Ayhan Korkmaz
Uzun zamandır beynimde dolanıp duran, bazen unuttuğum ama her fırsatta yüzeye çıkan, cevap arayan sorunun başka zihinleri de meşgul ettiğini okuduğum bir yazı vesilesiyle öğrendim. Yazar Tahsin Yücel de merak etmişti ve şöyle diyordu:
Gelenektir, genellikle sevdiğimiz, saydığımız kişilerin adlarını veririz çocuklarımıza, “Nasrettin de çok iyi bildiğimiz, çok da sevdiğimiz bir söylensel kişinin adı. İlk bakışta, bu adı çocuğumuza vermemizin hiç kimseyi şaşırtmaması, hiç kimseye aykırı gelmemesi gerekir. Ama ben yetmiş beş yaşına geldim, bugüne değin adı Nasrettin olan tek kişiyle karşılaşmadım, karşılaştığını söyleyen bir kimse de tanımadım. Peki neden? Neden hiç kimse oğluna hepimizin çok sevdiği söylensel kişinin: Nasrettin Hoca’nın adını vermiyor?” (Sezer, 2008: 107)
Bin yıldır içinde ‘din’ sözcüğü bulunan, o kadar çok isim kullanılıyor ki, Alaattin, Sadettin, İzzettin, Celalettin, Hüsamettin, Kemalettin gibi… (Türkçe yazım kuralı gereği isimlerin sonundaki, ‘tin’ şekline dönüşen hece, aslında ‘din’dir.) Daha pek çok ‘din’li isim konulur, kullanılagelirken bir tek Nasrettin adı verilmiyor. Kim bilir kaç yıldır konulmayan bu ismin Yücel’in aynı yazıda eklediği üzere, Nasrettin adı uğursuz mu, yoksa dokunulmazlığı var da biz mi bilmiyoruz?
Anadolu’da 13. yüzyılda yukarıda ismi geçen devlet adamları arasında adı Nasrettin olanlar da bulunmaktaydı (Duman, 2008: 63). Bu noktada Selçuklu döneminde kullanılan Nasrettin isminin hangi yıllardan itibaren konulmamaya başlandığının araştırılması gerekir.
Tahsin Yücel, Hoca Nasrettin başlıklı, yukarıda belirtilen, yazısında cevabı bulduğunu bildiriyor: “Benim yanıtım tek ve kesin” dedikten sonra sürdürüyor:
“Nasrettin Hoca’nın varlığı nedeniyle, yani Nasrettin Hoca hep yaşadığı, hep çok yakınımızda, aramızda bulunduğu, çocuğumuza böyle hep aramızda bulunan, hep böyle yaşamımızı paylaşan birinin adını vermenin bir takım karışıklıklara yol açacağını bildiğimiz için.”
Yanıt güzeldir. Ancak edebiyat çerçevesi içindedir. İkna edici olduğu söylenemez. Çünkü çok yakınlarının adlarını çocuklarına vermek bu toplumun gelenekleri arasındadır. Uygulamada insanların ana-baba adlarını çocuklarına verdikleri bilinen, sık rastlanan gerçeklerdendir ve bunun karışıklıklara yol açacağı düşünülmez bile.
İsmin eskiliğinin artık verilmeme nedeni olabileceği de düşünülebilir. Buna karşılık Alaattin adı da Hoca’nın yaşadığı kabul edilen Selçuklu dönemi sultanlarının kullandığı isimlerdendir ve hâlâ da kullanılmaktadır.
Hocanın gerçek ismi bu değildir, aslında Nasrettin, Selçuklu Sultanı tarafından kendisine unvan olarak verilmiştir diyenler de vardır (Şakir, 1939: 18). Kimi yazarların ileri sürdüğü gibi Nasrettin adının bir unvan olduğu varsayılsa bile, içinde yaşadığımız toplumda unvanların, takma adların da isim olarak verildiği gerçektir. Sözgelimi, Tarkan, Kağan, Fatih gibi…
Anlamında herhangi bir olumsuzluk bulunmadığı gibi tersine ‘din’e bağlanması ve ‘dine yardımı dokunan’ anlamına gelmesi nedeniyle Nasrettin, tercih edilmesi mümkün görünen bir anlama sahiptir.
Başka bir açıklaması olması gerekir bu durumun. Elimizde Nasrettin Hoca hikâyeleri vardır; cevaba bu hikâye ya da fıkraların incelenmesiyle ulaşılmaya çalışılabilir.
Nasrettin Hoca hikâyelerini bir başka sanatsal üretim alanı olarak sinema ile karşılaştırmak, film üretimi üzerinden çözümlemeye çalışmak sonuca varmaya yardımcı olabilir.
Hoca hikâyeleri kısa filmler gibidir. Başrol oyuncusu, bir iki ayrıksı durumu saymazsak, her durumda Nasrettin Hoca’dır. Diğer oyuncular ise sultanlar, kadılar, karısı, çocuğu, yoldan geçen biri, eşeği ya da başka bir hayvan vs. olabilir.
