on sekiz saatlik iş çıkardılar.
Verem mikrobunu tecrit etmek kolay değil
Koch, Löffler ve Gaffky’ye, “Bu maviye boyanmış kambur basilleri yalnız veremden ölen insan ve hayvanların vücutlarında görebiliyorum” diyordu. “Sağlıklı hayvanlarda, ki biliyorsunuz bunlardan yüzlercesini gözden geçirdim, onları asla bulamıyorum.”
“Bu hiç şüphesiz bay doktor, hastalığın nedeni olan basili keşfettiğiniz manasına gelir.”
“Hayır, henüz değil. Bulduğum şey Pasteur’ü ikna edebilir, fakat ben hâlâ emin değilim. Şimdi bu basilleri ölmekte olan hayvanlarımın vücudundan almalıyım, et suyu jelâtini üzerinde üretmeliyim. Bu mikropların katıngısız kolonilerini elde etmeli ve bütün canlılardan uzak olarak aylarca üretmeliyim. Sonra bu kültürleri iyi ve sağlıklı hayvanlara aşıladığım zaman verem olurlarsa…”
Akla gelebilecek bütün olasılıkları deneye vuran Koch, basillerini et suyu jelâtini üzerinde katıngısız olarak yetiştirmek için uğraşmaya başladı. Bunlar için bir düzine kadar çeşitli, güzel çorbalar hazırladı. Tüp ve şişelerini laboratuarının ısısında, insan vücudu ısısında tuttu. Veremin nedeni olduğuna emin bulunduğu o narin ve ufacık mikropların kaynaştığı ve bunları boğup mahvedebilecek hiçbir yabancı mikrobun bulunmadığı hasta kobay akciğerlerini büyük bir ustalıkla kullandı. Bu akciğerlerden aldığı nesneyi tehlike içinde yüzlerce tüp ve şişeye ekti. Fakat bütün bu çalışma hiçbir sonuç vermedi. Kısacası hasta hayvanların vücutlarında tropik otlar gibi gelişip üreyen bu narin basiller, hasta insanları baştanbaşa istilâ eden bu mikroplar Koch’un kendi hazırladığı bu güzel çorba ve jelâtinlere burun kıvırıyorlardı. İş yürümüyordu.
Fakat Koch bir gün başarısızlığının nedenini anlayabildi: “Burada zorluk bu verem basillerinin yalnız canlı yaratıkların vücudunda yaşayabilmelerinden ileri geliyor. Bunlar için mümkün olduğu kadar canlı varlıkların vücutlarının yapısına benzeyen bir yiyecek hazırlamalıyım.”
İşte böylece Koch, gelişigüzel her şeyi yemeyen şımarık ve müşkülpesent mikroplar için ünlü kan serumu jelatinini keşfetti. Toptancı kasaplara giderek yeni kesilmiş sağlıklı hayvanların pıhtılaşmış kanlarının saman renkli serumlarını topladı ve bu sıvıyı, içindeki muhtemel serseri mikropları öldürmek için özenle ısıttı. Dikkatli hareketlerle bu serumu birçok ince deney tüpüne boşalttı. Bunları eğimli bir yüzey üzerine yerleştirdi: Böylece sıvı hasta dokuları sürebileceği geniş bir yüzey meydana getiriyordu. Sonra büyük bir beceriklilikle eğri yüz üzerine yerleştirilmiş bu tüplerden her birisini, içlerindeki serum temiz ve güzel bir jelâtin haline gelinceye kadar ısıttı.
O sabah veremin delik deşik ettiği bir kobay acıklı bir şekilde ölmüştü. Hayvanı parçalayarak içindeki boz sarımtırak renkli tüberküllerden birkaç tanesini çıkardı. Sonra ince bir plâtin üzerine sürdü. Bunun üzerine de berbat bir işin başarı ile bitirildiği anlardaki derin nefeslerden birisini alıp verdikten sonra tüpleri yakalayarak kobay vücudunun ısısına göre hazırladığı etüve yerleştirdi.
