İlhan Selçuk şöyle yazmış ardından: “Geçmişle geleceği yaşamında bütünleştirip hayatının anlamını zamanın kütüğüne işleyen Türkel Minibaş’ın paha biçilmez değerine erişen bir insan için ölüm nedir ki…” Ve öğrencilerinin yazdıkları: “Bir keresinde ‘fark etmez’ kelimesinden nefret ettiğini söylemişti bize. ‘Asla kullanmayın. İyi ya da kötü, size ait bir fikriniz olsun, kendinizle ilgili bir şeyin kararını fark etmez deyip başkasına bırakmayın, kendiniz karar verin.’ demişti… O gitmeden eminim ki kendi gibi onlarcasını bıraktı arkasında, fark yaratacak birilerini.” “Mavi gözlü, yüreği kocaman, aklı halkından yana, emekçi dostu, genç bir devrimci.”
Akılla sevgiyi, dostlukla gülüşü, bilinçle direnişi, güzellikle insanı bütünleştiren devrimci bir aydın deyince aklıma Türkel Minibaş geliyor.
Bunu söylerken “Duygusal mıyım?” diye sordum kendime. Olabilirdi. Çünkü 20 yıl boyunca bir gün bile eksilmeyen, giderek çoğalan, hiç yara almayan, hiçbir engelin araya giremediği müthiş bir dostluğumuz vardı. Bunun ötesinde; annesi intihar etmiş, babasını 8 yaşında kucaklayabilmiş bir kız çocuğunu olağanüstü bir anne sıcaklığıyla bağrına basmıştı o. Kızım Sevgi Can’la adı ister anne-kız, abla-kardeş, ister teyze-kuzen, usta-çırak, ister dostluk olsun, yine 20 yıldır süren arkadaşlığı, elbette duygusal kılabilirdi beni. Kolay mı, Çağ Atlatma Serüveni kitabını “Umudumun simgesi Sevgi Can Yağcı’nın gençliğine” ithaf etmişti. “18 yaşın tüm Sevgi Can’larına” demişti kitabını sunarken. Yıllardır ayda bir mutlaka buluşur, söyleşir, dertleşirdik. Rahatsızlığına kadar Aziz Nesin Dostları’nın aylık yemeklerine gelirdi.
Duygusallıktan kurtulmak için, başkalarının onu nasıl tanıdığını, tanımladığını görmek isteyince gerçekle; yaşamın ve Türkel’in gerçeğiyle buluştum. Bu buluşmanın ortaya çıkardığı Türkel Minibaş gerçeği, ihtiyacımız olan bir insan ve aydın portresiydi. Bu portre; yazarı olduğu Cumhuriyet gazetesine toplumun çeşitli kesimlerinden insanların verdiği ilanlarda şöyle ortaya çıkıyordu:
Sevgi dolu yüreği, sonsuz emeği olduğunu söylüyordu birileri. Göz kenarında kalıp da görmezden geldiklerimizi göstermekle ömrünü geçirdiğini söylüyorlardı. Güzel insan, bilge diyorlardı; işçi ve kadın hareketi dostu, mütevazı insan, cesur, güzel arkadaş, iktisatın gülen yüzü, devrimci kalem, can dostumuz… Aynı lisede okuduk demekten büyük onur duyuyoruz, diyorlardı; aydınlık Türk kadını, çağdaş bilim insanı, sevgili hocamız… Köy enstitülerinin dostu, diyorlardı ona. Hastalığına inat dur durak bilmeyen bir çalışkanlık örneği olarak tanımlıyorlardı onu. Dik başlı güzel insan, diyorlardı onun için: Onurlu insan… Gülümsemeniz her zaman yolumuzu aydınlatacak, diyorlardı. Hayat karşısında doğru, dik ve azimli duran, bakışları güneşe benzeyen bir aydın insan olarak tanımlıyorlardı onu. Yaşama sevinciyle sevgisiyle her anında örnek olduğunu söylüyorlardı onun. Aydınlık bir Cumhuriyet kızı, çağdaşlaşma mücadelesinin, Aydınlanma devriminin önderlerinden biri diye selamlıyorlardı onu. Yüzlerce denizyıldızına ve bizlere örnek olan, diyorlardı. Ülke ve toplum sorunlarını daima doğru saptayan, çözümler üreten ve savunan, eğitimci, bilim kadını, yazar… Ekonomik bağımsızlığımızın yılmaz ve coşkulu savunucusu, devrimci bilim insanı…
