Tüm dünyada ekoloji/ekolojik yıkım gibi tartışmalar sürerken bir yanda da sistem içerisinde aranmaya çalışılan “çözümler” ile karşı karşıya geliyoruz. Elektrikli araçlar, yapay zekâ, alternatif enerji biçimleri vb. gibi gündemimize oturan kimi projelerin ne denli çözüm odaklı olduğu ise başka tartışmaları gündeme getiriyor. Dolayısıyla akıllara şu sorular takılıyor: “Kurallı” ve “yeşil” bir kapitalizm olanaklı mı? Yapay zekâ, çevre sorunları konusunda çözüm önerileri sunabilir mi?
Çevre: madenler ve bulut bilişim
YZ denilince ilk akla gelen algoritmalar, veriler, bulut mimarileri ve gösterişli uygulamalar. Oysa bunların hiçbiri bilgisayarların bileşenlerinde kullanılan mineral ve kaynaklar olmadan inşa edilemez. Hâlâ madenler ve zor koşullarda bu madenlerde çalışanlar var. YZ çağında şaşırtıcı bir gerçek! Veri madenciliği önemli ama Crawford’un (2021) altını çizdiği gibi günümüzde YZ’nin temelini oluşturan bulut bilişim; kayalardan, lityumdan ve ham petrolden yapılır.
Tesla’nın Model S elektrikli otomobilleri pil takımı için 60 kg’dan fazla lityuma ihtiyaç duyar. Bu tip piller, arabalar gibi çok güç isteyen araçlar için uygun olmasa da şimdilik eldeki en iyi seçenektir. Bu nedenle Tesla, dünyanın bir numaralı lityum iyon pil tüketicisidir. Ama küresel hesaplama ve ticaret de aynı gereksinimlere sahip. Şarj edilebilir lityum iyon piller, mobil cihazlar ve dizüstü bilgisayarlar, ev içi dijital yardımcılar ve veri merkezlerinin yedeklenmesi için gereklidir.
Ağ yönlendiricilerinden pillere ve veri merkezlerine kadar YZ ağındaki her nesne, dünyanın içinde oluşması milyarlarca yıl gerektiren ögeler kullanılarak inşa edilir. Daha fazla satış yapmak ve kârı artırmak için milyarlarca yılda oluşan kaynaklar, çok hızlı bir biçimde gerçekleştirilen hafriyat, işleme, karıştırma, eritme vb. süreçlerden sonra binlerce kilometre uzağa taşınarak cihazların üretiminde kullanılır. Daha sonra bu cihazlar atılır ve e-atık olarak dünyanın yoksul bölgelerine gönderilir. Amazon Echo ve iPhone gibi cihazlara sadece birkaç yıl ömür biçilir. Bir akıllı telefonun ortalama ömrü 4,7 yıldır.
Söz konusu madenler ise sonsuz değil. 2020’de ABD Jeoloji Araştırmalarında yayımlanan bir çalışmadan tedarik riski olan 23 maden listelenmişti. (https://advances.sciencemag.org/content/6/8/eaay8647). Bu elementler arasında, iPhone’un hoparlörlerinde ve elektrikli araç motorlarında kullanılan disprozyum; askeri cihazlarda ve insansız hava araçlarında kullanılan germanyum; lityum iyon pillerinin performansını artıran kobalt da var. Ayrıca on yedi nadir toprak elementi (lantan, cerium, praseodimyum, neodimyum, prometyum, samaryum, öropyum, gadolinyum, terbiyum, disprosyum, holmiyum, erbium, tulyum, iterbiyum, lutesyum, skandiyum ve itriyum) dizüstü bilgisayar ve akıllı telefonlarda (bunları daha küçük ve hafif yapmak için); renkli ekranlar, kamera lensleri ve sabit disklerde; fiber optik kablolar ve mobil iletişim kulelerinde kullanılıyor.
Madencilik, yıllardır olduğu gibi savaşı, kıtlığı ve ölümü de beraberinde getiriyor. Bu nedenle ABD’de 2010 yılında getirilen bir düzenlemeyle, Demokratik Kongo Cumhuriyeti çevresindeki bölgeden altın, kalay, tungsten ve tantal kullanan şirketlere bu minerallerin nereden geldiğini ve satışın bölgedeki silahlı milisleri finanse edip etmediğini takip etme zorunluluğu getirilmiş. Çünkü insanların modern kölelik koşullarında çalıştırıldığı madencilikten elde edilen kazanç, yıllardır binlerce kişinin ölmesine ve milyonlarca kişinin sürülmesine neden olan savaşı finanse ediyor.
