Ana Sayfa Dergi Sayıları 120. Sayı Halet Çambel okulu

Halet Çambel okulu

769
0

Mehmet Özdoğan, Halet Çambel okulunun en uzun süreli ve hocasının ekolünü en iyi temsil eden öğrencilerindendir. Okuyacağınız yazıyı, Atlas dergisinin Şubat 2006 tarihli 155. sayısında yayımlanan “Karatepe Tanrıları ve Halet Çambel Efsanesi” başlıklı dosya için kaleme almıştır. Kendisinin izniyle yayımlıyoruz.

Karatepe Aslantaş örenyeri giderek ilgi çeken Adana bölgesi turizminin olmazsa olmazlarının başında gelir. Sadece Geç Hitit Krallığı’nın anıtsal yapıları, görkemli heykel ve kabartmaları, yazıtları ile değil. Bulunduğu doğal çevre ile bütünleşen, baraj gölüne dönüşmüş Ceyhan Nehri kıyısı boyunca uzanan çam ormanları ile tüm bu arkeolojik zenginliklerin bütünlük içinde görülebildiği ender yerlerden biri. Bu açık hava müzesinden etkilenmemek mümkün değil. Arkeolojinin, kültür tarihinin, Anadolu uygarlıklarının zenginliğinin, Toroslar’ın çekiciliğinin ve bölge Yörüklerinin halk kültürünün birlikte görülebileceği tek yer. Burada uygarlık tarihi, örenyeri, korumacılık, etnografya, doğa, bilim ve bir insanın yaşamı tam bir bütün haline getirilmiş ve yoğrulmuş durumda. Oradayken sıradan gelen bu kurgu, bir biliminsanının yarım yüzyıl boyunca süren öyküsünün ürünü. Ve bu öykünün kahramanı Prof. Halet Çambel.

Çambel kendisine yakıştırılan “Toroslar’ın Efsane Hocası” ismine tam anlamıyla uyan ve hatta onun ötesine geçen çok renkli, farklı bir kimlik. Dünya’nın en iyi okullarında okumuş, Sorbonne’da eski diller üzerinde doktora yapmış, ölü dillerin yanı sıra günümüzün birçok lisanını anadilleri olarak konuşanlardan dahi daha iyi bilen, bilim dünyasında tartışılmaz saygınlığa sahip biri. İstanbul’un köklü ailelerinden birinden gelmesine, ailesinin genç Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişiminde Atatürk ve İsmet İnönü’nün yakınında olmasına karşın herkesin özendiği bu seçkin ortamı bırakıp, yaşamının yarısından çoğunu Toros Dağları’nda geçirmiş, bundan yüksünmemiş farklı bir kimlik. Her türlü olanaktan mahrum, içecek suyun bile at sırtında dereden getirilmek zorunda kalındığı bu yerde tek başına çadır kuran genç Halet Çambel daha 1950’lerin başından itibaren 50 yıl sonrasının, 21. yüzyılın Karatepe’sini düşlemiş, kendinden başka kimsenin inanmadığı bu düşü inatla doğaya, bürokrasiye, kendisini bir dağ başına adadığı için küçük gören meslektaşlarına karşın inanılmazı gerçekleştirmiştir.

Kültür varlıklarını doğal çevresi ve o bölgede yaşayan insanlarla birlikte bir bütün içerisinde ele almak 21. yüzyıl arkeolojisinin temel ilkesidir. Ancak Çambel’in Karatepe’ye başladığı yıllarda böyle bir düşünce dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile gündemde değildi. O dönemde arkeologlar herhangi bir coğrafyaya gider, kazar, bilgiyi alır; ortaya çıkan eserlerden en güzel ve önemlileri seçilerek müzeye götürür, geri kalanları da kaderine terk ederdi. Kimsenin aklına bunun böyle olmaması gerektiği gelmez, hele ulaşımın olmadığı yerleri korumak gereksiz, anlamsız bir çaba olarak görülürdü. Çambel buna direndi. 1954’te, eserleri yerinde korumaya karar verdi ve bu tarihten sonraki yaşantısını da ona göre düzenledi. Eserler doğal ortamla bütünleşmeli ve çevresinde yaşayan insanlar ile barıştırılmalıydı. 1960’a kadar Halet Çambel’in kurgusu kafasında şekillenmiş, oturmuştu. Dünyada ise benzeri bir kurgunun oluşması için daha 30 yıl gerekecekti. Daha açık bir deyişle, onun öngörüsü dünyanın 30 yıl önündeydi.

Ona her bakımdan destek olan eşi Nail Çakırhan, kitaplardan beton dökme, kalıp alma ve statik hesapları yapmasını öğrendi. Öylesine öğrendi ki eserlerin üzerine kurulan koruyucu çatı Türkiye’de çıplak beton yönteminin ilk başarılı uygulaması olarak ünlendi. Su, yüzlerce metre aşağıdaki Ceyhan’dan kovalarla çekildi. Çimento ve demir katırlarla dağları aşarak geldi. Hayatlarında hiç beton görmemiş Yörüklerle çalıştılar ve sonunda o doğaya en yakışan saçakları bitirdiler, inşaat bittiğinde Karatepe Aslantaş örenyerine yol hâlâ yoktu. Zamanın geri kalan kısmını çevreye dağılmış arkeolojik parçaları toplamaya verdi, on yıllarca uğraşıp bunları birleştirdi. Tesadüfen Karatepe’ye gelen meslektaşları o yıllarda ona deli gözüyle baktılar. Bu çabası ancak 1999 yılında Karatepe’nin yayını basıldıktan sonra tüm dünyada hayret ve saygıyla karşılandı.

Çukurova çevresinin ağaçsız, kıraç, bir beton yığınına dönüştüğü günümüzde içindeki yılanlarından böceklerine kadar bozulmamış bu doğal çevre nişini çabalarıyla korudu. Öyle ki, Geç Hitit kent krallığını içine alan Karatepe, 1958’den bugüne bir milli park. Ormanda yaşayan köylü bile keçileriyle, tarla açmak isteğiyle ormana düşmandı. Keçinin koyunla değişmesini sağladı. Ormanı keserek açılacak kayalık arazideki bir tarlanın ekonomik refah getirmeyeceğinin bilincindeydi. Onlara daha büyük ekonomik kazanç sağlayacak zanaatleri öğretmeye yöneldi. Kadınları özgün ve nitelikli kilim dokuması için adeta zorladı. İlk başlarda tek bir kadın ona inandı ve onun düşlediği gibi Yörük kilimleri dokudu. Örnek olması için onun dokuduklarını topladı ve İstanbul’da bizzat kendi satarak gelir elde etmesini sağladı. Ve o kadının geliri bütün köylüleri heyecanlandırdı. Bir sektör doğdu. Karatepe kilimleri Türkiye’de aranır oldu.

Halet Hanım, Toroslar’ın tüm âşıklarını Karatepe’ye davet etti. Türküleri, müzikleri topladı. Başta Ruhi Su olmak üzere türkü dünyasının ve halk kültürünün en önemli isimleri ile köylülerin buluşmasını sağladı. Karatepe çevresi bir anda halk kültürünün tanındığı, belgelendiği bir yer haline geldi. Yozlaşmanın etkisi ile kendi kültüründen utanmaya başlayan köylü yeniden bunun değerini gördü, sevdi ve yaşatmanın yollarını aramaya başladı.