Koch birçok günler sabahları etüvüne koşup tüplerini aldı. Altın çerçeveli gözlüğüne yaklaştırdı ve hiçbir şey göremedi:
“Gene başaramadım” diye homurdandı. Veremli dokuları ektiğinin 14. günüydü: “Ürettiğim diğer bütün mikroplar birkaç gün içinde büyük koloniler halinde ürerler. Fakat burada hiçbir şey, hiçbir şey yok.”
Başka birisi olsa insanı hayal kırıklığına uğratan bu münasebetsiz serum tüplerini pencereden dışarı fırlatırdı. Fakat bu fırça saçlı köy doktoruna omuzları üzerinden, artık âşinası olduğumuz şeytanı şunları fısıldıyordu: “Bekle, sabırlı ol ustacığım; verem mikrobunun insanları öldürmek için bazen aylara ve yıllara ihtiyacı olduğunu biliyorsun. İhtimal ki, serum tüplerinde de çok ağır büyüyorlar.” İşte bunun için Koch tüplerini fırlatıp atmadı ve 15. günün sabahı etüvünün başına geldiği zaman serum jelâtininin kadife yüzünün ufacık pırıltılı kabarcıklarla dolmuş olduğunu gördü. Koch titreyen ellerini cebine sokarak pertavsızını çıkardı ve gözüne tutarak tüpleri birbiri arkasına süzmeye başladı. Pırıldayan kabarcıklar merceğinin altında kuru ve minnacık hücreler halinde kabardılar.
Afallamış bir halde Koch tüplerden birinin pamuk tıkacını çekti; mekanik bir hareketle tüpün ağzını bunzen lâmbasının fosurtulu mavi alevine tuttu. Sonra plâtin bir telle bu lekeye benzeyen kolonilerden birisini aldı. Bunlar mikrop olmalıydı. Ne ve nasıl olduğunu fark etmeden bunları mikroskobunun altına yerleştirdi.
İşte burada da, ilk defa ölü işçinin akciğerinde gördüğü eğri değnecik şeklindeki canlıların aynısı, sayısız sürüler halinde duruyorlardı. Hareket etmiyorlardı. Fakat üredikleri ve canlı oldukları kesindi. Bunlar narin, yiyecek konusunda müşkülpesent, boyca da bücür şeylerdi. Ama on binlerce çıngıraklı yılandan daha öldürücü idiler.
Artık Koch aylarca süren sıkı ve gergin bir dikkatle ilk bulduklarını doğrulamıştı. Bunu ispat etmek için büyük bir sabırla, en ince ayrıntıya dikkat ederek uğraşmıştı. Verem üzerinde yazdığı klâsik raporunu okurken, sonu gelmeyecek gibi gözüken ve gittikçe artan deneylerinde gösterdiği mükemmellik ve temkinlilik baş döndürücüydü. Koch veremli maymunlar, öküzler ve kobaylardan aldığı bu öldürücü kambur mikroplardan ince tüpler içindeki serum jelâtinlerinde tam kırk üç farklı aile üretmişti.
Bunları da yalnız vereme tutulmuş veya bundan ölmüş hayvanlardan üretebiliyorlardı. Bu bücür katilleri aylarca bir tüpten ötekine ekerek besledi. Hayran olunacak bir uyanıklıkla diğer bütün yabancı mikropları onlardan uzak tutmayı başarmıştı.
Delicesine deney yapmak…
“Şimdi bu basilleri, basillerimin bu saf kültürünü sağlıklı kobaylara, her çeşit sağlıklı hayvana aşılamalıyım. Eğer bu hayvanlar verem olursa o zaman kesin olarak veremin nedeninin basilim olduğunu anlayacağım.”
