Ak Saray, dünyada eşi benzeri olmayan, görevinden bağımsız olarak bir insan için yaptırılan ilk saray olması özelliğinin yanı sıra, yapımında en çok hukuk kuralının çiğnendiği yapı unvanını taşıyor. Meslek odalarının yıllardır sürdürdüğü hukuki mücadelenin her adımında mahkemeler yürütmeyi durdurma ve iptal kararları vermelerine rağmen inşaatlar bir türlü durdurulamadı. Çünkü hukukun arkasından dolaşmayı kendinde hak gören, parlamentodaki çoğunluğun kendilerine bütün hukuki ve bilimsel yasaların üzerinde bir keyfiyet hakkı tanıdığını düşünen bir zihniyetle karşı karşıyayız.
Sunuş
Ak Saray meselesi kamuoyunun gündemine AKP tarafından çekilen reklam filmiyle taşındı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden kısa süre önce Erdoğan’ın “açılışını da yapacağım, içine de girip oturacağım … sıkıysa yıksınlar” sözlerini sarf etmeden önce çoğu insanın yapımından haberdar bile olmadığı bina ile ilgili bugünlerde muazzam bir bilgi bombardımanı yaşanıyor. Yapımı yalnızca halktan değil meslek odalarından da sır gibi saklanan, inşaat alanında özel güvenliklerce kuş uçurtulmayan sarayın şaşaası, maliyeti, inşaat alanı, ne kadar ağacın katledilerek yapıldığı, hatta mimari tarzı üzerine söylenti ve gerçek karışımı bilgiler dolaşıyor ortalıkta.
Bu bilgi karmaşasının kaynağı şüphesiz AKP iktidarının kendisi. Nitekim binanın hangi amaçla yapıldığı bile, açılışı yapılmadan önce kesin değildi. Bina Başbakanlık Sarayı mıydı yoksa Cumhurbaşkanlığı Sarayı mı? Davutoğlu mu oturacaktı, Erdoğan mı? Hizmet binası olarak mı kullanılacaktı, konut olarak mı? Bu sorular bile henüz net bir şekilde yanıtlanmış değil. Bilinen tek şey, gayri-resmi adıyla “Ak Saray”, unvanı ne olursa olsun, Erdoğan için yapılmıştı: “Cumhuriyet’in Atatürk Orman Çiftliği’ne karşı padişahın sarayı”… Birisi tarım ve sanayi üretimini birleştiren, öncü bir üretim projesi, diğeri sınırsız bir tüketim ve sefahat abidesi. Yeni rejimin imgesi bu şekilde oluşturulmuş oldu.
Ak Saray, dünyada eşi benzeri olmayan, görevinden bağımsız olarak bir insan için yaptırılan ilk saray olması özelliğinin yanı sıra, yapımında en çok hukuk kuralının (kanun, mahkeme kararı, koruma kurulu kararı) çiğnendiği yapı unvanını taşıyor olabilir. Dosyada da göreceksiniz, meslek odalarının yıllardır sürdürdüğü hukuki mücadelenin her adımında mahkemeler yürütmeyi durdurma ve iptal kararları vermelerine rağmen inşaatlar bir türlü durdurulamadı. Çünkü hukukun arkasından dolaşmayı kendinde hak gören, parlamentodaki çoğunluğun kendilerine bütün hukuki ve bilimsel yasaların üzerinde bir keyfiyet hakkı tanıdığını düşünen bir zihniyetle karşı karşıyayız.
Ak Saray dosyası hazırlanırken meselenin ne kadar dallı budaklı bir konu olduğu da ortaya çıkmış oldu. Basında gündem edilen haliyle Ak Saray, bir tepenin üzerindeki ağaçlar kesilerek inşa edilmiş bir yapıdan ibaret değil. Saray, Türkiye’de tek olma özelliği taşıyan Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ)’nde, birinci derece doğal ve kültürel sit alanı üzerine inşa edildi. Üstelik Ak Saray, AOÇ arazisinde inşa edilen tek yapı da değil. AKP döneminde, son 8 yıllık süre içinde AOÇ, arazilerinin büyük bölümünü yitirdi. Başkentin bu en önemli kültür varlığına Ak Saray’ın yanı sıra 4,2 km uzunluğunda, yaklaşık 50 m genişliğinde bir bulvar, 1 milyon 200 bin metrekarelik alana bir eğlence parkı (Ankapark), aynı dönemde inşa edilmeye başlandı. Bunların yanı sıra, tarihi fabrika binalarının bulunduğu alana inşa edilmesi düşünülen bir TBMM Kültür Merkezi projesi de rafta tutuluyor.
