Osmanlı’da Bilim, Osmanlı bilim tarihini toplumsal ağlar ve kurumlar üzerinden ele alan ilk eser olmasa da bunu Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm yüzyıllarını ve coğrafyalarını kapsayacak şekilde sunmaya çalışan -bildiğim kadarıyla- tek eserdir.
Türkçe çevirisinin yayımlanmasının üzerinden üç yıl geçtikten sonra bu kritiğin kaleme alınmasının ilk sebebi Osmanlı’da Bilim’in, oldukça geniş açısı sebebiyle ortaya koyduğu perspektifindeki ciddi bozukluklarına ve “cezbedici” olsalar da savlarının altı doldurulmamış olmasına rağmen sahadaki pek çok uzman tarafından Osmanlı bilim ediminin anlaşılması için öneriliyor olmasıdır.
İkinci sebep ise birinciyle ilişkili olarak İngilizce eleştiri yazılarında aşağıda ortaya konulacak hususların bazılarının dile getirilmemiş olması, Türkçe inceleme yazılarının ise genellikle tanıtım/özet formunda olmalarıdır.
Burada, eserin olumlu yönlerine değinildikten sonra ileri sürülen savların ve iddiaların metinde temellendirilemediği hatta kimi yerde metin ile çeliştiği gösterilmeye çalışılacaktır.
***
Tel Aviv Üniversitesi, Ortadoğu ve Afrika Tarihi Departmanı’nda öğretim üyesi olan Shefer-Mossensohn; Osmanlı bilim tarihini, oldukça sarih bir dille güncel ekoller ve yaklaşımlar üzerinden ele almaya çalışıyor. Türkçe kaynakları biraz zayıf olsa da zengin İngilizce bibliyografyası yol gösterici nitelikte.
Osmanlı’da Bilim, bütüncül kavrama teşebbüsü, Osmanlı bilim tarihine başkent merkezli olmayan tematik yaklaşımı ile yeni bir bakış açısı ortaya koyuyor. Yazar, her ne kadar savlarını ikna edici bir şekilde doğrulayamıyorsa da bu iddialar yeni tartışma alanları olabilir.
Kitap; giriş, dört bölüm ve sonuçtan oluşmakta. Shefer-Mossensohn, sonuç bölümündekiler ve metin içerisindekiler hariç temel savlarını önsözde sıralıyor.
- sav: “Kendine özgü özellikleriyle dönemin diğer bilimsel sistemlerinden ayrışan “Osmanlı bilimi (Ottoman science)” diye bir olgu gerçekten vardı.” (s. vııı)
- sav: “Osmanlı toplumu ve kültürü türlü bilimsel faaliyetler için verimli bir zemin sunmuştur.” (s. vııı)
- sav: “Osmanlı bilim faaliyeti, dönemin mükemmellik ve yenilik algısının, bugün ileri düzey yaratıcı adımlar olarak gördüğümüz buluş anlayışına tıpatıp benzemeyebileceğini gösterir. Jenerik terimi -patentli markalarla karşılaştırılabilir performans gösteren ürünler- Osmanlı’nın bilimle kurduğu ilişkiyi betimlemek için kullanılabilir.” (s. vııı-ıx)
Yazar giriş bölümünde, klasik pozitivist bakış açışını eleştirerek 60’lı yıllardan sonraki tartışmaları Çin bilim tarihi yazımı üzerinden özetliyor. Ancak İslam bilim tarihi ve özelde Osmanlı bilim tarihi çalışmalarının ise hala klasik, pozitivist evrede kaldığını, akademisyenlerinin Batı’daki çalışmalardan bihaber olduğunu, kapalı bir tartışma grubu içinde devindiğini, yabancı dilde yayın yapmadığını üstelik şarkiyatçı söylemi içselleştirdiklerini ve Osmanlı bilim tarihini sadece Osmanlı biliminin batılılaşması süreci üzerinden ele aldıklarını ileri sürüyor. Neredeyse tüm camiayı tek bir potaya sokması biraz ölçüsüz olmuş.
Yazarın, girişte, metin temelli ve ünlü kişiler (kahramanlar) odaklı bilim tarihi yazımının aşılması gerektiğine dair itirazı yerinde ve önemlidir. Ancak eser boyunca birçok yerde savlarını yine ünlü kişiler üzerinden serimlemeye çalışması, itirazı ile çelişiyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nda “Bilgi”yi Kavramsallaştırmak başlıklı birinci bölümde Shefer-Mossensohn, Osmanlı bilim deneyimlerini; İslam, Türk-Moğol, Bizans ve Akdeniz dünyası ile Batı Avrupa’dan oluşan Avrasya bilim merkezinin ortasına oturttuğunu ve amacının Osmanlıların çeşitli jeokültürel kaynaklardan nasıl beslendiğini göstermek olduğunu belirtiyor. Fakat bölüm sonunda Osmanlı bilim deneyimi kaynakları ile elimizde Orta Asya şamanlığı ve bahçecilik/tarım dışında pek bir kaynak kalmıyor.