Laboratuarını acayip bir hayvanat bahçesine çevirdi. Herkese asık surat gösteriyor, meraklı ziyaretçiler için de alaycı, bodur bir Alman umacısı haline gelmişti. Yalnız kalınca pırıl pırıl yanan şırınga bataryalarını dezenfekte ediyor ve serum jelatini tüplerindeki kültürlerden aldığı buruşuk mikrop sürülerini bir parça arı su katarak kobaylara, tavşanlara, tavuklara, farelere ve maymunlara iğneliyordu. “Bu yetmez” diye homurdandı, “doğal şartlar içinde vereme yakalanmayan bazı hayvanları da denemeliyim.” Bunun üzerine her tarafı dolaşarak sevgili korkunç basilini kaplumbağalara, serçelere, kurbağalara ve üç yılan balığına da aşılamıştı. Koch bu delicesine deneyi serum kültüründen bir süs balığına iğneleyerek bitirdi.
Günler, haftalar ağır ağır geçtiler. Koch her sabah erkenden laboratuarına girer girmez dosdoğru bu önemli hayvanları muhafaza eden kafes ve kavanozlara gidiyordu. Süs balığı ağzını açıp kapamakta ve yuvarlak karınlı kavanozda edalı edalı yüzmekte devam ediyordu. Kurbağalar hiç aldırış etmeden vakvaklıyorlar ve yılan balıkları da kaygan canlılıklarını koruyorlardı. Kaplumbağa kafasını arada bir kabuğundan çıkararak, “verem mikropların bana yarıyor, biraz daha versene” demek istiyormuşçasına Koch’a göz kırpıyordu.
Fakat doğal olarak vereme tutulmayan bu hayvanlar üzerinde iğneleri hiçbir etki yapmadığı halde, kobaylar çökmeye ve acınacak bir şekilde yan üstü yatmış, kesik kesik solumaya başlamışlardı. Vücutları tüberküllerden korkunç surette harap olarak birer birer öldüler.
Artık Koch deney zincirinin son halkasını bağlamıştı ve haberi bütün dünyaya ilân etmeye hazır bulunuyordu. Veremin gerçek nedeni yakalanmış, keşfedilmişti. Derken birdenbire yapılacak bir şey daha olduğuna karar verdi.
“İnsanlar bu basilleri herhalde tozlarla yutarak veya veremli hastaların öksürüklerinden alarak vereme yakalanıyorlar. Acaba sağlıklı hayvanlar da bu suretle vereme yakalanacaklar mı?” Koch hemencecik bu deneyini yapmak için tedbirler almaya başladı. Bu berbat bir işti. “Kültürlerimdeki basilleri hayvanların üzerine püskürtmeliyim” diye düşündü. Fakat bu on bin katili hapishaneden başıboş salıvermekten daha ciddi bir şeydi.
İyi bir avcı olarak önüne geçemeyeceği tehlikeleri göze aldı. Büyük bir sandık yaptırdı; bunun içine kobaylar, fareler, tavşanlar yerleştirdikten sonra bahçeye koydu. Sonra sandığın penceresinden kurşun bir boru geçirdi. Borunun içerdeki ucu bir püskürtme süzgeci ile bitiyordu. Bunun arkasından üç gün günde yarımşar saat laboratuarında oturarak sandığın içine zehirli basil tozları körükledi. Bunları içerde maskaralık yapıp oynaşan hayvanlar yutacaktı.
On gün sonra tavşanlardan üçü kesik kesik soluyor ve hasta akciğerlerinin artık temin edemediği taze havayı elde edebilmek için bocalıyorlardı. Yirmi beş gün sonra da kobaylar birer birer veremden ölmüşlerdi.
‘Verem mikrobu yakalanmıştır, baylar’
1882 Mart’ının 28. günü Berlin’de, Almanya’nın en tanınmış bilim adamlarının huzurları ile onurlanan ufak ve basit bir salonda fizyoloji kurumunun bir toplantısı olmuştu. Paul Ehrlich ve çok sayın profesör Rufolf Virchow da oradaydılar. Almanya’nın bütün hastalık savaşçıları da oradaydı.
