Ana Sayfa Dergi Sayıları 128. Sayı Siyaset ve sınıf gölgesinde Haziran Ruhu

Siyaset ve sınıf gölgesinde Haziran Ruhu

387
0

Geleceğe dair yeni bir sol muhalefet arayışında önümüzde çatallanan yollar, bildik analizlerin yetmediği durumlar çıkıyor karşımıza. Bu yüzdendir ki, müştereklerin siyasi bir kavram olarak doğuşunun sancılarını çekiyoruz. Bugün sol partiler kendi içinde dönüşüyor, teorilerini ve örgütlenme pratiklerini sorguluyorsa bunun ateşleyicisi Haziran Ayaklanmaları, en büyük nedeni ise önümüzde neresinden tutacağını bilemediğimiz bir şekilde yükselen asri zaman kapitalizmidir.

31 Mayıs 2013’ten bugüne Haziran Ruhu, bir ruh olmaktan çıkıp elle tutulur bir özneye dönüşmeye çalışıyor. Karşı karşıya olduğumuz ve kod adını AKP ya da RTE koyduğumuz hasmın acilen bertaraf edilmesi gerekiyor ama Haziran Ruhu, yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, üzerine o kadar oynanmasına, kitlenin o kadar mobilize olmasına rağmen hasmına yıkıcı bir darbe vuramadı. Havada bir hayal kırıklığı, ağzımızda biber gazından beter buruk bir tat var. Dahası üç vakte kadar bir genel seçim kapıda ve siyaseten rüzgârın değişeceğine yönelik herhangi bir umut yok ufukta.

Farkındayız ki, pratik teorinin önüne geçti, dörtnala koşturuyor. Beden pratiği yakalamaya çalışırken ruh geri düştü sanki. Bir noktada beden ile ruhun tekrar kavuşması, zihnimizdeki hayaletin elle tutulur bir özneye dönüşmesi gerekiyor, kaçınılmaz olan tek şey bu. Hâl böyleyse ortaya yeni sorular atmak gerekiyor. Asri zamanlarda yanıtlar hiçbir aktörün tek başına altından kalkabileceği boyutta değil ama doğru ve kolektif sorular formülleştirmeye çalışabiliriz:

1) Haziran Ruhu’nun karşısındaki hasmını siyasi olarak devirme gücü var mıdır?

2) Haziran Ruhu’nun asıl yıkıcı ve yakıcı gücü nerede yatmaktadır?

Bu satırların gereğinden fazla uzama ihtimaline karşı bu iki soruya, iç içe geçmiş tek yanıtımı baştan vereyim, sonra devam edeyim:

Haziran Ruhu’nun AKP’yi siyaseten devirme gücü yoktur, çünkü asıl yıkıcı ve yakıcı gücü realpolitik’te değil, karşıkültür alanındadır ama bu güç reel siyaset tarafından gölgelenmektedir, ihmal edilmektedir.

Can sıkıcı bir yanıt gibi duruyor ama emin olun bir yanıttan çok sarmal şeklinde bir başka soru bu. Anlatmaya çalışacağım…

Müşterek Şeyler’den müşterek siyasete uzanan çıkmaz sokak

Gezi Parkı’ndaki lojistik çadırının adı, çok doğru bir seçimle Müşterekler ismini taşıyordu. Gezi Direnişinin ateşlediği Haziran Ayaklanmaları’ndan (iki vakayı artık birbirinden ayırmak ve ikisini ayrı ayrı tarif etmek gerekiyor) bugüne kadar ise tüm muhalif gündem, müştereklerin siyasi arenaya nasıl tercüme edilebileceğine dair acil beklentiler ve hezeyanlarla işgal edildi. İşgal edildi diyorum, çünkü biraz olsun paranoyaksanız (ki bir nebze paranoyaklık elzemdir) Gezi Ruhu’nun siyasi arenaya nasıl tercüme edileceğine dair baskın gündemin bir komplo olduğu kanaatine bile varabilirsiniz. Sokağa dökülen ve müşterek bir talep için yekvücut ayaklanan bu kitlenin oyu siyasi arenanın muhaliflerinin ağzını sulandırdı. Şaka değil, on milyonlarca potansiyel oydan bahsediyoruz. Kimin iştahı kabarmaz ki?

