Evrim(sel)cilik, bir ideolojik çarçur malzemesi olalı beri -ki bu, Viktoryen dönemi idrak etmiş Darwin’e dek götürülebilecektir- pek tabii olarak bizatihi evrim çalışan insan malzemesini de şekillendirmiştir. Kültür savaşları bilhassa 1990’lardan bu yana siyasal söylemin art-alanını tayin ederken, sekülarizm tartışmalarında “evrim” o aşinâ konumuna da otur(tul)muş oldu. Bunun bir sosyokültürel tarihçesi vardır, eşelenebilir; fakat bu metnin meramı o değil.
Darwin, sanıldığından çok daha büyük bir biliminsanıydı. İşbu önerme bir yüceltme (hagiography) olarak tınlasa da, öyle alımlanmasını doğrusu istemem. Freud’un vaktiyle onu Copernicus’un hizasına yazması, tarihsel olarak aynı siklete oturtması gibi. Çok üstelenmişse de, ısrarla aynı türküyü tekrarlamaya gerek yoktur. Belki, meşhur bir tarihsel analojiyi vasat yaparak terennüm edilebilir: Necib Mahfuz, Nobel Edebiyat Ödülü’ne lâyık görüldüğünde, bir Mısır gazetesinin attığı manşet gibi: “Nobel, Mahfuz’u kazandı”. Bir Fransız entelektüeli olsa, meseleyi buradan alır, kültürel bir kazı hattıyla, Türkiye’deki muktedir yapının, -medyaya göre- sırf Darwin’i kapak görseli olarak kullandığı için TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi’nin editörünü görevden alması ve “son anda” kapağın değiştirilerek yayınlanması aktüel-hadisesine (Mart, 2009) bağlayabilirdi pekâlâ. Neyse ki metin, sözü edilen motiften de bağışık.
Evrimsel tıp, gerek yerli, gerekse üniversal (İngilizce üretilen bilim-küresini kastediyorum), bütün bir tababet erbabınca ötelenegeldi. Keşfedilmemiş bir uzak kıta, bir terra incognita olarak kaldı. İyi-kötü hakkında konuşulur, bilimsel yayın üretilir oluşu ancak 1990’ları buldu. İlan-ı izdivaç, Nesse ve Williams’ın popüler çalışmasıyla oldu denebilir (Why We Get Sick [Neden Hastalanırız], 1995). Bunun böyle cereyan etmiş olmasının tarihsel izahları muhakkak var. Girişte söylenen politik patinajın doğurduğu handikaplarla başlanabilir. Basit bir emsal: Baştan sona muhteris bir politik köşe-kapma yarışının fâili olarak, serâzat bırakılsa kendini zaten er-geç imha edecek olan ‘Harun Yahya’ fenomeninin ciddiye alınıp çürütülmesine o denli kolektif mesai harcanmış olması (bir örneği: Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği, İstanbul: Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2009), başlıbaşına şaşırtıcı ve bir o kadar da yanlış/müsrif bir strateji değil midir? Çokça beyaz ekranda sürüp giden bu münazara kültürü, doğurduğu kakofoniyle evrim-içi tartışmaları adamakıllı geri plana itti. Evrimin uygulamalı bilimlerdeki olası ve olanaklı çıktıları gecikmiş oldu. Bu rötarın bir sebebi de, evrimsel düşünüşe ilgi duyanların sosyotarihsel, belki entelektüel bileşkelerinin görece çiğ kalmış olmasıdır, kanaatindeyim. Richard Dawkins ile Terry Eagleton arasında fi tarihinde kopmuş olan tartışma, içeriği dışında bir kompartmanlaşmaya da (C. P. Snow ve ‘iki kültür’ bahsine atıfla) işaret etmesi bakımından değerliydi. Yahut tersinden, şöyle de söylenebilir: Evrim-içi tartışmalarda bir sürtünme, bir takılı kalma hâli göze çarpıyor. Bu, bir yandan ‘evrim’i kavramsal olarak doktrinerleştirirken, öte yandan onu siyasal alanın bir ıskarta malzemesi, bir narkoz enstrümanı olarak kutsuyor. Burada belki, evrimsel mekanizmanın (doğal seleksiyon eliyle) “rastlantısallığı” (accidentality) bahsinde yürütülen tartışma örneklenebilir. Canlılığın karmaşıklığı bir yandadır; diğer yanda ise rastlantısal