Dolayısıyla Ak Saray dosyasını yalnızca tek bir bina üzerinden ele almak mümkün değil. Mesele aynı zamanda birçok disiplinin de ilgi alanına giriyor. Mimarlık, koruma, şehir planlama, peyzaj mimarlığı, çevre mühendisliği vb. Bu nedenle dosyamızda çeşitli disiplinlerden biliminsanlarına ve AOÇ’nin parçalanmasına karşı yıllardır mücadele yürüten meslek odalarının temsilcilerine konuyla ilgili görüşlerini sorduk. Yanıtlamaları için sunduğumuz çerçeve soru şu şekildeydi:
“Ak Saray tartışmasının birçok boyutu var. Sit alanına inşa edilmiş olması, AOÇ’deki yapılaşmayı hızlandıracak olması, hukuksuzluğu, aşırı bütçesi ve bir kamu binası olarak aşırı büyüklüğü gibi. Bütün bunları bir arada düşündüğünüzde, AOÇ ve Ak Saray etrafındaki tartışmaya ilişkin neler söyleyebilirsiniz?”
Bu çerçeve sorunun geniş bir kapsamı olmakla birlikte bu dosyanın ve derginin fiziki sınırları dahilinde, konuya ilişkin çeşitli meslek alanlarının çerçevesinden aldığımız özet niteliğindeki yanıtları sunuyoruz.
‘Anti-demokratik bir iktidarın mekânı’
Yrd. Doç. Dr. Bülent Batuman
Bilkent Üniversitesi
Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarisi Bölüm Başkanı
Şu anki adıyla “Cumhurbaşkanlığı Sarayı”, AKP iktidarının en iddialı mimari hamlesini teşkil ediyor. Yerleşkenin projelerinin kamuya açık olmaması ve inşa sürecinin de gözlerden uzak tutulmaya çalışılması, bu hamleyi değerlendirmeyi zorlaştırıyor. Yine de, sınırlı gözlemlere ve bilgi kırıntılarına dayanarak da olsa, bir takım tespitler yapmak mümkün. Her şeyden önce yapıyı isimlendirmenin içerdiği zorluğun mimari açıdan da bir anlamı bulunduğunu görmek gerek. Zira bu zorluk, mimari programa dair tutarsızlıklara işaret ediyor. Bunun nedeni, yapının Başbakanlık Hizmet Binası olarak başlamış, aslında yakın gelecekte hayata geçmesi planlanan bir başkanlık modelinin mimari programına uygun olarak tasarlanmış, fakat bugün Cumhurbaşkanlığına devredilmiş bulunmasıdır.
Burada mimarinin özel bir biçimde siyasete konu olduğunu görüyoruz: siyasal temsil, siyasi erk(ler)in sistem içindeki dizilişinin bir ifadesini de mimari programların (baş)kent mekânına yayılışında buluyor. Yani binanın mimari programı, siyaset bilimi terminolojisi içinde anlaşılması gereken temsiliyet açısından anlam kazanıyor. Siyasal sistemin hiyerarşisi açısından bakıldığında oluşan çelişkili durum, Başbakanlık-Cumhurbaşkanlığı-Başkanlık pozisyonları arasındaki muğlak geçişkenlikle binayı, aşkın bir iktidarın mekânına çevirir. Bu iktidar, hem siyasal temsil açısından ne olduğunu tam olarak bilmediğimiz bir “makam”dır, hem de kim olduğunu çok iyi bildiğimiz bir kişi. Muğlaklık ile üretilen bu mutlaklık, kuşkusuz iktidarı temsiliyetten koparmaya yarar.
Dahası, gözümüzü alan mutlaklık, erkler ayrılığının, (baş)kent mekânında yeniden dizilişini de gözden kaçırmamıza neden olur. Zira burada mesele sadece devasa bir iktidar mimarisinin inşası değildir. Mesele, gazete sayfalarında yapıldığı gibi, yeni yerleşkenin metrekare cinsinden dünyanın farklı yerlerindeki “saraylarla” karşılaştırılması da değildir. Asıl mesele, mimari bir problem olarak büyüklüğün yatayda (benzer yürütme yapıları arasında) işaret ettiği farktan çok, düşeyde (farklı erkler arasında) mevcut farka yaptığı müdahaledir. Yani, yeni yerleşkenin “ne kadar büyük” olduğuna dair yapacağımız tartışmada karşılaştırma kıstası, siyasi temsil açısından, Brunei Sultanı’nın sarayı değil, TBMM yerleşkesi olmalıdır. Ulusu temsil eden parlamento, mimari temsil ayrıcalığını yürütme erkine devretmeye zorlanır. Çankaya’dan AOÇ’ye yapılan kısa hicret, genişleyen kentin fiziki merkezine doğru kurucu bir harekettir. Yeni yerleşke bir tabula rasa üzerine inşa edilmemiştir; bir palimpsesttir. AOÇ, fiziksel olarak boş, anlamsal olarak da silinip üzerine yeni anlamlar yazılması gereken bir sayfa olarak okunur iktidar tarafından. Böylece fiziksel merkezde sembolik bir ağırlık merkezi, eskinin üzerine basarak inşa edilmiş olacaktır.