Bilgisayar üreticisi Dell’e göre düzenleme, gerekli metal ve mineral tedarik zincirlerinin karmaşıklığı nedeniyle bilgisayar üreticilerine büyük zorluklar çıkarıyor. Fakat bilişim şirketleri bu düzenlemeyi atlatmanın yolunu da bulmuşlar. Intel ve Apple, düzenlemenin zorunlu kıldığı değerlendirmeleri Kongo dışındaki izabe (madenleri ergitme, sıvı durumuna getirme) tesislerinde ve çoğunlukla da yerel uzmanlara yaptırıyor. Hollanda kökenli bir firma olan Philips de benzer bir yol izleyerek yasa dışı yollardan elde edilen madenleri doğrudan Kongolu satıcılardan almak yerine aracılardan alıyor.
Crawford (2021), Kongo’nun uç bir örnek olduğunu ve çoğu mineralin doğrudan savaş bölgelerinden elde edilmediğini kabul etmekle beraber söz konusu madencilik faaliyetlerinin insan sağlığına etkilerinin ve neden olduğu çevresel yıkımın göz ardı edilemeyeceğini savunuyor. Dijital teknolojiler için kullanılan madenleri çıkarma faaliyetlerinin arkalarında asitle ağartılmış nehirler, toprakları kazınmış araziler ve nesli tükenmiş bitkiler ve hayvanlar bıraktıklarına dikkati çekiyor. Örneğin Çin, dünyadaki toprak minerallerinin % 95’ini sağlasa da Çin’in pazar hakimiyeti jeolojik zenginliğinden çok neden olduğu çevresel tahribatın sorumluluğunu almamasına dayanıyor. Çin, neodimyum ve seryum gibi toprak minerallerini kullanabilir hale getirmek için büyük hacimlerde sülfürik ve nitrik asit kullanımını göze alarak çevre felaketlerine neden olabiliyor (https://www.bbc.com/future/article/20150402-the-worst-place-on-earth).
Benzer bir çevre tahribatına dünyanın ikinci metal üreticisi Endonezya’da da rastlıyoruz. PT Timah adlı şirket, Samsung’a doğrudan, Sony, LG, and Foxconn’a aracılar üzerinden kalay satıyor. Kalay madenciliği kârlı bir iş olmasına rağmen gerisinde buldozerle yıkılan çiftlikler ve ormanlar, yok olan balık ve mercan resifleri bırakmış. Bir zamanlar palmiyelerle çevrili sahillerinin yok olması turizmi çökertmiş.
Başta bulut bilişim olmak üzere bilişim teknolojileri pazarlanırken en sık gündeme gelen tezlerden biri de kullanılan teknolojilerin çevre dostu olması. Dijital teknolojiler, karbon ayak izleri, fosil yakıtlar ve kirlilik bağlamında pek gündeme gelmiyorlar. Bulut metaforu Vincent Mosco’nun To the cloud: Big data in a turbulent world adlı kitabında ayrıntılı bir biçimde tartıştığı gibi, doğal ve çevreye zarar vermeyen bir şeyi ima ediyor. Teknoloji sektörü sıklıkla çevre politikaları, sürdürülebilirlik girişimleri ve iklim değişikliğine karşı geliştirdiği çözümlerle gündeme gelmeye veya kendilerinin çevre dostu olduğuna dair bir algı yaratmaya çalışıyor. Ancak Amazon Web Services veya Microsoft Azure gibi bulut altyapıları için harcanan enerji miktarı çok fazla ve sürekli artıyor. Bulut merkezleri, su ve elektriği hesaplama gücüne dönüştürürken büyük miktarda çevresel hasara neden oluyorlar. Su, ona ihtiyacı olanlardan alınarak sunucuları soğutmak için kullanılıyor. Veri merkezlerini daha enerji verimli hale getirmek ve yenilenebilir enerji kullanımını artırmak için büyük çaba gösterilse de dünyanın bilişim teknolojileri altyapısının karbon ayak izi her geçen gün artıyor. Teknoloji sektörünün 2040 yılına kadar küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 14’üne erişmesi bekleniyor.
YZ modellerinde hız ve doğruluk talebi artıkça ihtiyaç duyulan enerji miktarı da artıyor. Doğal dil işleme modellerinin karbon ayak izini tahmin etme amaçlı araştırmalar olsa da teknoloji sektörünün yapay zekâ modelleri tarafından üretilen enerji tüketimi şirketlerin özenle koruduğu bir sır. Ama şirketler de neden oldukları zararın farkında. Apple ve Google, karbon nötr (bir kişi veya kurumun saldığı sera gazlarını dengelemek ve net olarak sıfır sera gazına ulaşabilmek için, salınan sera gazı miktarına eşdeğer sera gaz salımına engel olacak projeler gerçekleştirmesi, bkz. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-54262935) olduğunu iddia ediyor; Microsoft 2030’a kadar karbon negatif olmayı vaat ediyor.
Kaynak: https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2021/07/01/yapay-zeka-teknolojilerinin-arka-yuzu/
Not: Bu yazı Bilim ve Gelecek dergisinin 207. sayısında yayımlanan, İzlem Gözükeleş’in kaleme aldığı “Yapay zekâ teknolojilerinin arka yüzü” başlıklı yazıdan bir bölümdür. Yazının tamamına linkten ulaşabilirsiniz.