Gelinen noktada reel siyasi muhalefetin bu kitleyi bir araya getiremediği ortaya çıktı, çünkü ortada birkaç büyük problem vardı. Her şeyden önce Gezi Parkı’ndaki Müşterekler çadırı şeyler barındırıyordu, oysa siyasi kavramlar halinde müşterekleri ortaya koymak göründüğü kadar kolay değil. Bu kitleyi eğrisine doğrusuna bakmadan kabaca ortadan böldüğünüzde iki ayrı profil çıkıyordu karşımıza: Halihazırda az ya da çok politikleşmiş kitle ve politikayı gündelik hayatından uzak tutup birden Haziran Ayaklanmaları’yla birlikte politikleşen kitle. Bu ikinci kitle için yekten apolitik diyemeyiz, olsa olsa siyasetin “kirliliğine” ikna olmuş ve siyaseti kendinden uzak tutan bir kitle olduğunu söyleyebiliriz. Haziran sokaklarına karakterini veren zamane gençliğinin çoğunun da bu ikinci gruba ait olduğu söylenebilir. Haziran’ın ilk haftasında Twitter verileri üzerinde yapılan bir analiz, daha öncesinde politikayla ilgili hiç tweet atmamış büyük bir kitlenin birden politikleştiğini gösteriyor örneğin: Twitter verileri üzerindeki analizlerden kesin yargılara varamayız tabii ama aynı dönemde Konda’nın yaptığı araştırmadan çıkan Gezi Raporu’nda da bunu destekleyecek, hemen hemen aynı oranları işaret eden bir veri mevcut:

Politik ile taze politik iki grubun beklenmedik birlikteliği Haziran kıvılcımının tarihi anlarından biriydi. Direnişe kadar sayısız “etikete” ayrılmıştık: “Yetmez ama evetçi”, “Kemalist”, “ulusalcı”, “faşist”, “Kürt”, “cemaatçi”, “milliyetçi”, “CHP’li”, “AKP’li”, “apolitik gençlik”, “Apaçi” vs. diye uzayıp gidiyordu liste. Herkesin kendi kulvarı vardı ve yan kulvarda olanlar diğerlerini enterese etmiyordu. Bu iktidar söyleminin bile isteye, itinayla kurduğu bir enterne sistemiydi. Direnişte ise, “ohh, mis gibi empati koktu” dedik. Ama ayaklanmalar yerini park forumlarına bırakırken iki grup yeniden atomize oldu. Dilimiz ve bize ait olduğunu düşündüğümüz kavramlar henüz özgürleşmemişti. Hâlâ daha etiketler kavramlara baskın çıkıyor. Uzayda hasıl olan elektriğin özü konusunda bitmek bilmeyen bu tartışmada, politik grubun elinde Haziran Ayaklanmaları’na yapıştırılan hazır cevaplar vardı. Taze politikler ise önlerine serilen gardıroptan bir politik elbise seçmeye iteklendi.

Şekil 1: Gri bölge, daha önce politik içerikte hiç tweet atmamışları göstermektedir. Mavi bölge ise daha önceleri de politik içerikli tweet atanları göstermektedir.
Kaynak:http://www.ebrandvalue.com/occupy-gezi-movement/

Oysa acil çıkış ve acil zaferin arandığı siyasi zemin bu atomizasyonun hem bizzat nedeni hem de en ölümcül tuzağıydı. Diyebiliriz ki, aşırı doz siyaset aldık! 12 Eylül’den bu yana itinayla, katman katman kurgulanmış ve kurumsallaşmış bir siyasi iklimden zaferle çıkacağını hayal etmek Haziran Ruhu’nun bir hatasıydı. Bu siyasi iklim, sistemin bekasını sağlayan suni dengeye göre dizayn edilmişti ve bu suni dengenin kendisini yıkabileceğini sanmak ne büyük saflıktı! Ama hiç önemli değil, saflık Haziran Ruhu’nun asli bir parçası, bunu görüp kendini tekrar inşa edebildiği sürece. Suni dengenin aktörleri 30 küsur yıldır bu sistemi anayasa, seçim yasası, partiler yasası, sendikalar yasası vs. yasalarla koruma altına alacak tüm ağı en ince detaylarına kadar ördü. Bugün demokratik seçim oyunuyla sistemi sarsmak mümkün değil.