Yerleşkenin sadece idari yapı grubundan ibaret olmadığına dikkat edilmelidir. Yerleşkede, bir dizi destek yapısı dışında çok önemli iki yapı daha bulunur: konut ve cami. Aslında bu iki yapı, ana yerleşme şemasının asli unsurlarıdır. Zira ana bina her ne kadar arkasındaki avlu ile birlikte bir yapı grubunun parçası ise de, aynı anda önündeki meydanın iki ucuna yerleşen bu iki yapıyla da bir başka grup oluşturuyor. Yerleşkenin girişinde yer alan meydan, temsili olarak (gerçekten öyle çalışması pek mümkün görünmemektedir) bir kamusal alan tarifler. Böylesi bir kamusal alanı güçler ayrılığını ifade eden yapıların ve ulusal sembollerin tariflemesi beklenir. Burada ise kamusal alan, otorite figürünün konutu, yürütme erkinin bürokratik aygıtı ve caminin sembolizmi arasında kurulur. Burada kurulan imgenin demokratik bir mimari imge olmadığı açıktır. Dahası, oluşturulan temsilin küresel ölçekte dolaşıma girmiş olması da öngörülmemiş bir durum değil, bir güç gösterisidir. Bu temsil, Batılı olmayan fakat oryantal göstergelerden de uzak durmayı başaran bir klasisizm ile oryantal olduğu kuşku götürmeyen klasik Osmanlı taklidi caminin birlikteliğinden oluşur.
‘Akıl tutulmasının bir tür tezahürü’
Prof. Dr. Güven Arif Sargın
ODTÜ Mimarlık Bölüm Başkanı
İktidar, güç ve mekân trilojisi üzerine, neredeyse Foucault’dan bu yana uzun bir süredir ve sistemli bir şekilde yazılıp çiziliyor ve meselenin hakkını verecek kadar da engin bir külliyat oluştu – Türkiye coğrafyasında da bu anlamda bir araştırma aksının oluştuğunu, hasbelkader bu alana ilgi duyan ve katkı vermeye çalışan beşeri bir varlık sıfatıyla, rahatlıkla söyleyebilirim. Bütün bunlara karşın, ünü ulusal sınırların ötesine, uluslararası ortama taşınan yeni bir fenomenle karşılaşınca, henüz siyaset ve akademik çevrelerin görevlerini tamamlamadığı/tamamlayamadığı ve bu meseleye dair söyleyecek daha çok sözümüzün/tahlilin olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz.
Kapitalist saiklerin henüz tam anlamıyla ilga edilemediği gerçeğinden hareketle, toprağa dayalı sermaye birikimi modelinin miadını doldurmadığını biliyoruz; üstelik sermayedar sınıfı ve devlet bürokrasisi arasında cereyan eden açık ittifakın da, özellikle kentsel mekânın bir anlamda dönüştürülmesi üzerinden rant elde ettiği yönünde, elimizde yeteri kadar malzeme var. Öte yandan, bu fenomenin akıl ve izanı bu denli zorlayarak, Türkiye’de ve üstelik tek bir siyasi öznenin sıfatında toplanarak zuhur etmesi, yukarıda kısaca değindiğim “sermaye birikimi rejiminin” çok daha ötesinde yeni malzemeleri ve dolayısıyla tahlilleri göreve davet ediyor. Tahlil amacıyla uzun uzadıya yeteri kadar yerimizin olmadığını biliyorum; dolayısıyla, bu fenomenin hangi başlıklar üzerinden dikkat çektiğini belirterek bana verilen sözü tanımlayayım.
Birincisi, tarih yapımı (yazımı) açısından marazi bir durumla karşı karşıyayız ve bu durum, Marx’ın ünlü sözünü anımsatıyor: “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi , ikincisinde komedi olarak.” Dolaysıyla, hem tarih-yapımı ve hem de tarih-yazımı kapsamında bir tür komediyle karşılaştığımız iddia edilebilir. Bu yapıyla özdeşleşen siyasi öznenin düştüğü/düşürüldüğü, Marx’a göre soytarılığı bir yana bırakalım.
Kesintisiz iki yıldır inşa edilen ve rakamsal olarak algımızı zorlayan bu büyüklükte bir yapının yarattığı iktisadın ikinci bir başlık olarak tahlile mazhar olduğunu belirtmeliyiz. Kâr-zarar dengesini her daim gözeten burjuvazinin bile onay veremeyeceği akıl dışılığın (irrasyonel tutumun) ne anlama geldiğini tartışmayaaçmakla yükümlü olduğumuzu düşünüyorum.
Üçüncü bapta, çevrenin tahribatına dayalı ve toprağı bir tür arzu nesnesine indirgeyen akıl tutulması gelir ki, bunun salt AOÇ alanının ihtiva ettiği doğal ve kültürel peyzaj olarak adlandırdığımız ve toplumsal belleğimizde yer edinen kimi kalitelerin çok daha ötesinde bir tahlile gereksinim duyduğu aşikâr.