söylem. Birbirinin antitezi olarak konulur bu. Veyahut, teleonomi bir yandadır, arborizasyon öbür yanda. Richard Dawkins, meselâ, tüm o vital karmaşıklığın bir tür rastlantıya indirgenemeyeceğini söyler (Kör Saatçi’yi [1986] ve oradaki biyomorfları anımsayalım). Aynı meyanda sıkı bir ateizm sözcüsü, aktivistidir Dawkins; işte tam da bu bir rastlantı olamaz! Beri yanda, bir başka örnekleme adına, Prof. Aslıhan Torun, yine bir Harun Yahya motivasyonlu toplantıda, aslında tastamam rasyonel bir strateji güderek “Çok da iyi tasarlandığımız söylenemez,” diyebilmiş ve bu sayede neyin üstüne ve nasıl palas pandıras bir tavırla tartışıldığı meselesine gayet mütevazı bir soru işareti iliştirmişti. Soru işaretinin altındaki noktayı ise primatolog Frans de Waal koyar, Bonobo ve Ateist adını verdiği çığır açıcı yapıtında: “İnsanın evrimden şüphe etmesi için kanıtlara karşı epey bağışıklık sahibi olması gerekir.”
Bununla birlikte, olan-biten her şey o denli deterministik de değil: Diğer bir ifadeyle, koşulların hükmünü icra ediyor oluşu, evrimsel perspektifin sınırlılıklarını da örtbas edemez. Ne ki, evvelâ, bir galat-ı meşhura erratum demeli: Tıp, bilim değildir. Hayır, bir bilim dalı da değildir. Uygulamalı bir bilimsel disiplindir. Edgar Morin’in vurguladığı türden bir geçişimli disiplinlerarasılık pratiğidir tıp.
Cari tıp paradigmasının refleks pandülü, eğer parkur iki kutupluysa, hep ‘işlev’den yana düşer: Bir işlevselcilik sisi çöküverir semâya. Bu, giderek onun gayriahlâkî aksiyolojisini belirler. Patoloji de demini buradan alır. Michel Foucault, tıbbın, patolojik verilerle normal bulgular arasındaki ayrım çizgisinin ilerleyerek nasıl silindiğini yaşadığını söyler; hastalığın normal fizyolojik olanaklarda desenlenmiş olması gibi, iyileşme olanağı da hastalığın seyrinde desenlenmiştir, der Psikoloji ve Ruhsal Hastalık’ta. Cari tıpta ‘yapı’ya ilişilmez; öyle ki görkemi biat uyandırır. Yirminci asrın ilk yılından bu yana alanın Nobel Ödülü, “fizyoloji veya tıp” olarak takdim edilir. Yapının bizatihi yapı olmaklığı dahi işlevsel addedilir. ‘70’lerin sonlarına, yani daha düne dek, temel kitaplarda, bugünün “biyokimya”sı, fizyolojik kimya olarak geçmekteydi, sözgelişi. Yine örnek olsun: “Karaciğer fonksiyon testi” dediğiniz şey, bir yapı testinden başka bir şey değildir; enzimatik (AST, ALT gibi transaminazlar) ölçüme dayalı bir hücresel (hepatosellüler) hasar göstergesidir. Görünen o ki, işlev aksamadıkça asayiş berkemâldir, işler(lik) yetişir… Bu, belki değil tastamam, yapıya, bedenin ta kendisine dair neyin bilindiğiyle ilgili bir çıkmaz, bir mahkûmiyet; o ki tıbbın dismorfoloji karşısında yapabileceği herhangi bir şey (hâlen) yok –Freud da “anatomi kaderdir,” diyebilenlerdendi. Bir mahkûmiyet, evet, belki de her şeyden evvel bir epistemoloji problematiği. Dahası, yapıyı ikincilleştirirken sütre gerisinde onu bizzat ve kasten, üstelik de varoluşu ipotek ederek kuran sivri bir ukalalıktır bu. Ukalalıktır zira, tıp, acziyeti kabul etmez. Terapötik olanı önceler. Armamentarium tabirinin etimolojisi açıktır. Mühimmat marifetiyle ‘savaşılır’. Hastalıkların ‘yenilmesi’ beklenir. Metaforik de kullanılsa, tarihsel-tıbbî jargona basbayağı sinmiş olmasıyla bir göstergedir de. Söz konusu acziyet, nihayet, morfolojik olanın paranteze alınmasıyla yönetilir. Tababete içkin bir tür kurumsal defanstır bu. Evrimsel biyoloji de, son tahlilde nesnesi yapısal/morfolojik olan bir temel bilimdir.
