Bilimin, aklın ve bedenin bütünüyle iktidar nesnesi haline getirilmeye çalışıldığı şu dönemde, Şubat ayında ilk sayısını çıkaran Akıl Defteri sistemin her türden terbiye etme, hizaya sokma çılgınlığının, kuşatılmışlığın ve ruhsal baskının üzerindeki örtüyü kaldırmayı hedefleyerek okuyucusuna ulaştı. Derginin yayın yönetmeni Cemal Dindar’la Akıl Defter”ni konuştuk.
Öncelikle “bilgiyle yeni bir muhabbet lazım” şiarını benimsemeniz sizinle buluşmak isteyenlere oldukça sıcak bir karşılama. Bir düşünce dergisinin isminin merak uyandırması ve düşündürmesi de önemli, neden Akıl Defteri?
Sizin de “buluşma” ile belirttiğiniz gibi “Bilgiyle yeni bir muhabbet lazım” şiarında bir çağrı da var. O da en basit anlatımıyla filozofi kelimesinin etimolojisinde zaten var olan “sophia”yı yeniden anımsamaya çağrı. Bu “bilgi sevgisi”ni Türkçe’de en iyi karşılayan kelime de kanımca muhabbet.
Bilgiye kötücül bir şekilde, yararcı değil de muhabbetle yaklaşma edimi günümüzde iyice çürütülmüş durumda. Akıl Defteri’nin ilk sayısında Hakan Atalay’ın yazdığı gibi “Her şey gider…” günlerini yaşıyoruz. Yeter ki pazarın diliyle konuşsun ve paraya tahvil edilebilsin.
Niye Akıl Defteri? Her şeyden önce yukarıda sözünü ettiğimiz acayip profesyonel-iş bilir tutuma karşı çıkmak için. Hem o zehirli zekiliğin maya olduğu uzmanlaşmaya karşı çıkışla, hem de başka bir defter ve çetele tutma amatörlüğü ile. Bir de defter’in bellek ile ilişkisi de cabası. Toplumsal belleğin, hızlı döngülü manik ataklara benzeyen gündem değişiklikleriyle dumura uğratıldığı günümüzde, akıl defterine özellikle ihtiyaç var. Yine derginin bu sayısında Salman Ünlügedik’in Cohn-Bendit, nam-ı diğer Kızıl Danny üzerine yazdığı yazıya bakarsanız, Avrupa 68’inin kızıllığının Sarkozy ile Erdoğan arasında, kimin daha iyi lider olduğu konusunda bir seçim yapmaya kadar gerilediğini göreceksiniz… Bunların çetelesinin tutulması gereken günlerdeyiz.
Akıl Defteri’ni internette yayınlanıyordunuz; basılı dergi haline geçtiniz. Nedenlerini tahmin edebiliyoruz, ama merak edenler için basılı dergiye geçerken neyi önemsediniz?
‘07 yılında dergiyi ilk kez konuşmaya başladığımızda da niyetimiz elektronik dergi değildi. Basılı dergi olarak planlamıştık. Sonrasında başka şeyler araya girdi, o dönem çıkartamadık… Bir hazırlık da vardı. İnternet ortamında yürütmeye karar verdik. Bugüne değin de, son üç dört ayı saymazsak hemen her ay yeniledik.
Özellikle psikiyatri ve psikoloji camialarında hatırı sayılır bir okur da yarattı bu süreç. Belki iyi de oldu önce internet ortamında çıkmak.
Fakat internet ortamı yukarıda sözünü ettiğimiz muhabbetin dilini ve gönlünü en çok bozan ortamlardan da biri… Akıl Defteri’ne kâğıdın sesi, kokusu yakışır dedik.
İlk sayınızda kapak konusu ‘Devrim ve Bilinçdışı’. Devrimin bilinçdışıyla birlikte konu edilmesi, bir eleştiriyle birlikte aynı zamanda bir yenilenme ve yeniden biçimlendirme gereksiniminden mi, neden ‘Devrim ve Bilinçdışı’?
Eyleyen Özne’dir. Fakat bizzat bilinçdışının ilmi de diyebileceğimiz psikanalizle birlikte öznenin o eski özne olmadığı anlaşıldı. Ki, ilim lafını bilimden fazla yanlarına işaret etmek için ve bilerek kullanıyoruz. Hemen hep devrim ve ona ilişkin eylemlilik bilinç, bilinçlenme ile birlikte anılıyor. Parçalanmış özne’nin hem önemli bir parçası, hem de bu parçalanmanın belirleyicisi olarak bilinçdışı, hem yapısı ile devrimin esinlediği ne varsa ona çok benzer, hem de kimin devrimi mesele edip kimin etmeyeceği ile de yakından ilişkilidir.
Bu mevzuda eklektik olmayan yani mesela ne Marks’ı, ne de Freud’u hadım etmeyen bir yeniden düşünmeye ihtiyaç var.
İnsanoğlunun özellikle içinde bulunduğumuz dönemde yaşadığı kıstırılmadan kendisini kurtarmasının en önemli yollarından biri kuşkusuz yaşamın hemen her alanına sızan iktidar ilişkilerinin, geçmişten bu güne güçlenen iktidar aklının eleştirilmesinden, doğru yöntemlerle çözümlenmesinden geçiyor. Derginin meram yazısında ideolojik yükü deşifre edeceğiz dediniz. Akıl Defter’i nasıl bir yol izleyecek?