Gelelim biz meslek erbabı açısından durumun zavallı haline: yukarıda sıraladığım akıl tutulmasının bir tür tezahürü olarak görülebilecek bu durumun, ne çağdaş şehir planlama ne de mimarlık alanında, sözü geçen siyasi özneyi haklı çıkaracak bir tarafı mevcut. Cumhurbaşkanlığı makamının ısrarla söylediği, “Ankara’nın bir Selçuklu başkenti olduğu ve dolayısıyla adı geçen tarihsel dönemin mimari üslubunun stilize edilmesine ilişkin” değerlendirmelerin, ne sanat ve mimarlık tarihi, ne kent tarihi ve sosyolojisi ve ne de tasarım yöntembilimi açısından herhangi bir geçerliliği yok – hurafelere dayalı bir retoriğin kültür ortamlarındaki basit dışavurumu olarak addedebileceğimiz bu hezeyanı, biz sade meslek insanlarının kabul edebilmesi ise, olanaklı değil. Koca yapıyı tasarlayarak siyasi iradeye inşa ettiren (kakalayan) mimar müelliflerin ise, bilimsel ve mesleki formasyon eksikliğinden değil, önce meslek etiği ve sonrasında da Kant’ın buyurduğu “saf ahlakın” eksikliğinden dolayı yargılanması gerekiyor.
Yukarıda başlıklar halinde zikrettiğim bu yeni fenomeni, bizlerin bilimsel ve etik çerçevelerde tahlil etmeye ihtiyacı var; bütün bunlarla birlikte, iktidarın da siyasi bir çerçevede bu durumu idrak etmesi gerekir: geçerliliği olan diyalektiğin yasasıdır – kamu vicdanını zorlayan hiçbir mekân/saray, onu halka rağmen inşa eden siyasi özneye varsıllık getirmemiştir. İnanmayan tarihi öğrenmekle yükümlüdür.
Ak Saray hakkında yanıtsız kalan sorular
Ayşegül İbici Oruçkaptan
Peyzaj Mimarları Odası Genel Başkanı
Türkiye Cumhuriyeti’nin 91. yıldönümünde artık sadece mahalle veya semt adı gibi adı kalmış ama kendi yok edilmiş olan AOÇ’deki Ak Saray/Kaçak Saray ve Ankapark tartışmalarına girmeden önce Cumhuriyet dönemini, neden bozkır ve bataklık bir alanda Mustafa Kemal Atatürk’ün Atatürk Çiftliği’ni kurmak istediğini bilmek, ruhunu anlamak gerekir…
Mustafa Kemal Atatürk’ün 5 Mayıs 1925’te kurduğu bu çiftlik, şehrin merkezinde başlayan büyük çağdaşlaşma atılımını kentin ötesine taşıyarak modern tarım yaşamının örneğini oluşturdu.
AOÇ, bir özgürleşme hareketi, özellikle tarım ve tarımsal emeği dönüştürme hareketidir. Çiftlik, tarımsal üretimi teşvik etmek, kır ile kenti bütünleştirmek, kooperatifler ve devlet çiftlikleri yoluyla üretimin örgütlenme mekânını oluşturmak, sanayi ve ticaret ile tarımın birlikteliğini sağlamak gibi hedeflerle kurulan bir üretim alanıdır. 52 bin dekar arazi üzerine kurulan, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk halkına emanet edilen/bağışlanan AOÇ arazileri bugüne kadar çıkarılan çeşitli yasa ve yönetmeliklerle adeta talan edildi, yapılaşmaya açıldı.
AOÇ arazileri, 1950’li yıllardan başlayarak, kullanım amaçları dışında; Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’na, Çimento Fabrikaları’na, kömür depolarına, trafolara, çeşitli fabrikalara, spor tesislerine, konut kooperatiflerine, hâl yeri yapımına, üniversitelere, Ankaray depolama tesislerine, Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali’ne, Ordu Evi’ne, turistik tesislere, lunaparklara ve nihayet “Kaçak Saray”lara tahsis edilerek, satılarak parça parça yok edildi.
Cumhuriyet’in ve onun kurucu iradesinin en önemli miraslarından biri olan AOÇ, zaman içerisinde Ankara kentinin büyümesi ile rant alanı olarak görüldü, yapılaşma talanına uğradı, arazi bütünlüğünü yitirmeye başladı. Tüm bu talana rağmen AOÇ hâlâ Ankara’nın en büyük açık ve yeşil alanıdır. Bunun yanı sıra tarihi, kültürel ve doğal anlamda hâlâ Ankara’nın en önemli alanlarından biridir.
Dünden bugüne, AOÇ arazisi üzerinde yapılan tahribata son olarak hukuka aykırı bir şekilde inşa edilen Ak Saray eklendi. Bu son darbeyle birlikte AOÇ’nin kimliksizleştirilmesi ve yok edilmesi üzerine kurulu tüm girdilere bir yenisi daha eklenmiş oldu.