Devlet Karatepe’ye yakın zamanlara kadar arkasını dönmüş, görmezlikten gelmişti. Ceyhan üzerine büyük bir baraj yapmaya karar verdi. Baraj birçok kültür varlığı gibi Karatepe Aslantaş örenyerini de baraj gölünün ortasında küçük bir ada halinde bırakmakla tehdit ediyordu. Bu da yıldırmadı. Bir yıl boyunca barajın tüm mühendislik ve ekonomik planlarını inceledi ve bu hesapların yanlışlarını ortaya koyan bir rapor hazırladı. Yanlışları, DSİ mühendislerine ve yöneticilerine anlattı ve baraj projesinin Karatepe’yi tehdit etmeyecek şekilde değişmesini sağladı. Bugün ne Zeugma’da, ne Allianoi’de ne de Hasankeyf’te yapılmayanı yaptı. Bu da herhalde bize, aydınlara sadece hamasi söylemler yerine bilgi ile donatılmış bir uğraşının getirisinin örneği olmalıdır. Ülkemizdeki en özgün Haçlı kalesi Kumkale’nin bir başka Hitit Dönemi yerleşmesi Domuztepe’nin suyun altında kalacak son parçasına kadar kazılarak belgelenmesini sağladı. Tüm bunların sonunda bugün Karatepe-Aslantaş Milli Parkı ve Açık Hava Müzesi artık bürokrasimizin bile gözardı edemediği bir konuma geldi. Yolu yapıldı, suyu, elektriği geldi, bekçi kadrosu verildi. Ama Halet Hanım hâlâ orada ve hâlâ gelecek planları yapıyor.

Halet Çambel’in çağının ötesinde bir düşünce sistemine sahip olduğunu yalnızca Karatepe Aslantaş’a bakarak örneklemek çok büyük bir eksiklik olur. Kıyıya kadar inen Yörüklerin çadır kurduğu, el değmemiş güzel doğası ve örenyerleri ile Çukurova bugün betonlaşmış halinden çok farklıydı. 1965 yılında bölgenin turizme açılması kararlaştırıldı. Çambel derhal Devlet Planlama Teşkilatı’na (DPT) başvurdu. Bu kurumu, sınai ve turizm planlamasından önce kültür ve doğa envanterinin çıkartılması gerekliliğine inandırdı. İki yıl boyunca Silifke’den Payas’a kadar olan tüm kıyı bandının yürünerek taranmasını, kıyı bandı üzerinde, korunmaya değer her türlü varlığın belgelenerek haritaya işlenmesini sağladı. O yılların DPT’si bu çalışmaya saygı duydu ve yeni yapılaşmanın kültür mirasına zarar vermeyecek şekilde gerçekleşmesi için gereken revizyonu yaptı. Bu o kadar ileri bir öngörüydü ki devletimiz tüm bu çalışmayı yok saydı. Çambel’in projesi uygulamaya geçebilseydi, devlete yenik düşmeseydi; Çukurova, kültür varlıkları ile çağdaş yaşamın birbirinin uzlaşmaz karşıtı olmadığını gösteren makro ölçekli dünyanın ilk projesi olacaktı. Benzer bir çabayı Adana kenti için de sürdürdü.

 “Biz plan değil, pilav istiyoruz”

Adana’nın çekirdeğini Tepebağ Mahallesi oluşturur. Burası aynı zamanda büyük bir höyüktür. Üzerinde Osmanlı ve cumhuriyet döneminin sivil mimari örneklerinin güzel bir doku oluşturduğu bu höyük, Hitit dönemindeki Kizzuwatna Krallığı’nın başşehri Adanavan da kentidir. Çambel höyüğü ve Osmanlı dokusunu, hızla gelişen Adana tarafından yutulmaması için öğrencileri ile en ince ayrıntısına kadar belgeledi. Şehir plancıları ile ayrıntılı bir çalışma yaptı. Ancak proje kabul edilmeden, ona sahip çıkması beklenen Adana Belediyesi tarafından bir gece operasyonu ile Tepebağ Mahallesi ve höyüğü ortadan yarıldı, Roma devri sur kalıntıları yok edildi, eski evler yıkıldı. Adanalılar halen bu kaybın acısını yaşıyor. Bu 1960’ların ikinci yarısında göreve gelen Süleyman Demirel yönetiminin “biz plan değil pilav istiyoruz” söyleminin ülkemize ödettiği bedellerden biridir.