Gözlüklü, kırışık yüzlü, kısa boylu bir adam oturduğu yerden kalktı; gözlerini kâğıtlarına yaklaştırarak evirip çevirmeye başladı. Konuşmaya başlarken sesi biraz titriyordu. Robert Koch, hayran olunacak bir alçakgönüllülükle bu adamlara, her yedi ölenden birinin kanına giren bu görünmez katilin araştırılmasının sade hikâyesini anlattı. Hitabet kurallarına göre sesini yükseltmeden bu hastalık savaşçılarına dünya doktorlarının artık verem basilinin, bu en ufak fakat insanlığın en vahşi düşmanı olan verem basilinin bütün alışkanlıklarını öğrenmeye muktedir bulunduklarını bildirdi. Bu görünmez, öldürücü canlıyı kahretmek, ortadan kaldırmak için yapılacak işleri gösterdi.
Koch her şeyi yerinden sarsan keşiflere karşı yükselmesi gelenek olan, önüne geçilmez tartışma ve itirazları beklemek üzere yerine oturdu. Fakat kimse ayağa kalkmadı; bir tek kelime bile söylenmedi. Herkes gözlerini Alman biliminin çarı, keramet sahiplerinin en büyüğü ve bir kaş çatmasıyla büyük hastalık teorilerini yıkan yıldırım Virchow’a çevirmeye başladı. Bütün bakışlar onun üzerinde toplanmıştı. Fakat Virchow yerinden kalktı, şapkasını giydi, salonu terk etti. Onun da söyleyecek bir sözü yoktu.
Eğer ihtiyar Leeuwenhoeck bundan 200 yıl önce böyle hayret verici bir keşif yapmış olsaydı 17. yüzyıl Avrupa’sının bu haberi öğrenebilmesi için aylar geçerdi. Fakat 1882’de Robert Koch’un verem mikrobunu bulduğu haberi Fizyoloji Kurumu’nun küçük salonundan sızmış ve aynı gecede telgraf telleriyle Kamçatka ve San Fransisko’ya ulaşarak ertesi sabahki gazetelerin birinci sayfalarında basılmıştı. Bütün dünya Koch için coştu. Doktorlar ondan mikrop avlamanın sırlarını öğrenebilmek için vapurlara binerek, trenlere atlayarak Berlin’e koşuyorlardı. Pasteur’ün yaptıkları Fransa’nın kulağını kabartmasına engel olmuştu. Koch’un tehlikeli verem basili ile yaptığı denemeler ise bütün dünyayı yerinden sarsmıştı. Koch, “Benim bu keşfim büyük bir ilerleme değildir” diye hayranlarını uzaklaştırmaya uğraşıyordu.
Kendine tapanlardan kurtulup hevesli öğrencilerini atlatarak eline geçen her dakikayı yeni araştırmalara harcamak istiyordu. Öğretmekten nefret ediyordu. Bu konuda tıpkı Leeuwenhoeck’e benziyordu. Bütün bunların arasında asistanı Gaffky’ye tifo mikrobunun nasıl gözlenip yakalanabileceğini gösterdi. Budalaca törenlere giderek madalyalar almaya zorlanıyor, bunlardan döner dönmez palabıyıklı asistanı Löffler’e bebekleri difteriden öldüren zehir akıtıcı difteri mikrobunu bulmanın yollarını gösteriyordu. Koch işte bu suretle mikropları birbirinden ayırarak katı yiyecek üstünde yetiştirmekten ibaret olan basit yönteminin ağacını sallıyor ve Gaffky’nin çok sonraları söylediği gibi, dalları sallandıkça keşifler kucağına dökülüveriyordu.