“Osmanlı Bilgi Kavramı ve Epistemolojisi: İlim Terimi” ve “Müslüman Toplumlarda Bilginin Sınıflandırılması” alt başlıklarında ise ilim terimi ve zihinlerdeki karşılığı anlatılırken Osmanlı’da ilmin en büyük üreticisi ve muhafaza edicisi olan medreselerden, orada ilimlerin nasıl sınıflandırıldığından, hangi disiplinlerin hangi başlıklar altında toplandığından vb. bahsedilmemiş. Bu, mühim bir eksikliktir.
Bu bölümün son alt başlığı “Müslüman Toplumlarda Müktesebatların Birleşmesi”nde; Mısırlı âlim Ahmed ed-Demenhûrî (ö. 1778) üzerinden Osmanlı’da bilgi kaynaklarının muazzam çeşitlilikte olduğu ve pratik bilimler ile dinî ilimlerin (müktesebatların) birleşikliğinin bir vakıa olduğu belirtiliyor. Demenhûrî’nin dini ilimlerle meşguliyetini dengeleyecek kadar pratik bilimlerle alakadar olduğu iddiası tartışmaya açıktır ve başka bir konudur. Buradaki asıl sıkıntı ed-Demenhûrî’nin olağanüstü olduğu belirtilen özellikleri üzerinden genellemeye gidilmesidir. Pekâlâ, benzer yaklaşımla, karşı savı ispatlayacak onlarca örnek de sayılabilir. Üstelik Demenhûrî’den daha etkili isimler örnek verilerek.
Öğrenim Nasıl ve Nerede Gerçekleşir? başlıklı ikinci bölümde özetle; medreselerde özellikle dini eğitim verildiği, medrese dışı özel eğitimler ile ilgili bilgimizin neredeyse hiç olmadığı, meslek eğitim kurumlarından pek de bahsedilemeyeceği, münhasıran tıp eğitimi veren medreselerin varlığına dair kanıtların şüpheli olduğu ve müspet ilimlerin medreselerde öğretildiğine dair sağlam kanıtların eksik olduğu belirtiliyor.
Medrese eğitimi, Osmanlı’da ulemaya dâhil olmanın elzem bir unsuru iken (s. 80) yukarıdaki özet, bir önceki bölümdeki müktesebatların birleşmesi mevzusunun, Osmanlı klasik döneminin en kurumsal yükseköğrenim müesseseleri olan medreseler için pek de geçerli olmadığını gösteriyor. Buna binaen, yazarın da belirttiği üzere medrese dışı öğrenim ile ilgili bilgimiz de kısıtlı ise sınırlarının belirlenmediği “Osmanlı bilimi (Ottoman science)” diye bir kavramın ileri sürülmesi (önsöz, 1. sav) ne kadar isabetli olur? Dahası, bu kısıtlı bilgiden ve yukarıda resmedilen tablodan Osmanlı toplum ve kültürünün türlü bilimsel faaliyetler için verimli bir zemin sunduğu (önsöz, 2. sav), dini ilimler ile dini olmayanların kaynaştığı savlarını öne sürmek ne kadar mümkündür?
Yine mesela kadınlarla ilgili verilerin çok az olduğu belirtilip kadınların hayatlarının her aşamasında eğitim gördükleri (s. 74) ileri sürülüyor. Kitap boyunca savlar ile o savların üzerine oturtulduğu malzeme pek uyuşmamakta.
Osmanlı İmparatorluğu İçine, İçinden ve İçinde Bilgi Aktarımı başlıklı üçüncü bölümün yarısı Osmanlı’da okuryazarlığa ayrılmış. Yaklaşık yirmi sayfa boyunca Osmanlıcanın karmaşıklığı, zorluğu, imparatorluk genelinde yeterince yaygın olmaması; Arap harflerinin ve gramerinin matbaaya uygun olmaması, (dolayısıyla da) okuryazarlığın seçkinler arasında dahi gelişmemesi üzerine kara bir tablo sunuluyor. “Osmanlı’da kayıt altına alınmış dönemlerin çoğunda okuma yazma kabiliyeti az sayıda seçkinle sınırlıydı” (s. 115). Durum şu ki söz konusu tablo ve alıntılanan ifade, önsözdeki savları temellendirmek bir tarafa onlarla çelişiyor.