Film senaryolarının yazarları bellidir, kim oldukları bilinir. Nasrettin Hoca fıkralarını üretenlerin kimlikleri bilinmez, toplumun ortak üretiminin sonuçları olarak ortaya çıkmışlardır ki bütün halk edebiyatı ürünleri temel özellikleri bakımından böyledir. Bilim insanları başka kültürlerde de rastlanan benzer tiplemeler için kültür kahramanı (culture hero) diyorlar. (Başgöz, 2005: 38). Bu hikâyeler toplumsal üretimin sonucudur. Hikâyeyi üreten sınıfın, kesimin, kişinin sorunlarını, özlemlerini, dünya anlayışlarını ve arayışlarını yansıtır.
Nasrettin Hoca, hikâyelerin konusuna göre rol almış biridir. Başroldedir, bu rolü hikâyenin yönüne, konusuna göre oynar. Bu bakımdan yani bir oyuncu olarak içerik seçme ve ona göre oynama gibi bir durumdan söz edilemez. Önemli olan oyundur, o da oyununu hakkını vererek oynar; her kılığa girer.
Nasıl her film olağanüstü, muhteşem bir derinliğe sahip değilse, Nasrettin Hoca hikâyeleri için de aynı şey söylenebilir. Hep anlatılageldiği düşünüldüğünde ise her birinin belirli bir değeri olduğu tartışılmaz. Şunu da eklemek gerekir ki, beş yüz yıl önce üç yüz civarında olan fıkraların sayısı günümüzde binleri bulmuştur. Pertev Naili Boratav 1996 yılında yayınlanan Nasreddin Hoca adlı kitabında sayının beş binden fazla olduğunu belirtmektedir (Boratav, 1996:44). Bu bakımdan Nasrettin Hoca bir halk edebiyatı tipidir.
Hoca’nın rol yelpazesi engin genişliğe sahiptir. Bazı hikâyelerde saf, budala rolündedir.
Öküzün biri küpten su içerken başını küpe sokar ve çıkaramaz. Halk toplanır; “Nice eylesek?” derken, Hoca gelip durumu görür. “Tez nacak getirin, ben hayvanın başını küpten çıkarayım.” Hoca’ya nacak getirirler. Hoca nacağı alıp evvela öküzün başını keser. Görür ki baş gene küpün içinde. Bu sefer de küpü kırar ve “Şu kadarcık şeyi beceremediniz” der. (Başgöz, 2005: 72-73)
Bir başka hikâyede:
Bir gün Hoca kendi kendine “Ağaçlar dikilince yeşillenip meyve veriyor, ben neden vermeyeyim?” diye düşünerek gider kendini beline kadar toprağa gömer. Gece soğuk olunca üşür, çıkar evine gelir. Ne olduğunu soran komşulara: “Tam kök salacaktım, beni soğuk vurdu” der. (Başgöz, 2005: 73)
Bir diğerinde:
Hoca su dökmek için bir su kenarına çömelir. Yirmi dört saat yerinden kalkmaz. Adamın biri bunun farkına varır ve Hoca’dan neden orada bu kadar uzun zaman oturduğunu sorar. Hoca der ki “Yirmi dört saattir çişimi yapıyorum, daha bitmedi.” Meğer Hoca’nın oturduğu yerden bir su akarmış, Hoca onun sesini kendi sidiklemesinin sesi sanmış. (Başgöz, 2005: 72-73)
Bu türe giren epeyce Nasrettin hikâyesi vardır. Sözgelimi en bilinenlerinden birinde Hoca karanlık yerde kaybettiği anahtarını başka bir yerde, aydınlıkta arar.
Bazı hikâyelerde Hoca’nın rolü hiç de onaylanacak gibi değildir. Aşağıdaki hikâyede üstlendiği rolde, başkasının malını hileli yolla mülkiyetine geçiren biridir.