Her kuşağın kendi dönemini abartmaya yatkın olduğu çekincesiyle birlikte şunu söyleyebiliriz; tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Brecht’in ünlü şiirinde olduğu gibi… Hatırladığımca; “Önce komünistleri götürdüler, sonra sosyalistleri… sıra bize geldiğinde, savunacak kimse kalmamıştı…” diye giden. Şu son otuz – kırk yıl içinde olanlar da epeyce bu. Önce komünizmi götürdüler… Sonra sosyal devlet anlayışını çökerttiler… Sonra devrim hülyasını kâbusa döndürdüler… Tüm bunların çökertildiği dönemin baskın ideolojik rengi elbette neoliberalizm. Pre-modern değerleri ve kimlikleri bir bir hortlatarak yaptılar bir de bunu.
Akıl Defteri, aklının yettiğince şunu yapacak: Eleştirel mesafeyi koruyarak ve eleştirinin sonuçlarının mevcut güçlerle çatışmasından ve asıl, kendi alışkanlıklarımız ve bakışımızla ilgili sonuçlarından çekinmemek. Bir de çıkartanların önemli bir bölümü psikiyatristler. Dışarıda bırakılmış ya da içeri tıkılmış hemen her sözün başımızın üstünde yeri var… Ne kadar Türkçesi bozuk olursa olsun… Yeter ki derdi olsun.
Aşırılığın düşünce yoluyla rasyonelleştirilerek topluma sızdırılması ve derinleştirilmesi, her birimizin sürecin hem öznesi hem de nesnesi haline dönüştürülmesi içinde bulunduğumuz dönemin belirleyici dinamiği ve buhranı. Psikolojik dertleri olanların gittikçe kalabalıklaştığı ve psikiyatrinin elzem bir disiplin olarak işaret edildiği bir dönemde, Akıl Defteri psikiyatriyle, onun uygulama yöntemleri ve kuramlarıyla sorunları olduğunu söylüyor. Derginizi tanımak isteyenler için meseleyi kısaca özetler misiniz?..
Mesele şu; televizyonlarda biliyorsunuz yarışma programları revaçta. Her dönem bir format yaratılıyor; yok BBG evi, yok gelinim olur musun, yok akşama sizdeyiz, yok kahvaltıya bekleriz… Baktığımızda özeti şu; en kişisel deneyimler bile sonunda büyük ödüle endeksleniyor. Bu, ev içi muhabbetlerin bugünlerde bittiği, bireysel becerilerle ilgili ödüllendirmenin başladığı anlamına geliyor. Ne o? Mesela Yetenek sizsiniz… Ödülü verdikleri liseli gençlerin gösterilerini gördüm. Elektronik müzik eşliğinde iki şey var: bir; arkadaşın diğerini kontrol ettiği kukla oyunu, iki; elektronik müzik eşliğinde tek tipleştirilmiş iki gencin robotik dansları. Toplumsal sistemin idealizasyonu budur: en yakınını dahi kullanan birey ve asıl toplumsal sistemin nesne haline getirdiği, mekanikleştirdiği bedenler.
Psikiyatri de bu bakıştan azade değil. Ne denli üstü örtülmeye çalışılırsa çalışılsın, işte hepsinin ağababası sermaye… Psikiyatrinin de ilaç sermayesi… Öncelikle, her koşulda insanı mekanik, bedene indirgeyen anlayışa karşı çıkmak lazım. Neoliberalizmin, büyük çoğunluğa biçtiği ömür kefeni de bu.
Akıl Defteri’nde yer alan yazılarda ağırlık psikiyatrinin ve psikolojinin alanıyla ilgili. Ama edebi metinleri ve sosyal bilimleri de önemsediğinizi içerikten, diğer yazılardan anlıyoruz. Dergi kimlere ulaşmayı hedefliyor, kimler Akıl Defteri’ni merak etmeli?
Dergi kimlere ulaşmayı hedefliyor? Güzel soru… Lakin “artık yeni sözler söylemek lazım” diyenler için bu türden soruların da gösterdiği bir açmaz var. Max Planck, otobiyografisinde şu mealde şeyler de söyler: “Ben yeni bir doğrunun kendi kuşağınla tartışarak yerleştiğini görmedim. Yerleşmesi için sonraki kuşakların o doğruyla karşılaşma ve buluşma sevincine ihtiyaç var…”. Belki buna ekleyeceğimiz bir de şu var: her dergi deneyimi, kendi pedagojisini de önermeli… Ya da yaygın söylemle, kendi okurunu da yaratmalı…
Üç aylık periyotla çıkacak dergi. İkinci sayının dosya konusu ‘Devlet ve İntihar’. Yine oldukça düşündürücü ve merak uyandırıcı bir dosya konusu… Biraz bahsedebilir misiniz?
En azından kendi kişisel görüşümü söyleyeyim: bu, epey güncel bir konu da… Çağrıştırdığı anarşizm sosundan epey farklı bir tartışmayı önerdiğimizi de söyleyeyim. Devlet’in yok gibi davrandığı dönemler, yurttaşlar için, hemen hep varlığından daha problemli olmuştur… 1978-‘79 ve 1980-1981 Türkiyesi… Yok gibi davranan nasıl dönüyor, artık biliniyor. Bunca söyleyeyim… Ve ikinci sayıya bir başlangıç olsun… Bilim ve Gelecek, Akıl Defteri ile akıl bağı olan ender dergilerden biri… Bu söyleşi vesilesiyle selamlaşmış da olalım.