Bu sürecin bir somut olgusu memnuniyetsizler dediğimiz, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sandığa gitmeyerek suni dengeye bilinçli ya da bilinçsiz destek vermeyi reddedenler oldu. Kitlesel ve müşterek taleplerin sandık demokrasisiyle gerçekleşemeyeceğinin sessiz ama genel bir kabul gördüğünü söyleyebiliriz.

Bu manzarayı daha da karmaşıklaştıran jeopolitiği de unutmayalım. Sokaktaki muhalefetin doğrudan etkisinin sıfıra yakın olduğu uluslararası gelişmelerin suni denge üzerinde büyük bir etkisi var. Ne ironiktir ki, Yeni Osmanlı hükümeti şu anda Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonucunda ortaya çıkan iki fay hattı üzerinde yaşıyor: Kafkasya ve Doğu Sorunu. Kafkasya’dan Ortadoğu’ya uzanan ve göründüğünden çok daha birbiriyle ilintili bu fay hattı hem içerde hem de dışarıdaki suni dengeleri öngöremeyeceğimiz şekilde değiştirebilir.

İşte bu manzaraya Reel Siyaset Çıkmaz Sokağı adını takabiliriz.

RTE’den Molok’a…

“zihni salt bir makine olan Molok! damarlarında kan yerine para dolaşan Molok! parmakları on ordu olan Molok! göğsü kendi cinsinin etini tüketen bir dinamo olan Molok! kenarlarından dumanlar tüten bir gömüt olan Molok!”

(Allen Ginsberg – Uluma)

Haziran Ayaklanmaları’nın otonom karakteri, ince eleyip sık dokuyacak, teorik tartışmalara girecek vakti olmadığından ve söylemek istediğini mümkün olduğunca somut söylemeye çalıştığından, RTE’yi, karşı olduğu sistemin vücutlaşmış hali olarak kabul etti ve onu düşman belledi. Haziran Ayaklanmaları süresince RTE neredeyse demonik bir karakter olarak her şeye muktedir, her şeyin baş sorumlusu bir hedef haline geldi. Bunu doğru okuyan sistemin kimi aktörleri RTE’yi bertaraf ederek konuyu geçiştirme planlarını bile uygulamaya çalıştılar. Oysa mesele RTE’den de AKP’den de daha büyüktü elbette. Bu bir kişi meselesi değil, bir parti meselesi değil, bir sistem meselesiydi. Ama adına ister kapitalizm, ister neoliberalizm, ister başka şey diyelim, bu sistemin klasik analizlere direnen kalın bir derisi var. Bir kısmı Türkiye’ye özgü, bir kısmı ise küresel dinamiklere paralel değişimlerle karmaşıklaşmış bu sisteme RTE adını vermek onu küçük görmek demektir. Ginsberg’in izinden giderek Molok diyebiliriz. Tıpkı Marx’ın kendi dönemindeki gibi katı olan her şeyin buharlaştığı bir dönemdeyiz, herkes yeni bir şeyler söylenmesi gerektiğini biliyor ve birisinin çıkıp bunu söylemesini bekliyor. Dünya ‘yeni bir Marx’ bekliyor, kapitalizme dair yeni yayınlanan her kitap ‘günümüzün Kapital’i muamelesi’ görüyor. Henüz aranan Marx bulunabilmiş değil, muhtemelen de ortada böyle tek bir Marx yok. Endüstri Devrimi’nin kendi şartları içinde yapılmış analizler, kavramlar bugün hâlâ geçerliliğini korusa da kapitalizm pratiği çok daha deneyimli ve daha derin artık.

Geleceğe dair yeni bir sol muhalefet arayışında önümüzde çatallanan yollar, bildik analizlerin yetmediği durumlar çıkıyor karşımıza. Bu yüzdendir ki, müştereklerin siyasi bir kavram olarak doğuşunun sancılarını çekiyoruz. Bugün sol partiler kendi içinde dönüşüyor, teorilerini ve örgütlenme pratiklerini sorguluyorsa bunun ateşleyicisi Haziran Ayaklanmaları, en büyük nedeni ise önümüzde neresinden tutacağını bilemediğimiz bir şekilde yükselen asri zaman kapitalizmidir.