Bilim İçinde Devlet: İmparatorluk, İktidar, Altyapılar ve Finansman Üzerine başlıklı son bölümde Shefer-Mossensohn, devletin planlama ve idareye dair, bilim ve teknolojiyi kapsayan yaklaşımını; himaye sistemi, bilim/teknoloji ile altyapı projelerinin ilişkisi, 19. yüzyıldaki büyük altyapı ve iletişim projeleri ile Avrupa’nın sömürgeci yaklaşımı üzerinden inceliyor. Ancak “Osmanlı’da ulaşım ve iletişim altyapıları, devletin bilimsel deneyime katılımının bir başka yönünü oluşturur” (s. 156) iddiasının altını dolduramıyor. İlgili alt başlıkta önce Mimar Sinan’dan yola çıkılarak klasik mimari algıdan ve 19. yüzyılda mimarideki değişimden bahsediliyor. Akabinde telgraf sistemi, meydan saatleri ve Hicaz Demiryolu projelerinin, devletin merkezileşme ve padişahın statü ve otorite sağlama araçları olduğuna değiniliyor. Ele alınan konuların devletin bilimsel deneyime katılımı ile ilişkisi ortaya konulamıyor.
“Hami ve Âlim: İntisâb ve Vakf/Vakıf” alt başlığında ise himaye edilen bilim/sanat insanlarının (hâmilerin siyasi pozisyonları gereği) sürekli maruz kaldıkları politik gerilim ve bunun sebep olduğu sonuçlara değinilmesi ayrıca Osmanlı’daki bu geleneğin -en azından Batı’daki örneklerle- karşılaştırılması yerinde olurdu.
Bunlarla birlikte yazarın, hâmilerin ancak hâlihazırda kabul gören mirasla özdeşleşmeleri sayesinde meşruiyet kazanabildikleri, çıkarımı (s. 159); önsözdeki ikinci tezi ile çelişiyor.
Yazar sonuç bölümünde, birçok gelenek üzere şekillendiğini ileri sürdüğü bilgi sistemini, Osmanlı zihnine has bir şeye dönüştüren özellikleri ortaya çıkarmayı amaçladığını belirtiyor. Bunu da Kahire’den âlim Murtazâ ez-Zebîdî’nin (ö. 1791) ve öğrencisi Abdurrahman el-Cebertî’nin (ö. 1822) kariyerleri üzerinden dört noktada topluyor. Ancak söz konusu kariyerlerin bu çıkarımlar ile örtüştürülemediğini görüyoruz.
1.“Osmanlı’da bilimsel faaliyet çok katmanlı, eklektik ve pratik bir şekilde gerçekleştirilirdi.” (s. 201)
Shefer-Mossensohn, Murtazâ ez-Zebîdî’nin bilgeliğinin sıra dışı olduğunu ve döneminde ulema arasında eşsiz bir yer işgal ettiğini belirtiyor. (Yine “eşsiz özellikleri” olan bir “model” karşımıza çıkıyor.) Ayrıca ez- Zebîdî’nin büyüklüğünün Arapça sözlüğü ve Gazali’nin İhya’sına yazdığı tefsirden ileri geldiğini öne sürüyor ki bu yukarıda zikredilen “çok katmanlılık” ile pek uyumlu gözükmüyor.
Öğrencisi El-Cebertî’nin ise matematik, astronomi, astroloji, tıp ve kehanet teknikleri alanlarına meraklı olduğunu belirtse de dönemin Arapça kaynaklarında, söz konusu tekniklerin “olağandışı bilimler” olarak sınıflandırdığını hatırlatması, el-Cebertî’nin durumunun aslında bir istisna olduğunun ifadesidir.
“Ez-Zebîdî ve el-Cebertî birçok açıdan kendi dönemlerinin alışılmamış figürleriydi” (s. 200). Yazarın, zamanlarının alışılmamış yani nadir figürlerinin kariyerleri üzerinden -ki bunlar dahi savları ile pek uyuşmuyor- tüm Osmanlı çağlarının bilim edimi üzerine çıkarımlarda bulunması hem yöntem olarak doğru değil hem de girişte kahraman odaklı bilim tarihi yazımı eleştirisi ile çelişiyor.
2.“Osmanlı Türkçesi, Osmanlı seçkinleri tarafından bilimsel amaçla kullanılacak bir araç haline getirildi.” (s. 202)
Söz konusu iki âlimden bu argümana nasıl ulaşıldığı tamamen meçhul. Çünkü hemen devamında bu iki ismin eserlerini Arapça yazdığı belirtiliyor. (Esasen kitapta ele alınan bilginlerden eserlerini Türkçe yazan da pek yok) Bununla birlikte ilerleyen satırlarda, Osmanlı Türkçesinin seçkinler için “kültür dili” olduğu belirtiliyor. Hâlbuki yukarıdaki çıkarımda, bilim dili olduğuna gönderme yapılıyor.