Atatürk’ün bizlere emanet ettiği Atatürk Orman Çiftliği, son olarak Bakanlar Kurulu kararıyla Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne emanet edildi ve böylece Belediye Başkanı Melih Gökçek’in kişisel hayallerini gerçekleştirmesi için oyuncağı haline getirilmiş oldu.
1992’de birinci derece sit alanı olarak tescil edilen Atatürk Orman Çiftliği’nin “Gazi Tesisleri” olarak bilinen 46 hektarlık alan, yapılaşmaya açılabilmesi için 2011 yılında üçüncü derece doğal sit alanı olarak yeniden tescillenerek, rant için dikensiz gül bahçesi yaratılmak istendi.
Ne acıdır ki; kazanılmış tüm mahkeme kararlarına rağmen yapımı hukuksuz bir şekilde tamamlanan, iskânsız, ruhsatsız, “Kaçak Saray” örneğinde, “ben yargı kararlarını tanımam” diyen dönemin başbakanı ve şimdinin cumhurbaşkanıdır.
Yargı kararlarına rağmen yapılan “Kaçak Saray”ın bina ve peyzaj projeleri de TMMOB ve meslek odalarımızın denetimine ve bilgisine açılmadı. Kamu hizmeti veren TMMOB’ye bağlı oda yöneticileri denetleme yapmak üzere inşaat alanına gittiklerinde alanın yakınına dahi sokulmadılar, projeler mesleki denetimden kaçırıldı.
AOÇ’ye inşa edilen Ak Saray’la ilgili meslek alanımızı ilgilendiren bazı sorular, hâlihazırda yanıtsızdır:
– Çankaya’da Cumhurbaşkanlığı konutu ve yapıları mevcutken neden yeni bir konut/saray yapıldı?
– Mutlaka bir saray yapılması gerekiyordu ise neden başka bir alan değil de AOÇ seçildi?
– Neden hafızalarımızdan her yerde Cumhuriyet’in izleri silinmeye çalışılırken Osmanlı ve Selçuklu dönemini yansıtan yapılar önümüze getiriliyor?
– Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in 1 milyar 370 milyon lira olarak açıkladığı maliyet doğru mu? Bu harcamalar neleri içeriyor? Yapılacak diğer harcamalar neler?
– Aksaray için yapılmış olan peyzaj projesi nerede? Bu proje kim tarafından yapıldı? Proje neden mesleki denetim için TMMOB Peyzaj Mimarları Odası’na gösterilmedi?
– Peyzaj proje, yapısal ve bitkisel uygulama maliyetleri ne kadar?
– Ak Saray’ın peyzajında kullanıldığı söylenen ithal bitkilerin alımı için düzenlenen ihaleler neden halka açılmadı? Bu alımların yapıldığı firmalar hangileri?
– Ak Saray kaç metrekare arazi üzerine kuruldu? Yapımı sırasında kaç ağaç kesildi? Kesilen ağaçların türleri nelerdir?
Meslek odalarının hukuk mücadelesi
Deniz Kimyon
Şehir Plancıları Odası Ankara Şube Sekreteri
AOÇ arazisinde önceleri Başbakanlık Sarayı adı ile yapılmaya başlanan daha sonrasında Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi ile Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na çevrilen yapı, Orman Çiftliği özelinde Ankara kent tarihine ve Türkiye siyasi tarihine geçme tahayyülü ile inşa edilmiş gözüküyor. Ak Saray, şimdiden mimarisiyle, dünyadaki saraylara görece büyüklüğüyle ve en önemlisi yer seçimi ile diktatörlüğün, hukuksuzluğun siyasi bir simgesi oldu.
2002’den bu yana AKP iktidarı döneminde neo-liberal kentsel politikalar ile kentlerimiz, kamusal alanlarımız, kamusal değerlerimiz yok ediliyor, kamu kaynakları ve kamu arazileri hızla el değiştiriyor.
Ak Saray, AOÇ için en tehditkar yapı olmakla birlikte tek değil. Saray etrafında yapılmaya çalışılan cami ve konut dışında, vekillere özel bir kongre merkezi, mutlak korunması gereken tarım arazisinde yapılan bir Melih Gökçek fantezisi Disneyland (Ankapark) projesi, çiftlik arazisini ortadan bölen Çiftlik bulvarı ile çok çeşitli şekilde, topyekün alanın sahip olduğu tüm özgün unsurlarını yok etme amacı izlenebiliyor. AOÇ’de yeni bir tarih yazarcasına bilinçli bir dönüşüm uğraşı gündemde.
AOÇ’nin kuruluş felsefesine, ideallerine bakınca bu alana dair ciddi müdahalelerin bilinçli bir siyasanın sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Bu siyasi müdahalelere karşı TMMOB’ye bağlı meslek odalarının bir süredir yürüttüğü hukuki mücadele dört bir koldan ilerliyor. Otoritesindeki kamu kurum ve kurulları yetkileri ile böylesi bir dolambaçlı yol izleyen AKP’ye karşı Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi, Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Çevre Mühendisleri Odası, Peyzaj Mimarları Odası, Ziraat Mühendisleri Odası; AOÇ üzerindeki hukuka aykırı işlemleri iptal ettirmek üzere ciddi bir hukuki mücadele yürütüyor.