Bugün Molok sadece fabrikadan çıkan mal üzerinde değil, insan geninden, toprağa atılan tohuma kadar hak iddia eden bir sistemdir. Bugün Molok sadece işyerinde geçirdiğimiz çalışma saatlerine hükmeden değil, esnek çalışma prensibiyle 24 saat 7 gün işgücümüzü kontrol eden bir sistemdir. Bugün Molok sağ eliyle verdiği ücretin karşılığında bize en temel malları satarak sol eliyle geri alan değil, her şeyi bize kiralayan bir sistemdir. Bugün Molok herkese eşit muamele eden değil, her birimize özel sömürme modelleri geliştiren bir sistemdir. Tam da bu yüzdendir ki, fabrika işçisinin koşulları 150 yıldır temelde değişmemekle birlikte, yeni ortaya çıkan işkollarındaki çalışanların koşulları sürekli değişmektedir. Değişmeyen tek şey Marx’ın proletarya tanımıdır. Bu tanıma göre üretim araçlarına sahip olmadığı için emek gücünü satarak yaşayan ve üretime katkısı olduğu sürece yaşayabilen proletaryanın çeşitleri ve koşulları öylesine çeşitlenmiş, “zincirlerinden başka kaybedeceği” öyle çok şeyi olmuştur ki, nasıl olup da birleşeceklerine karar verememektedirler.

Orta sınıfın bilinci

Tekrar geriye dönelim. Gezi Direnişi’ne, Haziran Ayaklanmaları’nın ateşleyicisi olarak bir önem atfediyorsak, elimizdeki verilere dayanarak (Konda – Gezi Raporu) Gezi Direnişi’nin bir orta sınıf dinamiği olduğunu söyleyebiliriz: “Türkiye genelinde ve İstanbul’da lise ve üstü seviyede eğitimlerine devam edenler, sırasıyla nüfusun yüzde 12’si ve 13,9’uyken, parktaki yaklaşık her beş kişiden üçü (yüzde 42,8 üniversite mezunu ve yüzde 12,9 yüksek lisans/doktora öğrencisi ya da mezunu) lise sonrasında eğitimine devam etmiş.” Bu verinin üzerine bir de şunu ekleyelim:

Bu grafikten, özel sektör beyaz yakalı, serbest meslek ve öğrenci toplamının % 60’lara yakın olduğunu görüyoruz. % 17’lik Diğer oranı, ne yazık ki detaylandırılmamış, ama o başlığın altında da tam zamanlı değil esnek çalışan dağınık bir prekarya kitlesi göz kırpıyor sanki bizlere. Elbette Gezi Parkı’nın demografisi Haziran Ayaklanmaları’yla örtüşmek zorunda değil, Haziran Ayaklanmaları’nda il il farklılıklar olduğunu ileri sürebiliriz ama en azından metropollerdeki ayaklanmalara katılanlarının verilerinin buna yakın olduğunu sezebiliyoruz.

Türkiye’nin makus talihini kıran, üstündeki ölü toprağını silkeleyen Haziran Ayaklanmaları’nın karakterinin orta sınıf olmasından kalkarak orta sınıf merkezli yeni bir sol muhalefet teorisi ortaya atacak değilim elbette. Ama bu olguyu görmek, kabullenmek ve orta sınıfın bir potansiyel taşıdığını dile getirmek zorundayız. Asıl çarpıcı olgu, Türkiye’de geleneksel olarak sol muhalefeti temsil ettiği söylenen işçi sınıfı ve Kürt hareketinin Gezi Direnişi ve Haziran Ayaklanmaları’na örgütsel olarak destek vermemiş olmalarıdır. Tam da bu yüzden şeyler bazında müşterekler sağlanmış olsa da siyasi kavram bazında müşterekler ittifakı kurulamamıştır Haziran Ayaklanmaları’nda. Bunu da görmek zorundayız.