3. “Sosyal ağlar ve himaye bilimsel faaliyetin düzenlenmesinde önemli bir faktör oluşturdu.” (s. 202)
Bu durum Osmanlı için ayırt edici bir özellik miydi? Yoksa modern devlet, modern müfredat ve eğitim öğretim sistemleri öncesi birçok toplumda, bilimsel faaliyetler genellikle zaten böyle mi düzenleniyordu? Buna değinilmemiş.
4. “Osmanlı Devleti erken modern dönemden bu yana bilimsel faaliyeti belli ölçüde bürokratikleştirdi.” (s. 203)
Bürokratikleşmenin en önemli sacayaklarından biri medreseler idi. Ancak medreselere kitapta pek değinilmiyor.
Bu çıkarımlarından sonra sonuç bölümündeki “Osmanlı’da Yenilik” alt başlığı, önsözdeki üçüncü savda ileri sürülen “jenerik” teriminin karşılığı ile ilgili açıklama verileceği izlenimi uyandırsa da ne yazık ki bu gerçekleşmiyor. Bu başlık altında, Avrupa kimyevi tıbbının özümsendiği iddia edilip birkaç satır sonra bu ifadeye tezat şekilde etkisinin kısıtlı olduğu belirtiliyor. Daha sonra birkaç sayfa metrik sistemin meşakkatli kabulünden ve Singer dikiş makinelerinin Ortadoğu genelinde kabul gören bir ev eşyası olmasının ardındaki pazarlama stratejisinden bahsediliyor.
Tipik Osmanlı âlimi olarak işaret edilen isimlerin, “Osmanlı’nın bilimle kurduğu ilişkiyi betimlemek için” önerilen “jenerik” kavramının altını doldurabilecek hangi faaliyetlerde, çalışmalarda bulunduklarına değinilmiyor. Yazarın en orijinal yaklaşımı olarak “jenerik” kavramı, açıklanmadan kitap sona eriyor.
Yine yazarın “(…) birçok Osmanlı (…), araştırma için ayıracakları vakti ertelemek ve araştırmalarını kısıtlı boş vakitlerine sıkıştırmak zorunda kalıyorlardı. Kimileri imparatorluk genelindeki görevlere geldikleri kariyerlerinin virajlı yollarından faydalanarak yeni öğretmenlerle çalışmalarını ilerletebildi” (s. 201) ifadesi, Osmanlı toplumu ve kültürünün türlü bilimsel faaliyetler için verimli zemin sunduğunu ileri sürdüğü önsözdeki ikinci teziyle çelişiyor.
Bitirmeden önce önsözdeki ilk savla ilgili bir açmazı daha belirtmek gerekir. Yazar, bu savında “Osmanlı bilimi”nin dönemin diğer bilimsel sistemlerinden ayrıştığını ileri sürüyor. Metinde, Osmanlı medreselerinin Ortaçağ medreselerinden hangi yönde ayrıştığının belirtilmesi dışında bu konuda pek bilgi yok. Savdaki “dönemin” kelimesi esasen argümanı zamansal olarak oldukça belirsiz hale getiriyor. Buna ilaveten “diğer bilimsel sistemler” olarak en azından Avrupa, İran ve hatta belki Rusya ile olan esas farklardan bahsedilebilirdi. Ancak bunların hiçbirini kitapta göremiyoruz.
Shefer-Mossensohn, sahadaki pek çok çalışmadan farklı olarak odağına sadece imparatorluğun başkentini almayarak ufuk açıcı bir yaklaşım sergiliyor fakat tüm Osmanlı coğrafyasını, tebaasını ve yaklaşık yedi asrı içinde eritmeye çalıştığı potada “Osmanlı bilimi” olarak elimizde sadece yazarın “karışım” (amalgamation) dediği şey kalıyor. Böylesi bir karışımın “diğer”lerinden nerede ayrıştığı belirsiz. Üstelik ilmin, bizim bilimimizle (science) hiçbir ilgisi olmadığını belirten (s. 35) yazar, neden “Osmanlı bilimi (Ottoman science)” terimini seçtiğini ve onu bu karışımdan nasıl süzebildiğini bize sunamıyor.
Osmanlı’da Bilim: Kültürel Yaratı ve Bilgi Alışverişi
Miri Shefer-Mossensohn, Çev. Kübra Oğuz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2018, 300s.