Odaların yargıya taşıdığı dava konularına ilişkin öz durum değerlendirmesi; planlar, koruma kararları, yenileme ve kentsel dönüşüm kararları ve AOÇ vasiyetnamesinin ihlali davası olmak üzere dört konu başlığı altında toparlanabilir.
Planlar: 2006 yılında Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanunu’nda yapılan esaslı değişiklikle alan üzerindeki plan yetkilerinin Büyükşehir Belediyesi’ne verilmesiyle AOÇ’de talan süreci farklı bir boyut kazanmış oldu. Bu tarihten itibaren AOÇ ile ilgili hazırlanan bütün planlar; tarihi, doğal ve kültürel sit alanı olan çiftliğin parçalanmasını ve yapılaşmaya açılmasını esas alıyordu. Bu planlar içinde 2007 tarihli 1/10000 Ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı, 2010 tarihli 1/10000 ölçekli bir AOÇ Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ve eki Ulaşım Şeması bulunuyor. Bunlar arasından 2007 tarihli olan plan mahkeme tarafından iptal edildi, 2010 tarihli plan hakkında ise yürütmeyi durdurma kararı verildi. Ancak bu kararlar AKP’yi durduramadı, çiftlik üzerinde inşaatlar devam etti. Bu hukuksuzluğa karşı da meslek odaları tarafından defalarca suç duyurusunda bulunuldu.
Öte yandan, çiftliği kuzey-güney yönünden ortadan bölen, üst ölçekli planda yer almayan bir güzergahta “Yeni çiftlik bulvarı 1/10000 ölçekli nazım imar planı değişikliğinin” iptaline ilişkin davanın görülmesine de Ankara 8. İdare Mahkemesi’nde devam ediliyor.
Koruma kararları: Hazırlanan planların yanı sıra AOÇ arazisinde yapılaşmanın önünü açmak uğruna koruma kurulu kararları da hukukun etrafından dolaşmak için kullanıldı. Bu kararlar içinde Ak Saray’ın bulunduğu, birinci derece tarihi ve doğal sit alanı olan, eski Orman Genel Müdürlüğü Gazi Tesisleri alanına ilişkin olarak, 10.08.2011 tarihinde verilen koruma kurulu kararı göze çarpıyor. Bu karar, söz konusu alanı üçüncü derece doğal sit alanı olarak yeniden tescil etmiş, bölgenin tarihi sit özelliği kaldırıldığı ve doğal sit derecesi de düşürüldüğü için yapılaşmanın önü açılmış oldu. Tarihi sit statüsünün kaldırılması kararı mahkeme tarafından iptal edilince bu kez Koruma Yüksek Kurulu devreye sokuldu ve “tarihi sit alanlarında kamu yapılarının yapılabileceği” hükmü getirildi.
Yenileme ve kentsel dönüşüm alanı kararları: Ak Saray’ın olduğu alana ilişkin olarak Bakanlar Kurulu 27.04.2012 tarihinde kentsel dönüşüm proje geliştirme alanı ilanı etti ve bu kararın ardından Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi kentsel dönüşüm kararı aldı. Kararın iptaline ilişkin açılan dava Danıştay’da görülüyor.
Bir başka sorunlu yenileme kararı da Ankapark projesinin yapıldığı Hayvanat Bahçesi bölgesiyle ilgili alındı. Tamamı mutlak tarım arazisine kurulmaya başlanan Ankapark için, Bakanlar kurulu kararı ile “yenileme” kavramıyla alakasız biçimde mevcut hayvanat bahçesinin yedi buçuk katı büyüklüğünde bir alan yenileme alanı ilan edildi. Söz konusu bakanlar kurulu kararı mahkeme tarafından iptal edildi; ancak Gökçek bu kararı da uygulamadı, inşaat devam ediyor.
Vasiyetname ihlali: Bir başka dava da AOÇ Vasiyetname ve Bağış Senedi’nin İhlalinin Tespiti ve Müdahalenin Meni üzerindedir. Mustafa Kemal’in vasiyetnamesi ve AOÇ kuruluş amaçlarına aykırı işlemlerin yapılması nedeniyle bu vasiyet ve bağış senedi ihlalinin tespiti talep edildi.
Sonuç olarak, meslek odaları olarak yapılan hukuksuzlukları deşifre etsek de, bilimsel ilke ve esaslar ile yargı kararlarınca AOÇ’nin korunması gerekliliğini ortaya koysak da güçlü bir toplumsal mücadelenin olmadığı durumda, hukuk tanımayan projelerin AOÇ’de peşi sıra dizilmesi kaçınılmaz olacaktır.