Molok’u hafife almamak gerek. Kahrolsun Bağzı Şeyler diyerek ancak ima edilebilen siyasi müşterek, RTE tarafından ilk günden doğru bir şekilde tespit edilmişti: “Laik ayaklanma”. RTE’nin ağzında “elitist” (orta sınıf), “boğaza karşı viski içenlerin” ideolojisi olan, medyanın dilinde ise “ancien regime’in bireyler üzerindeki tahakküm aracı” olan laiklik, gerçek ve en geniş anlamıyla bu ayaklanmaların itici dürtüsüydü. Çünkü laiklik, bireysel hakların ve kamusal alanın modernist yorumu üzerinde yükselir. Kendi başına bir siyasi ideoloji olmamakla birlikte her tür sol ideolojinin zeminidir. Gemeinschaft’tan Gesellschaft’a geçişin biricik yoludur.

Postmodern ideolojinin sonu mu?

“N’oldu Derrida?” duvarlardan bize seslenen sloganlardan biriydi. Derrida’ya haksızlık yapmayalım ama Haziran Ayaklanmaları, bir ideoloji olarak postmodernizme de bir tepkiydi. Gemeinschaft’ların yüceltildiği bir dünyada toprağa gömüldü sanılan Gesellschaft’ın birden dipdiri ayağa kalkışına şahit olduk. Reyhanlı ile başlayan, Lice, Soma ve Mecidiköy’deki işçi cinayetleriyle devam eden, toplumsal olana dönük bir empati hasıl oldu. Sınıfları yatay olarak kesen bu empati ve dayanışma duygusu yabana atılmamalı. Buna karşıkültür dolayısıyla tekrar değineceğim ama öncelikle asri zamanlarda sınıf kavramını nasıl algılamamız gerektiğini tartışmak gerek.

Şeyler bazında müşterekler sağlanmış olsa da, siyasi kavram bazında müşterekler ittifakı kurulamamıştır Haziran Ayaklanmaları’nda. Bunu da görmek zorundayız.

“Üretimden gelen güç” ve buna bağlı olarak imalat işçisinin proletarya kabul edildiği klasik Marksist düşünce geleneği Türkiye’de sadece bugün değil, her daim sorunlu oldu. Bunun Türkiye’ye özgü nedenplerine girecek değilim, ama işçi hareketinin doruğa ulaştığı 1970’lerde dahi Türkiye’deki işçi sınıfının tarifi Batı ülkelerinden daha karmaşıktı, bunun başlıca sebebi de işçilerin tarım toplumuyla olan bağlarının hâlâ güçlü olmasıydı. Bugün, Sait Çakır’ın bu sayıdaki yazısında da verisel olarak gösterildiği gibi durum değişmiş, sanayinin yoğunlaştığı bölgelerdeki işçi sınıfının tarımsal bağları tamamen kopmuş durumda. Bu olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilirdi, eğer üstümüzden 12 Eylül Neoliberal Darbesi geçmemiş olsaydı…

12 Eylül bir Neoliberal Darbe’ydi. Türkiye’yi yurtdışı pazarlara bağlama ve gelişmiş ülke kapitalizminin yeni yönelimlerine uygun potansiyel bir pazar haline getirme planının bir parçasıydı. Dünyada Reagan ve Thatcher ikilisiyle özdeşleşmiş kapitalizmin yeni kabuğunun Türkiye bacağı ise Özalizm’di. Yaşananların bir kısmı bize özel ama birçoğu da bir şablon halinde her coğrafyada uygulanan bir plandı: Sendikalar bertaraf edilecek, esnek ya da yarı zamanlı işkolları, taşeronluk (outsourcing) gibi sistemlerin sisteme enjeksiyonuyla örgütlü çalışan ağları zayıflatılacak. Kamunun güvenceli işçi çalıştıran kurumları özelleştirilerek serbest rekabete ve güvencesiz çalışmaya açık hale getirilecek. Bunların nasıl sistematik olarak hayatımıza sokulduğunu biliyoruz, halen bu sürecin içindeyiz.