“Modern evrimsel sentez” diye bir saha vardır ve malûm, Weismann ve sonrasında Dobzhansky’nin çabasına tarihlenir. Doğal seleksiyon ve genetik sularından gelen enformasyon alüvyonunun bir deltasıdır bu. Öte yandan, genomik ve proteomik birer ‘yapısal’ biyoloji meselesidir. Neticede o yakıcı soruya gelmeye çalışıyorum: “Yapı”ya ne ölçüde müdâhil olunabilir? Sözgelimi, ‘immün sistem’e. Zerdeçal (C. longa) veya (diyelim ki) meşhur ticarî preparat Imuneks tüketilerek nasıl bir katkı sunulabilir? Sunulursa; ölçeği standardize edilebilir bir katkı mıdır bu? Yoksa salt durumsal bir şey olup, sistem değil ama ‘immünite’ ile mi sınırlıdır? Pazarlama stratejisi olarak, zerdeçalın ömür uzattığı, kansere iyi geldiği söylenir. Hindistan’da, veya tekmil Güney Asya coğrafyasında, zaten ömür, kronik hastalıklara (koroner arter hastalığı, kanser vd.) yakalanılamayacak kadar kısadır. Ve herkes bilir ki, sigara ve tütün piyasası da bu illüzyonist propagandadan epey nemalanmıştır, vakti zamanında (1970’leri düşünebiliriz).
Bu kalıbın bir uzantısı da, alternatif (artık, tamamlayıcı) tıp sahasıdır. Hemen tüm tamamlayıcı tıp geleneklerinin ortak noktası, o bildik bütüncül (üniter-holistik-gestaltçı) yaklaşımdır. Metni doğrudan ilgilendirmediği için kısaca değinip geçeyim: Bununla ilgili tartışmalar, ABD özelinde yıllar yılı sürüyor, osteopatik ve allopatik tıp başlıkları altında. Ne ki, sınanabilir olmayan şeyler, masum olmadığı gibi, birer şarlatanlık kapısıdır. İmdi, kilitli kapıları zorlamak adına birkaç maymuncuk-soru yöneltelim: Hastalık, ‘tedavi edilmeden’ önce acaba gerçekten var mıydı? Bunu gösteren açık (çoğu kere ‘organik’) bir tıbbî delil kaydedilmiş miydi? Var idiyse, hastalık gerçekten iyileşti mi, yoksa şifacı ya da hasta mı öyle olduğunu bildiriyor(du)? Buradaki italik vurgular, tumturaklı olsun diye değil, bilimsel hayatiyetten ötürü yapıldı ki, bizzat soruların sigortasını teşkil etmektedir. Kısacası, etkinliklerinden emin olunamayacak, mekanizması bilinmeyen metotlar, durgun suya potkal bırakmaktan farksızdır. Her bedenin belirli bir düzeyde haiz olduğu öz-savunma/onarım/iyileşme yetisinin cahilâne suistimalidir. Ve ‘post hoc-propter hoc’ (‘bundan sonra, demek ki bundan ötürü’) mantık silsilesi hastayı her daim çeler. Bir sakallı büyüğümüzün bundan yaklaşık 170 sene evvel taşı gediğine oturttuğu gibi: “… Teoriyi gizemciliğe saptıran bütün gizemler, ussal çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin kavranmasında bulurlar.”