‘Örnek çiftlik’in yağmalanması
Araş. Gör. Selin Çavdar
Peyzaj Mimarı, Kentsel Tasarımcı
ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü
1925 yılında “örnek çiftlik” olarak kurulan AOÇ, hem kırsal alanı bağımsız ve güçlü kılacak modern tarımsal-kırsal bir modelin öncüsü hem de Ankara’nın temsil ettiği modernleşme ve kentlileşme atılımının bir parçasıdır. Tarımda makineleşme ve modern tekniklerin uygulanması, köylünün ve genç nüfusun zirai üretim konusunda eğitimi ve bu amaçlara uygun üretim mekânlarının tesis edilmesi Atatürk Orman Çiftliği’nin ortaya çıkışındaki temel düşüncedir. Cumhuriyet Dönemi’nde kırsal alanda gerçekleşmesi planlanan kültürel, sosyal ve ekonomik dönüşümün bir modeli olan AOÇ aynı zamanda, tüm kentlinin bir araya gelebildiği bir dinlence kültürünü de temsil etmekteydi. Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Ankaralıların emeği ile ıslah edilmiş ve kültürlendirilmiş olan bu peyzaj, 1930’larda, ortak çabalarla üretilen bu “varlığı” deneyimleme imkânlarını sağlayan bir kolektif bellek mekânına dönüştü.
Mustafa Kemal Atatürk şahsi mülkü olan çiftlik arazisini, 5 Kasım 1937’de bir bağış mektubu ile ulusuna armağan etti. 01.04.1950 tarihli ve 5659 Sayılı AOÇ Kanunu’na da esas teşkil eden bağış mektubunda AOÇ ve diğer çiftlik alanlarının; araziyi ıslah etmek, bulundukları peyzajı güzelleştirmek, halka gezecek, eğlenecek ve dinlenecek sıhhi yerler, hilesiz ve nefis gıda maddeleri temin etmek hizmetleri sunduğu ve çiftliğin bu amaçlar dahilinde kullanılmaya devam etmesi gerektiği belirtiliyordu.
52 milyon metrekare alan üzerine kurulan AOÇ, 1938’den bugüne kadar yaşanan süreçte arazi varlığının yarısından fazlasını kaybetti. Bu kayıpların % 14’ü, Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi, Ankapark ve muhtelif yol inşaatlarında kullanılmak üzere son dört yılda gerçekleşti. Ancak, 2010’dan beri süregelen uygulamalar bugüne kadar gerçekleşen kayıplarla karşılaştırıldığında AOÇ miras ve emanetini en fazla istismar eden uygulamalar oldu.
Gelinen noktada üzerinde durulması gereken esas konu; tarihi, kültürel ve doğal bir varlık olmasının yanı sıra Mustafa Kemal Atatürk’ün mirası olan AOÇ’nin mevcut yönetimin eline hangi süreçlerden geçilerek bu denli sahipsiz ve savunmasız bir şekilde teslim edildiğidir. Bugüne kadar iş başına gelen tüm hükümetler ve yerel yönetimler, askeri yönetimler, Ankara’da yer alan üniversiteler ve ilgili demokratik kitle örgütleri bu konuda üstlerine düşen görevi tam olarak yerine getirmediler. Tüm bu aktörler, bir değer politikası üretmek, var olan toplumsal belleği korumak, toplumsal bilinç oluşturmak ve alana yapılacak her türlü müdahalenin ilkelerini tanımlayacak bir çerçevenin çizilmesi konularında zaaf göstermişlerdir.
Özellikle kapsamlı bir çerçevenin eksikliği, AOÇ’deki yağmalamanın başlıca sebebidir. Bu çerçevenin sınırları; uluslararası, ulusal ve yerel düzeylerde oluşturulacak bir peyzaj politikası ile çizilmelidir. Peyzaj politikası, her ölçek ve nitelikteki peyzajların korunması, onarımı ve yönetimine ilişkin yasal düzenlemeler sunmalıdır. Son birkaç yıldır, Türkiye’nin de tarafı olduğu, kültürel peyzaj ve peyzaj alanlarının korunmasına ilişkin yükümlülükler getiren uluslararası sözleşmeler*, AOÇ gibi özel alanlar için verilen mücadelelerin tematik çerçevesini oluşturuyor. Bu sözleşmeler, ülkemiz pratiğinde zaten ihtiyaç duyulan bir peyzaj politikası çerçevesinin uluslararası boyutudur.
Bir asra yakın süredir devam eden hüzünlü öyküsünü oluşturan tüm parçaları, henüz kaybedilmemiş somut ve somut olmayan değerleri, onu ele alan tüm kavrayışlar ve kentliye sundukları ile AOÇ kültürel bir “varlık”tır. AOÇ, kendisini var eden çok katmanlı değer sistemleri nedeniyle özeldir. Çiftlik arazisinin kentliye sunduğu şey, aslında, “şehir tarafından kuşatılmışken kendi yaşam döngüsünü sürdürebilen bir varlığı izleme ve deneyimleme” olanağıdır.