Bir başka büyük değişim, sermayenin esnek dolaşımının (flexible accumulation) uluslararası boyuttan uluslarüstü boyuta geçerek yarattığı global finans pazarı. Ama finansın üretimle bağlantısının koparak referanssız, kendi başına bir pazar olmasının ötesinde bir değişim bu. Üretim süreçlerinin parçalanabildiği, planlama/tasarım/imalat gibi safhaların coğrafyadan bağımsız hale gelebildiği bir dünyadan söz ediyoruz. Apple ürünlerinin arkasında “Designed by Apple in California” (USA bile değil) yazmakta ama üretim dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşebilmektedir. Bu süreçlerin parçalanabilmesinin en büyük nedeni bilgi teknolojisinin küresel ölçekte yaygınlaşması, bilginin kontrol edilmesinin, paylaşılmasının ve iletilmesinin üretim süreci planlamasının asli bir parçası haline gelmesidir. İmalatın kendisi toplam üretim sürecinin içinde artı değerin en önemsiz haline dönüşmektedir. Yine de burada bir ayrıma ihtiyaç var. Armani marka bir takım elbiseyi ve bir iPhone’u örnek alırsak, Armani takım elbisenin üzerindeki marka ve tasarımın artı değeri satın aldığımız takım elbisenin fiyatının % 90’ını, imalatın artı değeri ise sadece % 10’unu oluşturuyorsa, iPhone’da tasarım değeri % 60 iken imalat değeri % 40’a çıkabilir, çünkü yüksek teknoloji ürünlerinin imalatı çok daha fazla bilgi, beceri ve çok büyük yatırımlar gerektirmektedir. Armani takım elbise Bangladeş’te bir sweatshop’ta dikilip, Paris’teki Armani mağazasının vitrinine konabilir ama iPhone imalatını yapacak fabrikalar 5 yıl sonrasının teknolojisi için büyük yatırımlar yapmak ve ona göre bir işgücü barındırmak zorundadır. Dolayısıyla sektörler arasında üretim süreçleri arasında farklılıklar elbette vardır. Kimi sektörlerde imalat sadece ucuzluğuna göre planlanan bir commodity iken yüksek teknoloji sektörlerinde işgücü kalifikasyonundan malın son haline kadar sürecin önemli safhalarından biri olabiliyor. Ama üretim sürecinin parçalanmış, coğrafyadan bağımsızlaşmış, mavi yaka ile beyaz yakanın asla bir araya gelme gereksinimi bile duymadığı boyutta atomize olduğu gerçeği değişmemektedir. Bu Post-Fordist üretim mantığıdır. Bu mantığın pratiği üretim sürecinin içinde yer alanların konumlarının, hayat standartlarının, güvencelerinin sürekli değişebildiği bir ortam anlamına gelmektedir. Bu üretim mantığının sinir sistemini ise bilişim ağı oluşturmaktadır.

Post-Fordizm, internet altyapısının küresel olarak yaygınlaştığı noktada Rönesans’tan beri süren ve Endüstri Devrimi ile küreselleşen fiziki malın yerine fiziki olmayan malı koymaktadır. Bunun her alanda radikal değişimlere yol açtığına şahit oluyoruz, e-kitap satışları fiziki kitap satışlarını geçiyor, plak-kaset satın almıyor MP3 alıyoruz artık. Hatta satın almıyoruz Spotify gibi servislerle müzik yayını kiralıyoruz artık.

Hangi beyaz yaka?

Bir diğer olgu da büyük şirketlerin üst yönetimlerini elinde tutan yeni bir katmanın ortaya çıkışı. Tanım olarak beyaz yakalı gözükseler de bu katman aslında platin yakalı. Son zamanlarda çok tartışılan Thomas Picketty’nin 21. Yüzyıl’ın Sermayesi kitabında bu katmanla ilgili ilginç veriler mevcut. Picketty bunlara supermanagers diyor, bu katmana da yılda en az 1 milyon dolar kazananları dahil ediyor. Bu kişilerin astronomik ücretlerinin dönüp dolaşıp küresel sermayeye dahil olduğunu, üstelik supermanager’ların elindeki sermayenin son on yıldaki toplam sermaye içinde hatırı sayılır bir ağırlık kazandığını gösteriyor. 1970’lerden bu yana supermanager’ların mavi yakalılarla ve beyaz yakalılarla arasındaki gelir farkının katlanarak arttığını, kimi şirketlerde 1’e 300’e kadar çıktığı bilinen bir gerçek ama supermanager’ların klasik tanım gereği beyaz yakalı gözükmekle birlikte “üretime katılmayı kesseler” dahi yedi ceddine yetecek kadar sermaye biriktirdiğine dair bir bulgu var bugün. Dahası bu katmandan gelenlerin çocuklarının doğuştan rantiye olacaklarını öngörebiliyoruz. Demek ki beyaz yakalılar da kendi içinde parçalanıyor, farklı sınıflar olmasa da bile katmanlara ayrılıyorlar.