Çağdaş yaşamın öğretmeni, sıfatını uygun görüyorlardı ona; sömürgeciliğin acımasız gerçeklerini öğreten hoca diyorlardı. Biz cesurca yaşamayı ve hep mutlu kalmayı ondan öğrendik, diyen öğrencileri vardı, isyan ediyorlardı doğaya: Ona veda edemeyiz, diyorlardı. Onu, hep heyecanlı, bakımlı, parıldayan gözleri, etkileyici sesi, bilgi birikimini paylaşması ve örgütçülüğüyle, inancı, güveni ve katkılarıyla anacağız, diyorlardı. Üzerine hep yıldızlar yağacak, diyorlar; onu bize ışık tutmaya devam edeceksin, diyerek uğurluyorlardı. Türkel kuşumuz uçtu gölgesi Kozak Yaylasında kaldı, diyorlardı; ışıklar eşlik etsin sonsuz yolculuğuna. Ege’nin dalgalarıyla söyleşiyor şimdi; onurlu yaşamına saygılarımızla, diyorlardı. “Seni toprağa vermenin acısıyla çoğalıyoruz. Sevginin yücesiyle kucakladın bizi, müthiş dostluğunla kıvançlar kattın yaşamımıza. Gözün aydınlıklarda, gözün üzerimizde biliyoruz. Seni seviyoruz.” diyorlardı.
İnternetteki çeşitli sözlüklere bakınca karşılaştığım benzer tanımlamalar, ölümünün ardından söylenenlerde duygunun öne çıkmadığını gösteriyordu: “İktisat Fakültesi’nin aklı başında birkaç öğretim görevlisinden biridir… ‘Sözün size gelmesini sakın beklemeyin.’ der sürekli, konuşmayı çok sever ve keyifle dinlenir… Çok iyi ders yapar, teori ile pratiği bitiştirme konusunda maharet sergilerdi… Sezgileri, öngörüsü ve yorumlarıyla her zaman kendisine hayran olduğum insan. Yaşadıkları, ne olursa olsun bugünün kıymetini bilen, hayatı iyi tanıyan ve iyi değerlendirmeye çalışan, yüreği hepimizden genç, hepimizden dayanıklı ve her zaman örnek alacağım gerçek bir kadın. Öğrencilerine sağladığı destek ve yol göstericilikle sadece derslerde vs değil kültür/sanat aktivitelerinde de çok verimli ve başarılı çalışmalara ön ayak olmuş asla unutulmayacak biri… Unvanına fazlasıyla yakışan iktisatçıdır. Hem fikirleri hem de kişiliği ile çok sevilen hocalardandır… Derslerini ayrı bir ilgiyle sanki her kelimesini içime çekerek dinlemekten büyük zevk aldığım hocam…”
***
Ölümünden sonra internette yazılanlara baktım:
“Yönünü çizmeye çalışan genç insanlara yalnızca akademik anlamda değil, bir dost olarak da öngörüleri, açık görüşü, sıcaklığı ile yardımcı olan bir hocaydı. Öğrencileri onunla birlikte gelecek planları, aşk maceraları, filmler, kitaplar hakkında konuşmayı çok özleyecek. İyi işler yapıp, doğru dürüst bir insan olarak yaşayarak sana layık olmak dileğiyle hoşça kal hocam.”
“Gidişiyle beni gözyaşlarına boğmuş, canım hocam. İlk kez yapmıyor bunu, bir de bizi mezun ederken yaptığı annemsi konuşmayla da ağlatmıştı. O bir cumhuriyet kadınıydı, binlercesini yetiştirdi, daha da yetiştirmeliydi. Sadece bir ekonomist değil, Türk toplumunu çok iyi tanıyan, nereden nereye doğru gitmekte olduğunu çok iyi gözlemleyen bir akademisyendi.”
“İktisat siyaset politika bir yana, anlattıkları ve yazdıklarından da öte özel bir kıymet taşırdı gülümsemesinde. ‘Ah be hocam, ah be/ veda mı düştü bize./ aklı eksildi dünyanın, yine.’