Demirel’li ilk yıllarını yaşayan Türkiye o dönemde büyük baraj yapmayı bir prestij olarak öğrendi. Poster halinde halka sunulan bu prestij göstergelerinin sembolü Keban Barajı’ydı. Fırat üzerine kurulacak bu baraj, başta Elazığ Altınova gibi yüksek Doğu Anadolu’nun en güzel ovasını yutacaktı. O yıllarda bu coğrafyada önemli uygarlık merkezlerinin olacağı, kültür tarihi açısından bir değeri olduğu hiç kimsenin aklına gelmiyordu. Biliminsanlarının da bölgeye karşı bir ilgisi yoktu. Halet Hanım, dünyanın en önemli arkeologlarından Chicago Üniversitesi Doğu Bilimleri Enstitüsü Müdürü R. J. Braidwood’u yanına aldı ve baraj alanının, aynen Çukurova kıyı bandında olduğu gibi taranarak envanterinin çıkmasını sağladı. Ancak daha fazlasını yapmak için ne kaynak ve ne de devletin ilgisi mevcuttu. ODTÜ Mimarlık Fakültesi, 1966 yılında bölgenin ön etüdünü yapmış ve “Doomed By The Dam” çalışmasını yayımlamıştı. Ancak bu çalışma sadece toprak üstündekileri taramaya yönelikti.

Çambel’in o dönemde ODTÜ rektörlüğü yapan Prof. Dr. Kemal Kurdaş’la görüşmesi, bölgedeki arkeolojik araştırmaların kaderini değiştirdi. Halet Hanım, Kurdaş’ın bu konuda heyecanlanmasını sağladı. Arkeoloji merakına sahip Kemal Bey inanılmaz yönetsel kabiliyetini, kurtarma çalışmalarının ilk örneklerinden sayılan Keban Projesi’nin doğması için kullandı. Ve sekiz yıl boyunca projeyi yönetti. Halet Çambel, bu dönemde kendisi kazı yapmadı. Baraj suları höyükleri yutuncaya dek, yerli ve yabancı 19 ekibin ve düzenli yayınların koordinasyonunu sağladı. Asıl önemlisi, kültür tarihi açısından küçük görülen Doğu Anadolu’nun, Mezopotamya kadar köklü bir mirasa sahip olduğunu dünyaya gösterdi. Bu heyecan Keban’ı izleyen Karakaya ve Atatürk barajlarına aktarıldı. Uygarlık tarihine yeni birer sayfa açan buluntular ortaya çıktı.

Kurtarma kazıları çeşitli baskılara, 1986 yılına kadar dayanabildi ve yeniden başlayacağı 1998’e kadar durduruldu. Bu tarihte ODTÜ projeleri tekrar başlattı ancak 12 yıl boyunca kültür varlıkları baraj gölleri altında belgelenmeden yok oldu. Bunun acısını son dakikada gündeme gelen Zeugma ile hep birlikte yaşadık. Oysa ki Zeugma’nın sualtında kalacağı Keban Projesi zamanında biliniyordu ve dile getirilmişti. Ama ileriye yönelik öngörüden yoksun bir sistem, bu söylemi duymak istemedi. Çambel Çukurova ve Keban projelerinin, benzer gelişmeler karşısında Türkiye’nin geleceğini kurtaracak bir okul olmasını arzu etmişti. Mücadeleyi sürdürecek, kendi öngördüğü yaklaşımları sergileyecek kuşakların yetişmesi için tüm olanakları zorladı. Dünyanın neresinden olursa olsun doğruyu arayanların bir araya gelmesini sağladı. Bunun en güzel örneğini de dünyanın en uzun süreli ortak çalışması olarak bilinen ve 43 yıldır sorunsuz olarak süren Çayönü Projesi ile kanıtladı.

Halet Çambel doğruların her türlü olumsuzluğa karşı nasıl başarılabileceğinin; insanlığa, bilime, doğaya, kültüre, topluma saygının nasıl olması gerektiğinin bir okulu gibidir. Keşke bu okulu hepimiz başarı ile bitirebilsek.