Hoca komşusundan bir kazan ödünç alır, bir zaman kullandıktan sonra, içine bir tencere koyarak geri götürür. Bunun ne olduğunu soran komşusuna “Sizin kazan doğurdu” der. Bir zaman sonra gene kazanı ister, ama bir daha geri vermez. Kazana ne olduğunu soran komşuya “Sizin kazan öldü, komşu” der. Komşu “Aman Hoca kazan ölür mü” deyince, “Doğuran elbet ölür komşu” karşılığını verir. (Başgöz, 2005: 69-70)
Bir hikâyesinde hırsızdır:
Komşusunun bahçesine hırsızlığa girer, havuçtur, lahanadır, kabaktır ne bulduysa koparıp bir çuvala doldurur. Tam kaçacakken mal sahibi gelir ve Hoca’ya ne yaptığını sorar. Hoca der ki: “Komşu, biliyorsun çok sert bir fırtına oldu, rüzgâr beni senin bahçene attı.” Komşu der ki: “Anladım, ama bu sebzeleri kim yoldu?” Hoca: “Vallahi rüzgâr o kadar kuvvetli idi ki, beni yerden yere çalmasın diye sebzelere yapıştım, neye yapıştıysam koptu elimde kaldı.” Mal sahibi, “Peki Hoca Efendi, bunlara çuvala kim doldurdu?” deyince Hoca: “Komşucuğum, vallahi şimdi ben de bu sorunun karşılığını düşünüyordum.” der. (Başgöz, 2005: 52-53)
Adalet ve yargı konusundaki bazı hikâyelerde de olumsuz tipleme olarak görülür:
Bir kadın gelip; “Hoca Efendi, yolda tanımadığım bir yabancı gelip beni öptü, bu haksızlık için adaletinize sığınıyorum” der. Hoca da: “Ne olacak hanım, sen de onu öpseydin, ödeşirdiniz” diye karşılık verir. (Başgöz, 2005: 48)
Bir başkasında:
Bir davada Hoca, ilgili üç kişiden rüşvet alır. Birinden halı, birinden balta, birinden de yüz altın. Adamlar davayı kazanmak için Hoca’ya verdikleri rüşveti hatırlatmak isterler. Biri der ki “Hoca Efendi, şu davayı balta gibi kes”, öteki “Halimi görüyorsun, şu işi bitir” der. Haklısınız ama şu adamın yüzünden utanıyorum” diyerek yüz altına dokundurma yapar. (Başgöz, 2005: 47)
Başka bir davada Hoca yalancı tanıktır. Mahkemede suçlanan adamın, davacıya arpa borçlu olduğunu söylemesi gerekmektedir. Fakat Hoca arpa yerine “Bu adam buğday borçludur” der. Davacı Hoca’ya işi berbat ettiğini, buğday değil arpa demesi gerektiğini hatırlatınca Hoca: “Ne var bunda telaş edilecek, yalan değil mi, ha arpa olmuş, ha buğday, ne fark eder ki?” der. (Başgöz, 2005: 48)
Dinle ilgili kimi hikâyelerdeki rolü tutucu kesimlerde sıkıntı yaratabilecek türdendir. Bunlardan en hafiflerinden bir şöyledir:
Bir gün minbere çıkar, vaaz ederken der ki, “Ey cemaat Tanrı’ya şükredin ki, götünüzü alnınızda yaratmamış. Yoksa her gün yüzünüze sıçardınız.” (Başgöz, 2005: 25)
Yukarıdaki ve diğer bütün hikâyelerdeki Hoca rollerinden belirli, bütünlüklü ve özellikleri net, tek bir karaktere, kişiliğe ulaşmak olanaksızdır. Mehmet Ali Kılıçbay, Nasrettin Hoca’nın sabit bir karakteri olmadığını dile getiriyor ve birbiriyle çelişen tiplemelerinden örnekler veriyor (Kılıçbay, 2004: 107). Nejat Birdoğan da bütün insanların görünümüne girdiğini belirtiyor (Birdoğan, 1997: 83). Ayrıca hikâyelerdeki budala, ahlaksal, dinsel, hukuksal ve sosyal kurallara uymayan, çatışan, yerleşik değer yargılarına aykırı tiplemeleri dikkate alındığında insanların Nasrettin ismini neden çocuklarına vermedikleri ortaya çıkar.
Aileden birinin adını yaşatmak, dini anlamı olanlar, çok sevilen birinin adı, tarihsel, edebi adlar, özlemler vb. isim vermede etkendir. Ama insanların, çocuklarının bütünlüklü, kararlı ve özellikleri belirlenebilir bir karaktere sahip olmasını gözetecekleri de söylenebilir. Bu bakımdan ad koyarken, kılıktan kılığa giren, her öyküde başka biri ve üstelik diğerinin zıttı olan bir karakterden uzak durulması anlaşılır bir durumdur.
KAYNAKLAR
1) İlhan Başgöz (2005), Geçmişten Günümüze Nasreddin Hoca, Pan Yayıncılık, İstanbul.
2) Nejat Birdoğan (1997), Azerbaycan Gülmeceleri ve Nasrettin Hoca, Kaynak Yayınları, İstanbul.
3) Pertev N. Boratav (1996), Nasreddin Hoca, Edebiyatçılar Derneği yayını, Ankara.
4) Mustafa Duman (2008), Nasreddin Hoca ve 1555 Fıkrası, Heyamola Yayınları, İstanbul.
5) Mehmet Ali Kılıçbay 2004, Soytarı Gülmez Sırıtır, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara.
6) Sennur Sezer (2008), Benim Nasrettin Hocam 12 Yazar 1 Çizer, Evrensel Basım Yayın, İstanbul.
7) Ziya Şakir (1939), Nasreddin Hocanın Hayatı ve Hikâyeleri, Tan Matbaası, İstanbul.