Bir diğer olgu da, 2013 yılında LSE’de antropoloji profesörü olan David Graeber’in kısa ama etkili yazısında (http://strikemag.org/bullshit-jobs/) dem vurduğu ve hemen literatüre terim olarak giren bullshit jobs (ıvır zıvır işler). Graeber kısaca şunu diyor: Bugünkü otomasyon ve teknoloji, çalışma saatlerini, tıpkı Keynes’in 1930’da yüzyıl sonu için öngördüğü gibi günde 5 saate indirebilecek düzeyde. Ama kapitalizm tüketim arzusunu diri tutma konusunda öylesine yetenekli ki, hepimiz it gibi çalışmaya devam ediyoruz. Sürekli satın almak istediğimiz yeni şeyler var ve bunun için çalışmamız gerekiyor. Kapitalizm bizi çalışır halde tutmak için sürekli anlamsız, yok olsalar eksikliği hissedilmeyecek yeni iş kolları yaratıyor ve bu iş kollarında giderek daha fazla insan çalışıyor. Çalışanlar da faydasız bir mesai yaptıklarını biliyorlar ama hayatlarına devam ediyorlar, çünkü geçinmek ve tüketmek zorundalar. Graeber, bullshit jobs’lar arasına şirket avukatlarını, akademik ve sağlık idari kadrolarını, insan kaynaklarını ve PR gibi birçok şeyi dahil ediyor. Okunduğunda hafif bir makale gibi görünse de Graeber’in işaret ettiği, Foucoult’nun biyopolitik dediği şeyin vücut bulmuş halinden başka bir şey değil: Molok kendi kendimizi tahakküm altına almamız için bin bir süslü seçenek sunuyor bize.

Kent ve işçi arılar

Geleneksel işçi sınıfının etkinliğinin erozyona uğratılmasının etkin araçlarından biri de kentleşme politikaları. Gayrimenkul piyasası neoliberalizmin gözdelerinden biridir çünkü kâr marjları çok yüksektir. Aynı zamanda sürekli nezihleştirme, sürekli kent projeleriyle geleneksel metropollerin ve geleneksel nüfusun yapılarını alt üst ederek ikinci bir işlev görür. Proletarya giderek şehir dışına sürülür, bir arada yaşadıkları mahalleler ve kamusal alanlardan dışlanır ve onların boşalttıkları yerler yeni rant alanlarına dönüştürülür. Gezi Direnişi’nin en kalıcı etkilerinden birinin kentleşme politikalarına karşı gelişen duyarlılık olduğunu, kamusal alanların kitleler tarafından sahiplenilmeye başlandığını hatırlayalım burada. Bu da karşıkültür tartışmasında hatırlayacağımız kritik olgulardan biri.

Her coğrafyada ve her ülkede nüfusun yoğunlaştığı kentler, kazanılan ücretin hayatı idame etmeye harcandığı “dünya metropolleri” olarak tekrar inşa ediliyor. AKP’nin 23 milyonluk İstanbul vizyonu devasa boyutlarda bir tüketim ve rant alanı yaratıyor. İstanbul pahalılıkta New York’la, Paris’le yarışıyor ve bununla övünülüyor. Bu şehrin emekçileri tıpkı Batı’nın metropollerinde olduğu gibi mesaisinin bir bölümünü ulaşım masraflarına, bir bölümünü astronomik kirasına, bir bölümünü yeme-içmeye ayırıyor. Geriye de bir şey kalmıyor. Londra’da bu şekilde yaşayanlara bir isim bulundu geçtiğimiz günlerde: Endies (Employed with No Disposable Income). Yani tasarruf edecek kadar geliri olmayan bir çalışan sınıfı çıkıyor ortaya. Gündelik ihtiyaçlarının ötesinde hiçbir birikim yaratamayan bir işçi arılar topluluğu. Beyaz yakalı çalışanlar için tasarlanan bu dünya metropollerinin emekçileri şehrin dışına, daha da dışına atılıyor ve onlara işe gidip gelmek için metro götürülüyor. İnsanlar da metrolarıyla gurur duyuyorlar.