Koch’un bugün unutulmuş bir kahraman olan başka bir öğrencisi Baselli Dr. Garree idi. Dr. Garree de Pasteur’ün vücuttaki çıbanların sebebi olduğunu iddia ettiği bir mikroptan bir tüp dolusunu koluna sürmüştü. Bundan sonra Garree iri bir ur ve yirmi çıban çıkararak dehşetli hastalandı. Vücuduna aşıladığı büyük miktardaki mikrop onu kolaylıkla öldürebilirdi. Fakat o, bu tehlikelerden sadece “bir kırıklık” diye bahsetmiş “Stephylococcus denen bu mikrobun çıban ve kızıl urların sebebi olduğunu artık biliyorum” diye utkuyla haykırmıştı.
Koch, Mısır ve Hindistan’da kolera mikrobunun peşinde
Bu sırada 1882 sonunda Koch, verem mikrobunun bulucusu, bütün mikropların en narini ve en kolay öleni olduğu halde en vahşisinin izini sürmeye başlamıştı. 1883’te Asya kolerası Avrupa’nın kapısını çaldı. Bu kolera, Hindistan’daki gizli tüneğinden çıkarak denizleri aşmış, sıcak çölleri geçerek Mısır’a kadar gelmişti. İskenderiye’de birdenbire öldürücü bir salgın patlak vermiş ve Akdeniz’in ötesindeki Avrupa’yı dehşet içinde bırakmıştı. İskenderiye’de sokaklar korkulu bir sessizlik içine gömülmüştü. Kimsenin, ne çeşit bir göze görünmez canavar olduğunu bilmediği bu âfet sabahleyin sağlıklı insanların vücuduna giriyor, öğleden sonra onları titremeli can çekişmeleri içinde kıvrandırarak akşamüzeri hiçbir ıstırabın erişemeyeceği ebedî sükûnete ulaştırıyordu.
Bunun üzerine Pasteur ile Koch, yani Fransa ile Almanya garip bir yarış başlamıştı. Bu yarış, ufukta tehdit ışıkları saçan kolera mikrobunu kimin daha önce ortaya çıkaracağıydı. Koch ile Gaffky mikroskoplar ve bir deney hayvanı sirki ile birlikte Berlin’den hareket ettiler. Esrarlı kuduz mikrobunu yenmek için ümitsiz bir savaşla meşgul olan Pasteur ise parlak zekâlı sadık Emile Roux ile birlikte Avrupa’nın en genç mikrop avcısı olan Thuillier’yi oraya göndermişti. Koch ve Gaffky uykuyu ve yemeyi unutmuş çalışıyorlardı. Berbat odalarda koleradan ölen Mısırlıların cesetlerini kesip biçerek didiniyorlardı. Rutubetli bir sıcağın âdeta damla damla döküldüğü boğucu laboratuarlarında terleri burunlarının ucundan mikroskop merceklerinin üzerine akarak yeni ölmüş İskenderiyelilerin cesetlerinden alınmış nesneyi maymunlara, farelere, tavuk, köpek ve kedilere aşılıyorlardı. Fakat bu rakip araştırıcı takımları telâşla araştırmalarına devam ederken salgın geldiği gibi esrarlı bir şekilde geçmeye başlamıştı. Hiçbirisi de emniyetle itham edebilecekleri bir mikrop bulamamışlardı. Garip bir şey olmakla beraber hepsi de ölümün azalıp düşmanı tuzağa düşürme ihtimallerinin ellerinden kaçışına kızıyorlardı.
Koch ve Gaffky’nin Berlin’e dönmek üzere hazırlandıkları sırada korkudan benzi uçmuş bir haberci gelerek Fransız komisyonundaki Dr. Thuillier’nin o sabah koleradan öldüğünü bildirdi.