“Yanına gittiğinizde sizinle bir arkadaşıyla konuşur gibi konuşurdu. Katıldığı bir siyaset meydanı programında karşısındaki Yeni Şafak veya Vakit yazarı adam öyle kötü niyetli, konuyu saptıran laflar etmişti ki ben ekranın başında sinirlerime hâkim olmakta zorlanıyordum ama hocam hala güler yüzlü ve sabırlıydı. Karşısındakinin ideolojisini hiç paylaşmasa da, asıl niyetini çok iyi bilse de tek tek, sabırla anlatmaya devam ediyordu. Ertesi gün derse ara verdiğinde kürsüsünün üstünde plastik şeffaf poşetinin içinde fındık, fıstık, kuru üzüm vardı. Yanına gidip dün için tebrik etmek istedim. Gözümün fındık fıstığa takıldığını görünce gülümseyerek sorusunu sordu: İster misin? Yok, hocam sağ olun, dünkü sabrınız için sizi tebrik ederim, ben ekran başında delirdim, siz iyi sabrettiniz. Öyle mi? Teşekkür ederim. Öyle diyorlar ama biraz sinirlendim bence. Kendime daha fazla hâkim olmalıydım ama program uzadı ve benim de sürekli bir şeyler yemem gerekiyor, midemden rahatsızım çünkü ağrı yapıyor. Öyle olunca da sinirlerime hâkim olamadım biraz.”…
“İyi ki onun gibi bir hoca tanımışım, iyi ki sırf onun dersine girebilmek için okula koşa koşa gitmişim.”
“Hayatınıza ucundan da dokunsa sizde fark yaratan bir isimdi Türkel hocamız. Şimdi yokluğuyla ayrı bir fark yaratacak.”
“İktisat fakültesinde dersine dersi takip edip not kovalamak için değil sadece dinlemeye gidilen az hoca vardır. Onlardan birini kaybettik. Sadece iktisat bilgisi değil genel kültürüyle, dünya bakışıyla da süslerdi sizi. Adeta işlerdi dantel gibi. İktisadi çıkarımlara filmlerden örnekler yakalar, hem size film tavsiye eder hem de fırsat bulursa kendi izlettirirdi. Bir keresinde ‘fark etmez’ kelimesinden nefret ettiğini söylemişti bize. ‘Asla kullanmayın. İyi ya da kötü, size ait bir fikriniz olsun, kendinizle ilgili bir şeyin kararını fark etmez deyip başkasına bırakmayın, kendiniz karar verin.’ demişti… O gitmeden eminim ki kendi gibi onlarcasını bıraktı arkasında, fark yaratacak birilerini.”…
“Üniversitenin tekdüze yaşamının ötesinde hayatı öğretmeye çalışan biri olarak çok şey kattığı şanslı insanlardan olduğuma şükrediyorum.”
“Harika bir insan kaybettik. Yaşam enerjisi, neşesi, dinamizmi, coşkusu, iyiliği… İlk ameliyatını geçirdiğinde… hasta yatağında özenle taranmış saçlarını ve makyajını, sanki birazdan dışarı çıkacakmış gibi kabına sığmayan halini görünce afallamıştım.”
“Son dakikasına kadar hayattan kopmadı… Derslerini, yazılarını, jürileri hiç aksatmadı, son günlerinde acıları giderek arttığında bile kitapları, notları yanı başındaydı, okuyordu, yazıyordu…”
“İnanılmaz hayat dolu bir insandı… Onun derslerini, seminerlerini içer gibi dinlerdim. Bir insan düşünün, hem iktisatçı olsun hem de deli gibi kültürlü ve sosyal olsun. Derslerde çalan telefonuna bakar, ‘arkadaşlar sevgilim arıyor, yoksa inanın açmam.’ derdi neşeyle, telefonu açtığında da ‘hayatım, ben de senden bahsediyordum.’ diyerek kahkaha atardı.”
“Bu korkunç yaşama ait olmayan uçarı bir ruhun ve keskin bir zekân vardı, çok erken oldu ayrılışın, şimdi her nereyi ışığınla aydınlatıyorsan eminim çok mutludur oradakiler.”