Kültür endüstrisi ve prekarya

Post-Fordist üretim mantığının getirdiği bir başka “satılabilir mal” ise imgeler dünyası. Buna kültürün endüstrileşmesi de diyebiliriz. Metropol imgesinin satılabilir bir mala dönüştürülmesi bunun en göze batan kısmı ama reklam, PR, medya gibi sektörlerin inanılmaz geliştiği, internet servis ve ürünlerinin gündelik hayatın ayrılmaz bir parçası olduğu günümüzde, kültür endüstrisi, dağınık ama devasa bir boyuta ulaştı. Bu endüstrinin işgücü içinde ise prekarya’ya dahil yeni zanaatkâr kitleleri oluştu. Çalışan rotasyonu yüksek, esnek zamanlılığı bilhassa tercih eden bu sektörün çalışanları ne klasik anlamda beyaz yakalı, ne de mavi yakalı. Onları Haziran Ayaklanmaları’nda şu ya da bu isim altında gördük. Eğitimliler ama klasik anlamda bir kariyerleri yok. Üretimin bir parçasılar ama ürettikleri mal değil, kültür. Ama bu sistemde kültür de bir mal. Bu sarmala içinde ortaya çıkan bu yeni katmanın proletarya tanımına dahil olmadığını kim söyleyebilir. Ama prekarya sadece onlardan ibaret değil.

Tasarruf edecek kadar geliri olmayan, gündelik ihtiyaçlarının ötesinde hiçbir birikim yaratamayan bir işçi arılar topluluğu çıkıyor ortaya.

Prekarya temelde güvencesiz çalışma üzerine kurulu bir tanım. Sistemin periferisinde, “arada sırada” çalışan, “taşeron” firmalarda çalışan, “freelance” çalışan, “yarı zamanlı” çalışan, “iş buldukça” çalışan, “zanaatiyle” iş gören, yarının kendisine ne getireceğinden emin olamayan bir grup. Klasik proletarya tarifindeki “üretime katıldığı sürece yaşayabilen emekçi” kitlesinden farklı ama yine de emekçi.

Gelişmiş kapitalizmin hüküm sürdüğü Batı ülkelerinde prekarya baskın bir şekilde tartışılıyor. Türkiye gibi ülkelerde ise aynı eğilimler, giderek artan boyutlarda gözleniyor. Post-Fordizmin küresel ve yenilmez bir sistem olarak her yere enjekte edilmesinin doğal sonuçları bunlar. Yukarıda başlıklar halinde değindiğim olgular, 150 yıllık temel çelişkilerin kaybolduğu anlamına gelmiyor, tam tersine daha da derinleştiği anlamına geliyor. İşçi sınıfının önemini kaybettiği anlamına da gelmiyor, tam tersine proletarya tanımının giderek daha büyük kitleleri içine alacak yeni formasyonlarla genişlediği anlamına geliyor.

Durum böyleyse, sol bir gelecek hayalinin tüm bu olguları içerecek kadar derin ve hepsini birleştirecek kadar yalın olması gerekiyor. Molok’u en zayıf noktasından vuracak, sürekli vuracak, biteviye vuracak, sınıf ve siyaset alanları arasında ince ama çok sağlam bir örümcek ağı kurabilecek bir dinamik arıyorsak bunun karşıkültür tanımında gizli olup olmadığını sorabiliriz kendimize. Biliyoruz ki kültürel hegemonya mücadelesi en kanlı mücadelelerden biridir. Dahası Haziran Ayaklanmaları’nın temel dinamiğinin de reel siyaset ya da sınıf mücadelesinden çok karşıkültürde yattığını söyleyebiliriz.

Karşıkültürü tartışmak ise sonraki sayıya kısmetmiş.