Gerçek vatanseverler olarak Koch ve Pasteur birbirlerinden samimiyetle ve hararetle nefret ediyorlardı. Fakat bu ölüm üzerine iki Alman, Koch ve Gaffky, dostunu kaybeden Roux’nun yanına giderek taziyelerini bildirmiş ve yardım teklifinde bulunmuşlardı. Gözetleyip bir köşeye sıkıştırma fırsatını bir kere bile elde edemediği hain kolera mikrobunun hücumuna uğrayarak can veren bu cüretli ve genç Thuillier’i basit bir tabut içinde son yolculuğuna götürenler arasında Koch da bulunuyordu. Koch mezarın başında tabutun üzerine çelenk koymuş ve “Bunlar çok sade şeyler, fakat kahramanlara verilen defnelerdir” dedi.
Mikrop avcılarının bu ilk şehidinin cenaze töreninden sonra Koch, yanında esrarengiz birtakım sandıklarla Berlin’e döndü. Bunların içinde çok kuvvetli boyalarla boyanmış mikrop örnekleri vardı. Bunlar arasında da virgüle benzeyen acayip şekilli bir mikrop bulunuyordu. Koch bakanlığa raporunu verdi, “Bütün kolera vakalarında bir mikrop buldum. Fakat hastalığın nedeni olduğunu henüz ispat edemedim. Beni koleranın kaynağı olan Hindistan’a gönderiniz. Bulduklarım beni oraya yollamanızı haklı göstermeye yeter” diyordu.
Böylece Koch, Thuillier’nin korkunç sonu başı üstünde dolaştığı halde elli farenin gülünç çobanlığını yapıp deniz tutulmasından da bir hayli sarsılarak Belin’den Kalküta’ya yollanmıştı.
Koch, burada içine baktığı kırk cesedin hepsinde de bu virgül şekilli mikrobunu bulmuştu. Aynı hastalığa yeni tutulanların bağırsaklarında da bu mikrobu buldu. Fakat onu, ne muayene ettiği bütün sağlıklı Hintlilerde ne de farelerden file kadar gözden geçirdiği hayvanlarda bulmuştu.
Koch, virgül şekilli basilini et suyu jelatini üzerinde saf olarak üretmeyi çarçabuk öğrenmişti. Bir defa tüplerine hapsettikten sonra bu mikrobun bütün alışkanlıklarını, bir parça kuruyunca nasıl mahvolduğunu, ölen hastaların kirli yatak örtülerinden sağlıklı insanlara nasıl bulaştığını etüt etti. Bu virgül şekilli mikrobu, etrafları koleradan ölen kimsesizlerin iniltilerinin sızdığı Hintli kulübeleri ile çevrilmiş kuyuların kirli sularında da buldu.
Koch nihayet Almanya’ya döndü ve burada savaştan dönen muzaffer bir komutan gibi karşılandı. Bilgiç doktorlardan ibaret dinleyicilerine: “Kolera asla kendiliğinden doğmaz; sağlıklı hiçbir insan virgül mikrobu yutmadığı takdirde koleraya yakalanmaz. Bu mikrobu da ancak kendi türleri meydana getirebilir. Bu, başka bir şeyden meydana gelmez ve yoktan var olmaz. Bu ancak insanların bağırsaklarında ve Hindistan’da olduğu gibi içlerine fazlaca pislik karışan sularda üreyebilmektedir.” demişti.
Koch bizzat Alman imparatorunun elinden yıldızlı haç nişanı almıştı. Fakat buna rağmen kibirlenip burnu büyümemişti. Hayranları ona tapınmağa kalkıştıkça onlara sadece “Elimden geldiği kadar çok çalıştım. Eğer başarım birçoklarınınkinden fazlaysa bunun nedeni tıp dünyasındaki gezilerim sırasında talih eseri olarak altın cevherinin açıkta yattığı bir sahaya varabilmemdir. Bu ise büyük bir erdem değildir.” demişti.
Mikropların en öldürücü düşmanlarımız olduğunu kanıtlayan, mikrop avcılığını bir bilim kolu haline getiren, karanlık bir devrin bugün kısmen unutulmuş önderlerinden Robert Koch’u saygı ve hayranlıkla anıyoruz.