* Türkiye, kendi peyzaj politikasının şekillenmesine rehberlik edecek ve uluslararası düzeyde peyzaj değerlerinin tanınmasını sağlayacak çeşitli sözleşmelere imza atmıştır. Bu sözleşmelerden Avrupa Peyzaj Sözleşmesi, 10 Haziran 2003 tarih ve 4881 no.lu Kanunla onaylanarak, 27 Temmuz 2003 tarih ve 25181 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır. Dünya Kültürel Ve Doğal Mirasın Korunması Sözleşmesi 23.05.1982 tarih ve 8/4788 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla onaylanarak, 14.02.1983 tarih ve 17959 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır. Detaylı bilgi için bknz: http://teftis.kulturturizm.gov.tr/TR,13908/uluslararasi-sozlesmeler.html
Doğal yaşam alanlarının yıkımı
Baran Bozoğlu
Çevre Mühendisleri Odası Genel Başkanı
AOÇ alanı, tarihi ve kültürel bir değer olmasının yanında, Ankara’nın en önemli doğal alanıdır. Ankara, birçok bölgesinde inşaatların sürdüğü bir şantiye haline getirildi. Yapılan inşaatlar, halkın sağlıklı bir çevrede yaşaması için oluşturulan parklar veya doğal yaşam alanları için değil, devasa binaların yapılması içindir. Son dönemde, İmrahor Vadisi de, İncek bölgesi de bu rant politikasından nasibini aldılar. Ankaralıların temiz havaya, sağlıklı içme suyuna ihtiyacı var. Ankara, hava kirliliğinde ve gürültü kirliliğinde Türkiye’nin en önde giden kenti haline geldi. Hava kirliliğinin temel nedeni ulaşımda özel otomobillerin kullanımını teşvik eden politikalardır. Gürültü kirliliğinin en önemli nedeni ise yine ulaşım politikaları ve inşaat faaliyetleridir. Bu kirliliğin önlenmesinde ağaçlandırma çalışmaları önemli olmakla birlikte, asıl önemli olan halihazırda kent merkezi ve çeperinde bulunan yeşil alanları korumaktır. AOÇ alanında yapılan projelerin tamamı yeşil alanın, doğal alanın azaltılmasına neden oluyor.
Öte yandan, doğal alanlara yapılan inşaatlar toprağın ve yer altının su ihtiyacının karşılanmasını engelliyor. Bu nedenle, beton dökülen her bölge, yağmurun, karın yer altına karışmasını ve dolayısıyla havzaların beslenmesini engeller. Daha akıllıca çalışmalar yapmak gerekir. Ankara çayı açık kanalizasyon olarak akarken ve en kötü yüzey suyu kategorisindeyken, bir sarayın ve devasa bir parkın AOÇ alanına yapılması, çevre sorunlarının dert edilmediğinin de göstergesidir.
Aynı yaklaşım, Ankara’nın var olan iki doğal gölü olan Mogan ve Eymir göllerindeki tükenişi de çözmekten uzak davranmaktadır…
‘Yıkım ve talan, savaş koşullarını andırıyor’
Esra Sert
Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube Yönetim Kurulu Asıl Üyesi
Türkiye’de kentsel peyzaj özellikle son on yıldır telafisi neredeyse mümkün olmayan, radikal dönüşümlere sahne oluyor. 3. Köprü Projesi nedeniyle tıraşlanan Kuzey Ormanları, cami yapmak için oyulan Çamlıca Tepesi, Yırca’da kesilen 6000 zeytin ağacı ve bu dosyaya konu olan Atatürk Orman Çiftliği’nin üzerine zorla oturtulan “Kaçak Saray”ı bugün herhangi bir yurttaşın aklına gelen ilk örnekler olarak sıralamak mümkün. Zamanın karşısında kentlerimiz kuşkusuz değişecek fakat tarih boyunca bu değişimin doğal afet, savaş ve benzeri olaylar dışında böylesine yıkıcı olduğu görülmedi. Değişim, birbirinin üzerine eklemlenerek, sonra gelene yaşama, kültürel ve doğal özelliklerden yararlanma fırsatı tanıyacak, canlılığı sürdürecek şekilde olmuştur. Bugün karşı karşıya kaldığımız talan ve yağma hali savaş koşullarını ne yazık ki aratmıyor. Savaş koşullarında yaşıyoruz. Bu öyle bir savaş ki herkesi hemen etkilemeyen, ama etkilerine doğal gaz sızıntısı gibi baş ağrıları ve memnuniyetsizlikle yavaş yavaş maruz kaldığımız, öfkemizi yavaş yavaş biriktiren koşullar.
Daha önce de yazmıştım kaçak sarayları maddeye kavuşturan, inşa edenlerin elleri başka şeyler inşa etmeyi, sökülen ağaçların katı kadar dikmeyi de bilir. İkincisini yapar olduk, birincisi için ise bir araya gelmeli, kafa kafaya, el ele vermeli, öfkemizi görünür kılacak, birleştirecek yaratıcı-yıkıma dönüştürecek günleri artık gerçek yapmalı. Bana göre bundan öte gücümüz, bundan ötemiz yok.