Çeviren: S. Cansu Özkan
Aşağıda okuyacağınız söyleşide, elektron, 50 yıl önce biçimlenişini ve yaşadığı birbirinden çok farklı yaşamları betimliyor, oksijene ilk yönlenişindeki durağan yaşamını, bir iletkenin içinde bir atomdan diğerine sürekli olarak göç edişini anlatıyor. Aynı zamanda elektrikli ev aletleri içindeki deneyimlerinden ve Avrupa’da yok olma tehlikesinden kıl payı sıyrılmasından da söz ediyor.
– Bana bu söyleşiyi gerçekleştirme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Yola koyulmak istediğinizi biliyorum, bu nedenle…
– Yok yok, burada keyfim yerinde. Zaten hep hareket halindeyim, dinlenmek bana iyi gelecektir.
– Peki öyleyse, lütfen kendinizi evinizde gibi hissedin. Söyleşimize başlarsak, bize yaşınızı ve nereden geldiğinizi söyleyebilir misiniz?
– Yaklaşık 50 yıl kadar önce burada, ABD’de doğdum.
– Doğumunuz nasıl oldu?
– Doğrusunu söylemek gerekirse oldukça sıradandı. Güneş’ten kopan bir alfa parçacığı…
– Alfa parçacığı mı?
– Bir helyum atomunun çekirdeği; bildiğiniz gibi, iki proton ve iki nötronu vardır. Bu parçacık sayısız diğer atomla birlikte Güneş’ten yayıldı. Yaklaşık 250 km yukarıda, bir nitrojen atomuyla çarpıştı. Saniyede yüz milyon metrenin üzerinde bir hızla giderken, atomlardan geriye hiçbir şey kalmadığını söyleyebilirim. Açık bir gecede görünen yıldızlar gibi, protonlar, nötronlar ve diğer parçacıklar gökyüzüne dağıldı. Geride hâlâ çok fazla enerji kalmıştı, ben de bu enerjiden öteki-ben diyebileceğim bir pozitronla birlikte doğdum. Ne yazık ki, o başka bir elektronla çarpıştı ve yok oldu. Ben ise, yaklaşık 100 km yukarıda bir oksijen atomu tarafından yakalandım ve sonunda, yavaş yavaş yüzeye indim.
– Daha sonra?
– Pas.
– Pas mı?
– Bildiğiniz, oksitlenme. Teksas’ta terk edilmiş eski bir petrol kulesinde. Oksijen molekülüm…
– Az önce oksijen atomu dediğinizi sanıyorum…
– Aslında evet, ama atmosferde daha aşağılara indikçe, Güneş’in ultraviyole ışınlarından korunur hale geldikçe, başka bir oksijen atomuyla birleştik ve bir molekül haline geldik. Olup bitenden hiç hoşlanmamıştım; iki ayrı atom tarafından paylaşılıyordum, önce birine aitken, sonra diğerinin oluyordum, gerçekten hangi atoma ait olduğumu bilmeden, bir ileri bir geri, bir ileri bir geri gidip geliyordum. Yine de bir süre sonra yeni hayatıma alışmaya başladım, hatta bazen tadını çıkardığım bile oluyordu.
– Anlıyorum; oksijen molekülünüz diyordunuz…
– Oksijen molekülüm bunu yaparken ne düşünüyordu bilmiyorum, ama bir demir atomuna aşırı yaklaştı; demir atomu da bizi bir kurbağanın sineği yakalaması gibi yakaladı. Eminim o zavallı yaşlı oksijen, hâlâ oradadır.
– Peki nasıl oldu da siz oradan kaçma fırsatı buldunuz?
– Aslında tüm yaşam tarzım radikal bir şekilde değişti. Oksijenleyken bir evim, iyi komşularım vardı ve zaman zaman heyecan yaşasak da genel olarak sakin bir hayat sürüyorduk. Demirin içindeykense sürekli bir atomdan diğerine itilip kakılıyordum, hiçbir atom bana gerçekten kalıcı bir ev sağlamıyordu, yersiz yurtsuz kalmıştım. En küçük elektrik alanı bile beni bir yerlere yolluyordu; arı kovanında kaynayan arılar gibi uçuşan kardeşlerime çarpıp duruyordum.