“2007 yazında… Sabahın saat 9’uydu. BBC için röportaja gitmiştim o bitkilerle dolu evine… Sabahın o saatinde bir kadının nasıl olup da bu kadar bakımlı olabileceğini anlamamıştım… Röportaj bitip de çıkmak gerektiğinde, sözlükte kendisi hakkında güzel olduğuna dair şeyler okuduğumu söyledim. Güldü, ‘Benim hakkımda asıl yazmak istediklerini yazarlarsa hakaret olur diye güzellikten dem vurup geçmişlerdir. Ne güzeli ayol? Hepsinin annelerinden büyüğümdür.’ dedi.
“Hep çok güzeldi. Eminim bugün de çok güzeldi. Demişti ki: “Her deli cesur olmaz, deliler korkak da olabilirler. Delilikte yaratıcılık, öteyi görebilmek vardır, ama cesur bir deli bunların hepsini bir araya getirerek analiz yapandır.”
“Tanımış olmaktan mutluluk duyulan insanlardan biriydi. Çıtı pıtı bir vücudu o mini mini bedenine nasıl da sığdırdığına hayret ettiğiniz koccca bir yüreği vardı. Beyninin kapasitesi soyadına inat büyüklükteydi. En önemlisi güzel yüreğini, pırıl pırıl aklını insanlar ve tabiatın hizmetine vermiş olmasıydı kayıtsız ve şartsız. Hep gülümserdi ve her an gülmeye hazırdı.”
“Meraklı, bir ‘çocuk’tu Türkel Hoca… Her şeyi öğrenmeye yetişme merakı kadar, bütün öğrendiklerini paylaşma isteği, enerjisi de onu anlatmak isteyenlerin mutlaka gözünden kaçmayacak bir özelliği idi. Meraklı olduğu kadar muzip bir ‘çocuk’ idi Türkel Hoca. Bir insanı güzelleştiren, mizahın insanı insan yaptığı bu özellikten yoksun kalmak olmazdı! Olmadı da.”
“Türkel Hocam, kızımın kırmızı elbiseli devrimci teyzesi, ihanetin kol gezdiği, kitlesel firarların olduğu bir zaman diliminde kalenin burçlarında dalgalandırdığın bayrak yere inmeyecek. Çoğalarak çoğaltacağız dalgalandırdığın bayrakları.”
“İlk defa bir kadını erkeklerin dünyasına bu kadar hâkimken gördüm. İlk defa bir kadının, temsil ettikleri zihniyetlerin önde gelen isimleri olan altı erkeği çüke sürülecek aklı olmayan adamlar seviyesine indirdiğini gördüm. İlk defa bir kadının, defalarca sözü kesilmesine rağmen, hiç şaşırmadan, tahriklere kapılmadan, sinirlenmeden lafını anlatabildiğini gördüm. İlk defa bir kadını kendinden bu kadar emin, tek cümlesinde çelişmeden, mantığını bu kadar güzel anlatırken gördüm. Kesinlikle önünde saygıyla eğilinecek akademisyen.”
“Bilgisine, birikimine, güzelliğine hayran olduğumuz bir hocamızdı.”
“Mavi gözlü, yüreği kocaman, aklı halkından yana, emekçi dostu, genç bir devrimci.”
“Kırmızı renk, devrime olduğu gibi Türkel Hoca’ya da yakışırdı.”
“Mavi gözleri göğün, denizin özgürlüğünü yansıtırdı, pür neşe, sevgi dolu: sevenlerine. Safların bir bir terk edildiği, ihanetin sokak sokak kol gezdiği bir zaman diliminde hem ‘diklendi’, hem de ‘dik’ durdu. Emeğin, emekçinin, yoksulun yanında durdu. Omzuna dönenlerin, bırakıp gidenlerin, ihanet edenlerin yükünü de aldı; yıkılmadan, yalpalamadan yürüdü. Amansız hastalık yakasına yapışmış olsa da, o hiç umudunu yitirmeden yürüdü, kuşkusuz, hep çoğalarak.”