O sahneyi hiç unutmuyorum: Bir kongre çıkışıydı, fuayedeydik, epey de medyatik bir figür olan bir radyasyon onkologu, özel sohbetimizde “yapı”yı önceleyen bir paradigma inşa etmeye çalıştığını, (biyolojik) parankim’in bu defa matriks (stroma) denen yapı iskelesi ile ikâme edilmesi gerektiğini, işlev takıntısının utilitaryen bir şey olduğunu, yıllar yılı bu konuda gayet ‘pozitif’ okumalar yapıp, makaleler ürettiğini, dahası onları ilgili yayınlarda neşredebildiğini, buna rağmen ve salt bu yüzden, müteâddit kereler mülakata girdiği halde “doçentlik” unvanını bir türlü elde edemediğini, kendisine maksatlı kurulmuş bir komployu ifşa edercesine, bir sırra gerçekten vakıf olmuş gibi, bir yandan da onun gerektirdiği olgunlukla öfkesini güçbelâ örtbas ederek iştahla anlatıyordu… Bu özgüvenin kaynağı merak edilirse, sözü geçen medyatik figür, ilgili çevrelerde bir tamamlayıcı tıp bilgini addediliyordu.
İshal, ateş gibi savunma mekanizmaları, mikroorganizmaların antibiyotik direnci ve enfeksiyöz tablolar, kanser, otoimmünite, mukayeseli anatomi ve patogenez, “savaş ya da kaç” (fight or flight) mefhumu, gıda rejiminde “taş devri” anlatısı (belki, nostaljisi) ve ötesi… Doğrudur: Evrimsel biyolojik perspektifin açıklayıcı gücü yüksektir. Gürbüzdür. Zira ‘nasıl’larla değil, ‘neden’lerle uğraşır. Öte yandan aynı perspektifle minör deneysel modeller kurmak, konvansiyonel protokoller çerçevesinde çalışmalar yapmak hiç de kolay sayılmaz. Bunu tespit etmek, bir söylem tehlikesi imâsını da içinde barındırır. Adını koyalım ki, doktrinerleşme tehlikesidir bu. Kavramsal tarihçilik mesaisi bu bahiste epey öğretici verimler sunar bize. ‘Diyalektik’ kavramının geçmişini düşünebiliriz. Demek ki kavramın gelişigüzel çarçuru, harcıâlem bir buzzword hâlini alması, herkesin kendisinden kalkarak konuştuğu ve sürekli kendisine kıvrılan totolojik bir çıkmaza yazgılıdır. Üstelik de, güncel klinik pratikteki doğrudan/terapötik izdüşümleri kuşku götürür bir perspektif olarak evrim, kıyas açısından bir mühendislik pratiği kadar “verimli” sonuçlar sunmaz bize. Öyle ki bugüne bugün, robotik çalışmalarında basbayağı evrimsel algoritmalardan ilham alınmakta.
Tıbbî yayınlarda, mantık safsataları şöyle dursun, adına bias denen onca etken ve fenomen tanımlanmışken, varlığı sebat ediyorken ve alana kendisini aktif (üretici) veya pasif (alıcı) olarak adayanların bu tür bilişsel yanılgılara karşı her an uyanık olması gerekiyorken, doktrinerleşmiş bir evrimsel tıp, olsa olsa, kaotik parametreler denizine bir kaşık daha katkı sunmuş olmakla kalır. Hâl böyleyken, hiç değilse klinik tababet dâhilinde evrimi bir ‘paradigma’dan ziyade bir ‘anlayış’ olarak kurgulamakta fayda var. Sözgelimi, körelmiş (vestigial) yapıların işlevi üzerinden yürüyen evrimsel ekonomi ilkesi tartışması sayesinde, radikal cerrahiden ‘organ koruyucu cerrahi’ye doğru adımlamayı ivmelendirebilecek bir anlayış. Alabildiğine ufuk açıcı, sağlıklı bir anlayış. Salt kendisi olarak, ve yani: İçine sürüklendiğimiz köşe-kapma sporunun bir istismar manivelası olmadan.