– Bir elektrik akımını tanımlıyor gibisiniz, peki petrol kulesinden nasıl kurtulmuştunuz?
– Orada çok kalmadım. Kuzeyimizden bir fırtına geçti, şimşekler çaktı ve pozitif yük birikimi oluştu. Muhtemelen biliyorsunuzdur, biz elektronların karşı koyamadığı bir şey varsa, o da pozitif yüktür; o yüke tıpkı arıların çiçeklere doğru çekilmesi gibi gideriz. Bildiğim bir başka şey de, kuzeydeki yer cızırtısının içinde, bir zilyon kardeşimle birlikte olduğumdu.
– Bir zilyon mu?
– Yani hesaplaması çok zor ve böyle hesapları kafaya da takmam ama, sayıca kesinlikle 1025’in üzerindeydik. Çok tekinsiz bir yolculuk olduğunu da eklemeliyim.
– Nasıl yani?
– Birçoğumuz atomlar ve moleküllerce kapana kıstırıldığı için üstesinden gelemedi. Neyse olumsuz şeylerin üstünde çok durmak istemiyorum, ben size barınak maceralarımı anlatayım.
– Lütfen.
– Söylediğim gibi kuzeye giderken, yerel enerji nakil şebekesinin bir parçası haline geldim.
– Bir dakika, ticari elektriğin kablolarla gönderildiğini sanıyordum…
– Evet ama, aslında bunun yüzde 30 kadarlık kısmı toprak akımlarıyla taşınır; hem benim suçum yok, bunu siz tasarladınız. Neyse, başıma ne geleceğini bilmeden, bir yerleşimin yakınında dolaşıyordum; birden bir evin içine doğru çekildim ve elektrik süpürgesinden renkli televizyona kadar evdeki her elektrikli aletin içinden geçtim.
– Bir televizyonun içinde olmak nasıldı?
– Tam bir hayal kırıklığı. Beleşe yaşamayı umuyordum ama evin elektrik şebekesine geri gönderildim.
– Beleşe yaşamak derken?
– Bu duruma böyle diyoruz: Televizyonun resim tüpünde (katot ışınlı tüp) birkaç bin volta hızlanıyorsun ve sonra vakuma püskürtülüyorsun ve sonra ekrana kadar yol alıyorsun. Ben burada yalnızca beleşe yaşamayı değil, aynı zamanda bir oksijen molekülüne, hatta bir nitrojen molekülüne tutunmayı umuyordum. Ama yine şebekeye döndüm. Bu hiç de hoş değildi. Siz alternatif akım kullandığınız için, biz de depremin ortasında kalmış jöle gibi bir ileri bir geri sallanıp duruyoruz akımın içerisinde.
– Peki nasıl ilerliyorsunuz?
– Tamamen irade meselesi.
– İrade mi?
– Şaka şaka. Şebekede sürekli potansiyel farklar oluşuyor, bu da demek oluyor ki, bir süre için bir yönde diğerinden daha çok gidiyoruz. Bir gün bodrumdaki su pompasından mutfağa, içine girdiğim son alet olan tost makinesine kadar geldim.
– Orada ne oldu?
– Tost makinesini seviyordum, ama sahibi sağ olsun, bir simidi tıkıştırdı makineye ve bir kırıntı ısıtma parçasının çok yakınına geldi. Kıpkırmızı hale gelen parça, beni daha kendimi toparlayamadan buharlaştırdı ve o kırıntının bir parçası oldum. Ondan sonra işler biraz daha çığırından çıktı. Makinenin sahibi beni yedi ve Sibirya’ya sürgüne gönderildim.
– Sibirya’ya mı?
Adamın saçlarına; biz oraya Sibirya diyoruz. Çorak arazi gibi işte, anlamışsınızdır ne demek istediğimi.
– Evet anladım.