“Bu toprakların olduğu kadar dünyanın bütün sorunları da onun sorunu idi. Öyle olduğu için de zengin, köklü bir düşün sahibi idi. Yazıları, söyleşileri bunun şahididir. Bu nedenle ciddi sağlık sorunlarının olduğu günlerde bile başka ülkelerde dünyanın sorunlarını anlatmaktan kaçınmadı… Ezilenleri, emekçileri, yoksulları da bu başkaldırıya çağırıyordu. Bu başkaldırı çevre hakkını da su hakkını da kapsıyordu. Büyük anlatı kadar ‘küçük’ hikâyeler de Türkel Hoca için büyüleyici idi. Kuşkusuz, her devrimci için bu çok doğal olmalıdır! Elbet erkek egemen dünyanın tahakkümüne de bir devrimci olarak başkaldıracaktı. Bir kadın devrimci olarak, gereğini yapmaktan kaçınmayacaktı: Yazdıklarıyla olduğu kadar, yaşadıklarıyla da bunu gösterecekti.”
***
Eğer Türkel’i tanımasaydım, çok yakından tanımasaydım, “Hadi canım sen de…” derdim tüm bunlara.
Tanımayanlar için, onun dolu dolu, anlamlı, yorulmak nedir bilmeyen genç ömrüne sığdırdığı güzelliklere bakalım:
1953’te İstanbul’da doğan Türkel Minibaş, 1971’de ilk ve orta öğreniminin ardından Afs bursuyla Los Angeles-Pasific Palisades High School’dan mezun oldu. 1975’te Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İktisat Teorisi ve İktisat Tarihi Anabilim dalında pekiyi dereceyle doktor (1985) ve doçent oldu (1988). 1995’te İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde Uluslararası İktisat ve İktisadi Gelişme Anabilim dalında profesör unvanı aldı.
Bir akademisyen olarak Türkiye ekonomisi, uluslararası yatırımlar, küreselleşme, yolsuzluk ekonomisi, kalkınma, para, kadın ve cinsiyetçilik içerikli makaleler yazdı. “Çalışmaya Hazır İşgücü Olarak Kentli Kadın ve Değişimi” ve “Türkiye’de Yolsuzluğun Sosyo-Ekonomik Nedenleri Etkileri ve Çözüm Önerileri” başlıklı ortak çalışmalar yaptı. İMKB ve İzmir Ticaret Odası’nın eğitim programlarına öğretim üyeliği, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezinde müdür yardımcılığı, Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi İstanbul İl Koordinatörlüğü görevlerini sürdürdü. 1. Ulusal Çocuk Kurultayı’nı düzenledi (1991). Yapı Kredi Çocuk Yayınları danışmanlığı (1991-1993), Kültür Bakanlığı Yayın Danışma Kurulu üyeliği (1993-1995) yaptı. Azgelişmiş Ülkelerde Kalkınmanın Finansman Politikaları ve Türkiye, Çağ Atlatma Serüveni 1453-1980 (1994). Dünya Bankası “Çalışmaya hazır kentli kadınlar projesi” sürekli danışmanlığı, İMKB başkanlık ekonomi danışmanlığı (1995-1999), “İzmit-Adapazarı bölgesinde depremden etkilenen sanayi kuruluşları ve yolsuzluk ekonomisinin etkileri” konulu proje danışmanlığı (2002-2004) yaptı. 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın “küreselleşme” ve “toplumda kadın katılımı özel ihtisas komisyonu”nda ve “Vizyon 2023” çalışmalarının küreselleşme panelinde görevler yaptı. Hava Harp Okulu’nda Türkiye ekonomisi ve kamu ekonomisi dersleri (2000-2003) verdi.
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkan Yardımcılığı; Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı Mütevelli Heyet Üyeliği; Türk Kültür Vakfı, Türkiye Avrupa Vakfı, Türkçağ Vakfı, İstanbul Mülkiyeliler Vakfı, Sosyal Demokrasi Vakfı gibi vakıfların kurucu üyeliği görevlerini sürdürdü. Bilim Sanat Eserleri Meslek Sahipleri Kuruluşu’nda yönetim kurulu üyeliği yaptı. Umut Çocukları Derneği’nin çalışmalarına destek verdi. 2003’ten beri Aziz Nesin Dostları’nın gönüllülerindendi. Televizyon ve radyolarda ekonomi programları yaptı. Birçok demokratik kitle örgütüne üye olarak katkıda bulundu. Cumhuriyet gazetesinde 1994’den bu yana köşe yazarlığı (Pazartesi günleri “Gözucuyla” köşesi)… Bu Kez Düşmanın Adı: Terör (2005) adlı yapıtıyla toplumsal mücadelenin odağına dikkat çekti. Anadolu’nun, Trakya’nın her yanında konferanslar verdi, panellere katıldı.
