Çalıştığım hastanede de 4-5 yıldır sıvı sabun kullanılmakta. Kozmetoloji notlarından hatırladığıma göre katı sabunla sıvı sabunun form farkının nedeni, katının sodyum, sıvının potasyumla hazırlanması.
Sıvı sabunların 15 günde bakterilerle kolonize olduğu bilindiği için açıldıktan sonra 15 gün geçmişse atılması gerekiyor. Hastanemiz de dahil benim gördüğüm yerlerde 15 gün dolunca kullanılan sabit kaptaki sıvı sabun boşaltılıp, içi temizlenmeden yerine yenisi dolduruluyor. Sanırım evinde kullananlar da aynı şeyi yapıyorlar, çünkü bakteri ürediğini bilmiyorlar.
Oysa katı sabundan sıvı sabuna reklâm bombardımanlarıyla geçirilirken en büyük dayanak katı sabunların yüzeyinde bakterilerin üreyebildiği iddiası olmuştu. Katı sabunların köpüğün yüzey gerimiyle yüzeyleri mikro mekanik temizlediği öğretildi. Biz elimize katı sabunu aldığımızda ilk çevirmelerde bakterili yüzeyi atıp, sonraki köpürtmeyle de elimizi yeterince (bence) temizleyebiliyorduk. Yıkama sonrası parmaklarımızı kansız ameliyat yapmak üzere kimsenin karın boşluğuna sokmak gibi bir derdimiz olmadığından özellikle geleneksel zeytinyağlı köy sabunu kullananlar bir sorunla karşılaşmıyordu.
Hastaneye sıvı sabun konduğundan beri sorununun sıvı sabundan kaynaklandığını net olarak tanımlayabilmiş onlarca personelle karşılaştım. Dertleri el egzeması (temas dermatiti).
Sıvı sabunlar sadece köpük etkisiyle değil, aynı zamanda içindeki organik çözücülerle de temizlemekte. İçinde anti bakteriyel diye antibiyotik taşıyanlar da var. Yatalak bir hastanız olsa ve ona pansuman yapmadan önce elinizi bununla yıkasanız hadi neyse! Ya da bağışıklık sisteminiz çökmüş olsa ve dışardan gelecek mikroplara savunmasız olsanız hadi neyse!
Hem organik çözücü demek, organik olanı eritiyor demek. Derinin üstündeki, onun bütünlüğünü koruyan yağasidi tabakasını çözüyor demek. O tabaka gidince deri savunmasız kalıyor demek.
Hayatımızdaki tek gereksiz kimyasal saldırgan sıvı sabun değil. Aynı sıvı sabun gibi durulanma yeteneği son derece düşük, temizleyicilikleri az, ancak koku ve kozmetik etkiyle (tabii bir de aptal kutusundan bolca boca edilen reklâmlarla) kendilerini sattıran şampuanlar. Saç kremleri, saç boyaları, deterjanlar (çamaşır, bulaşık), kozmetikler (köpük, jel vs).
En büyük organımız olan ve dış dünyayla tüm ilişkilerimizi düzenlemeye çalışan zavallı derimizin, bu kadar saldırganla bunca yıldır nasıl başettiği bile muamma. Halı şampuanları çocuklarda kan kanserinde suçlanıyor, bebek şampuanları kataraktta. Sigara da bir zamanlar öldürüp kanser yapmıyordu. Çünkü üzerinde yazmıyordu! Birgün bu ürünlerin de üzerinde aynı ibareleri görürsek ben hiç şaşırmayacağım.
Her gün gördüğüm 100 küsur hastanın yüzde 60’dan fazlası egzema, kurdeşen, atopik dermatit. Hepsi de çoğunlukla dışardan temas edilen kimyasallarla uyarılabilen (başka nedenleri de var) hastalıklar.
Çevremizi aşırı mikropsuzlaştırarak bağışıklık sistemimizin gelişmesini engellemekte ve üstüne üstlük organik çözücüleri çeşitli yollarla vücudumuza almaktayız. Bulaşık deterjanıyla yıkanmış tek bir bardağın tam durulanması için 13 litre su gerektiği söylenmekte, dişlerini düzenli fırçalayan çocukların senede 1,5 tüp diş macununu yediği söylenmekte. Bu kadar saldırganla neredeyse her çocuğun allerjik astım atağını en az bir kere geçirmesine şaşmamak gerek. Hele zavallılar kreşe gidene kadar neredeyse ameliyathane ayarında sterilize edilmiş evlerde fanusta gibi büyütülürken.
Son olarak birkaç sorum ve önerim var.
– Bize iteklenen herşeyi tüketmek zorunda mıyız?
– Nenelerimiz pis miydi?
– Sentetik kimyasalların yaşamımıza giriş hızı bizim evrimsel adaptasyon hızımıza uymakta mıdır?
– Uymamakta ise; a) mutasyon b) kanser c) yalapşap evrim d) devrim şıklarından sonuncusunun olma olasılığı kaçtır?
Öneriler:
1) Elinizin, yüzünüzün, saçınızın dişinizin temizliğinde, her yörede köylülerin hala yaptığı bilinen 5000 yıllık zeytinyağlı katı geleneksel sabunları kullanabilirsiniz.
2) Evinizin kalan tüm işlerinde binlerce yıllık arap sabununu kullanabilirsiniz (Daha iyisi bulunana kadar).
Deterjanlardan, kozmetiklerden kurtulunca bedenimizin kazandığına, köylülerin kazanacaklarına, ülkemizin kazanacaklarına ve de bu kadar kazancın karşısında kimlerin kaybedeceğine bir baksanıza! Hele bir de bu tüketmeme (tutum) gücümüze doğal gıdalar, mümkün olan süt, peynir, yumurta, tavuk, reçel, tam tahıl ekmekleri vs. onlarca tüketim maddesinin en yakınımızdaki köylerden temin edildiği ütopyasını da eklersek…
“d” şıkkı hepimizin aynı anda zıplamasına bağlı.