– Kafasının arkasında kalmış azıcık saçı da karısı kesti. Saçla yere düştüm, toprak akımına dönebilmek için bir fırsat aradım, ama beni bir kuş kaptı ve bu kez de bir yuvanın parçası haline geldim. Çok berbattı. Sonunda kuş yuvayı terk etti; kış bastırmadan Meksika Körfezi’nde beni Fransa kıyılarına alıp götürecek bir akıma binmiştim. Okyanusta başıma gelenleri anlatan bir kitap yazabilirdim ama çok geçmeden kendimi İsviçre’de buldum ve en büyük korkumla yüz yüze geldim: imha.(1) İnsanların genel olarak CERN’deki müthiş olanaklarla övündüğünü biliyorum, fakat orası bizim için en büyük karabasan.
– CERN’ün Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi olduğunu biliyorum, ama sizin orada ne işiniz olduğunu anlamadım…
– Tabii ki benim tercihim değildi. Emirlere uymak zorunda olduğumuzu unutmayın; elektrik alanları “Marş marş!” dediğinde yürümekten başka şansımız yoktur. Evet, direnmek için toplanıyoruz; öyle her zaman nerede ve tam olarak ne yapıyor olduğumuzu bilmenize izin vermiyoruz, ama çoğunlukla bizi yöneten çok kuvvetli alanların karşısında çaresiz kalıyoruz. Kendi aramızda idam mangası dediğimiz bu projenin adı ALEPH’ti.(2) Önce bizi çevresi 27 km olan büyük çemberin etrafında, ışık hızına yaklaşana kadar hızlandırdılar. O hızdayken, tüm bu 27 kilometrelik uzunluk bize 10-15 cm gibi geliyordu.
– Göreli uzunluk büzülmesinden söz ediyorsunuz değil mi?
– Evet, ama asıl mesele şu; bizim öteki-benlerimiz olan pozitronlar zıt yönde gidiyordu. Doğumumu anlatmıştım hatırlayın, ölümümüz de bunun tam zıttıyla oluyor. Eğer bir pozitrona çok yaklaşırsam, o benim sonum olur. Her ikimiz de, o enerjide, arkamızda bütün diğer parçacık türlerini bırakarak yok oluruz. Bu arada pozitron imhası, yok olmamıza yol açan az sayıda şeyden biridir. Kendi halimize bırakıldığımızda sonsuza dek yaşarız.
– Oysa ben kafa kafaya çarpışmaların çok nadir yaşandığını düşünürdüm.
– Evet öyle, tam bir karabasan. Bizi defalarca, neredeyse hepimiz yok olana kadar, çılgınlar gibi döndürdüler. Tam bir katliamdı.
– Ama yanlış anımsamıyorsam bu deneyler…
– Deneyler!
– Kusura bakmayın ama Z ve W parçacıklarının yaratılışı, zayıf nükleer kuvvetlere ilişkin teoriyi doğrulamak için değil miydi?
– Evet, bu doğru; o dönüşlerin kiminde, kaybettiğimiz şehit ve yurtsever yol arkadaşlarımızı gördük.
– Sizin açınızdan hiç düşünmemiş olduğumu kabul etmek zorundayım. Belli ki kaçabildiniz oradan. Nasıl oldu bu?
– Süperiletken mıknatıslardan biri aşırı ısındı ve manyetik alanı zayıfladı; ben de yolumu kaybedip önce çarpıştırıcının duvarına, oradan da alüminyum kalkan kablosuna geldim, sonra bir aracın restorasyonunda geridönüştürüldüm ve sonunda kendimi bir uçağın kanadında buldum. O zamandan beri de epey yer gezdim, tüm bunları bir kitap haline getirebilirdim; ama işte sonunda sizinle bu söyleşiyi yapmayı kabul ettim.
– Bize deneyimlerinizi aktardığınız için teşekkür ederim, size gelecekte bol şans diliyorum.
– Ben teşekkür ederim. Kitabınızı okumayı dört gözle bekleyeceğim.
DİPNOTLAR
1) İmha (annihilasyon): Elektron ve pozitronların çarpışarak yok olması. (ç.n.)
2) ALEPH: CERN’de büyük elektron-pozitron çarpıştırıcısında yapılan parçacık fiziği deneyinin adı. (ç.n.)
EVRENLE SÖYLEŞİLER 3 – Jüpiter ile söyleşi