Bir yılı aşkın süredir mide kanseri tedavisi gören Türkel Minibaş, 6 Şubat günü 10.30 sularında yaşamını yitirdi. 7 Şubat günü saat 10’da İstanbul Üniversitesi’nde düzenlenen saygı töreninden ve Fatih Camisinde kılınan cenaze namazından sonra Balıkesir’in Ayvalık ilçesine götürülerek ertesi gün Alibey Adası’nda (Cunda) babasının yanına defnedildi.
Nail Satlıgan, her sözcüğüne katıldığım yazısında, “Hep, Türkel’i, ‘eski tüfek’ komünistlerin, ilerici Kemalist Doğan Avcıoğlu’nun yönettiği sayfalarda mecra bulduğu Yön-Devrim çizgisinden günümüze kalma bir yadigâr gibi düşündüm.” diyor ve devam ediyor: Akademik iktisatçıydı; ama bu konumun beraberinde getirdiği mesleki deformasyona karşı kendini korumuştu. İktisatçı olarak konuşup yazdığında, toplum dışı soyutlamaların (‘piyasalar’ın) yapıp ettikleriyle değil, somut ve yaşayan insanların dertleriyle ilgilendi: Çalışanların, dar gelirlilerin, çevre sorununu ta içinden duyumsayan tarım üreticilerinin ve işçilerin. Küreselleşmenin ülke denen birimleri hükümsüz kıldığını sananlardan değildi. Ama Türkiye’nin çıkarını savunmaya giriştiğinde bunu, o ülkede yaşayan büyük çoğunluğun, emekçilerin, çıkarından ayrı düşünmedi… Aydın sorumluluğu diye bir şey varsa Türkel onu da şahsında cisimlendirdi. Kendisini dinlemek isteyen çevreleri, dernekleri, meslek örgütü ve sendikaları kırmamak için memleketi karış karış dolaştı. Az, ama dolu dolu yaşadı.”
İlhan Selçuk, 8 Şubat günkü Pencere’sinde, “Çoktan beri bu köşede ölümlerin ardından yazmamayı yeğlemiştim. Elim varmıyordu. Türkel Minibaş’ı yitirince dayanamadım. Çünkü bu bir ölüm yazısı sayılmaz… Türkel kansere tutulmuştu. Yoksa kanser mi ona tutulmuştu?..” diye yazdı. Türkel’in olağanüstü bir ressam için paha biçilmez bir modele dönüştüğünü söyleyen Selçuk, Türkel Minibaş’ın örnek bir insan olduğunu vurguladı: “Öyle bir model ki toplumun insanlığa dönük kesimine sürekli örnek… Aydınlığa dönük. Bilimle haşir neşir. Geçmişle geleceğin hesaplaşmasında duruşu açık seçik. Atatürk cumhuriyetinin kadını. Çalıştıkça ışıyan. Yaşadıkça güzelleşen. Gün geçtikçe kişiliği saydamlaşan. Hayatında ölümü sollayan. Bir çarpıcı örnek…”
***
Sözün bittiği yer, denir ya… İnsan kabullenmek istemiyor böylesi bir vedayı elbette. “Aslolan hayat,” her şeye rağmen insana yaşam gücü veriyor. İnsan, insan olduğundan beri böyle bu. Birileri dünyaya gelirken birileri de gidiyor. Çoğu çok sevilerek gelirken birileri çok sevilerek gidiyor, birileri sevilmeden. Sevilerek gidenler genellikle zamansız gittiği için de gitmeleri çok acı veriyor. Acı da insanı insan yapıyor. İnsan acılarla büyüyüp gelişiyor ve o onurlu yerine ulaşıyor. Sevilen giderken verdiği acıyla seveni insan kılıyor, çoğaltıyor, büyütüyor. Daha ne diyeyim? Türkel’i ben de çok sevmiştim… Dostumdu. Aydındı. Devrimciydi. İnsandı…
Cunda’da Ege’nin sularıyla ve ışıklarıyla sonsuza aksın TÜRKEL MİNİBAŞ’ımız.
Senin var oluşunla ne kadar kıvanç duysa azdır sevenlerin. Aklını, gülüşünü, dostluğunu, çalışkanlığını, direncini hep özleyeceğiz Türkel.