Ana Sayfa Dergi Sayıları 157. Sayı “Okuryazar”

“Okuryazar”

315
0

“Okuryazar kesim,” deniyor belli bir düzeyde mürekkep yalamışlardan bahsedilirken. Eskiden daha sık karşılaşırdık: “okuman, yazman var mı,” diye sorulurdu.  Artık kinayeli biçimde “yok mu” diye soruluyor okuma refleksimiz beklenen hızı veya dikkati karşılamadığında. Bazı bürokratik meselelerle ve evrak işleriyle çocuk yaşımda ilgilenmek durumunda kaldığım için devletle de biraz erken karşılaştığımı sanıyorum. İlkin hastane, belediye, devlet dairesi gibi yerlerde dikkatimi çekmişti bu soru. Çoğu zaman kulaklarının ağır işittiği varsayımıyla başı tülbentli teyzeye, kasketli amcaya sorulurdu yüksek sesle: “okuman, yazman var mı?” Sanki önlerine kanserde kalıtımsal etkiye dair uzun bir makale veyahut iktisadi kırsal kalkınmayla ilgili bir rapor konup  “haydi oku da görelim” denilmesinden çekiniyormuş gibi alçak sesle “var tabii” dedikleri duyulurdu. Eğer yanıt “yoktur”, “bilmem” benzeri  sözcüklerse duyabilmek içinse daha da kulak kesilmek gerekirdi. Oysaki ismini yazmasından fazlası beklenmezdi çoğundan. Devlet kapısına işi düşmüş tedirgin insanları durup dururken “okur musun”, üstüne üstlük bir de “yazar mısın” diye sıkıştırmanın ne alemi var diye düşünürdüm. İlla ikisi de bilinmeliydi? Sanki  birini bilip diğerini bilmemek mümkünmüş gibi.

Okuyabilir ama yazamayabilir

Meğer mümkünmüş. Sanırım biraz geciktim fakat eğri oturup doğru konuşmak gerekirse ben yeni yeni fark ediyorum. Okumayı bildiğinden zerre kadar şüphe duymadığım insanların sık sık yazamayabildiklerine şahit oluyorum. Yalnızca bazı kelimelerin yanlış yazılmasından, noktalama işaretlerinin eksik veya yerli yersiz kullanılmasından bahsetmiyorum. Hatta kiminin “plaza Türkçesi”, kiminin “Türkilizce” dediği, yerli yabancı sözcüklerin tuhaf biçimde yan yana dizilmesiyle ortaya çıkan İngilizce Türkçe alaşımı cümlelerden de daha başka bir problem var. Başlanan bir cümlenin doğru sürdürülememesi, çoğu zaman da uygun biçimde tamamlanamaması. Öznesiyle yükleminin bile birbirine uymaması. Örnekler verecek değilim. Eposta kutunuza gelen mesajlara şöyle bir göz gezdirmenizin yeterince ikna edici olacağını varsayıyorum. Gönderilen mesajlarınız da aynı biçimdeyse bir anormallik görmemeniz de olası elbet.

Geçenlerde katıldığım bir mesleki seminerde ticari ilişkilerde tarafları ihtilafa düşüren, davaya götüren konuların başında “sözleşme belirsizlikleri” olduğu söylendi. Bu belirsizliklerin nedeni olarak da çoğu zaman işe dair belirsizliklerin ve bunlara dair önlemlerin sözleşmelerde net olarak tarif edilmemesi vurgulandı. Benzer sorunlar ve çok daha fazlası sözleşmeler kadar bile ilgi görmeyen mesleki yazışmaların, evrakların çoğunda mevcut. Kapsamı belirsiz uzlaşmalar, detayları incelenmeden “uygundur” diye  imzalanan tutanaklar, geçiştirmek için baştan savma cevaplanan sorular işin ifa edilmesinde ortaya çıkan en ufak bir aksamada hiç beklemediğimiz büyüklük problemler olarak karşımıza çıkıyor.

Gündelik sözlü dile daha da yaklaştığımız fakat mecburen yazılı dilde kaldığımız bir alan daha var. Sosyal medyada birbirini hiç tanımayan insanlar kadar yıllarını birlikte geçirmiş çok yakın dostların da sık sık kolayca kanlı bıçaklı olabildiklerini görmek işten değil. Kısa bir yorumla paylaşılan haber veya fotoğraf üzerine, bir başkasının yine kısa bir yorumu nedeniyle bir anda kıyamet kopabiliyor. Çatışma neden? Tanıdığımızı sandığımız kişinin beklemediğimiz, yakıştıramadığımız biçimde davranmasından. Algıladığımız şiddette derhal karşılık verdiğimiz anda muhtemelen biz de onun beklemediği gibi davranmış oluyoruz. En basit meseleler hakkında dahi saatlerce tartıştığı, günlerce yazıştığı halde karşısındakini anladığından veya doğru anlaşıldığından emin olamıyor kimse ve herkes sürekli yanlış anlaşılmaktan şikayetçi. Yanlış bir cümleyi düzeltebilmek için sayfalar dolusu açıklama yapmak gerekebiliyor.

Kötü niyetli okuma

Tüm bunlara meydan vermemek için yazar olmak şart mı? Elbette değil; fakat birkaç cümlelik bir paragrafı doğru kurabilmek için okur olmak şart galiba. Belki de yine okuru kayırıyor gibi görünme pahasına, yazamamaktan, meramını yazılı olarak ifade edememekten kaynaklanıyor gibi görünen iletişim sorunlarının çoğunun aslında okuma zaafıyla alakalı olduğunu düşünüyorum. Adını yazabilene nasıl “yazar” payesi vermiyorsak, eline verilen prospektüsü okuyabilen kimseyi de kolayca “okur“ sayamayız. Okumak için sabır, dinlemek için tahammül gerekiyor. Bir hikayeyi baştan sona takip edebilmek, bir başka zamana, mekâna, kişiye aktarabilecek kadar kendine mal edebilmek, kısacası anlamak, kavramak çaba istiyor. Oysa şairin de teşhis ettiği gibi “kimselerin vakti yok”. Kimileri sevmediği yemeğin içinden sevdiği parçaları ayıklar gibi önemli veya güzel yerlerini seçmeye çalışıyor bir esere bakarken. Ya aforizma arıyor metnin içinde, ya da genel kültürüne katkı sağlayacak somut bir bilgi parçacığı. Önemsiz gördüğü yerlerin neden önemsiz olduğuna, önemsizse neden okunması için oraya konulmuş olduğuna dair etraflıca düşünmüş değil çoğu zaman. Hal böyle olunca kitap yerine makalenin, romanın kısasının, öykünün mikrosunun makbul sayılmasına şaşmamalı. Böyle bir yaklaşımdan hacimli ve zahmetli metinlere ilgi beklenebilir mi? Kötü niyetli okuma diyorum buna ben. Dinlemenin, duymanın yitirilmesiyle arasındaki mesafe çok uzun değil. Diğerini anlama zahmetine katlanmak belki çok daha kolay kendini hakikaten duymaya çalışmaktan. Birincisini yapamayan ikincinin üstesinden nasıl gelecek? Böyle okumanın da bir bedeli olmalı sanıyorum. Belki sözcüklerini, seslerini, işaretlerini yitirdiğimiz bir dilin günden güne mantığını, manasını da yitirmemize neden oluyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz