Çeviren: S. Cansu Özkan
Bu söyleşide, asla bir yıldız olamayacağı gerçeğine takılıp kalmış, kederli Jüpiter ile tanışıyoruz. Jüpiter bunun neden böyle olduğunu sorguluyor. Uydusunu, gelgit kuvvetini, reddettiği büyük kırmızı benekleri açıklıyor ve güzel renkli şeritlere niçin sahip olabildiğini anlatıyor.
– Genellikle bu söyleşilere, söyleştiğim kişinin doğumunu sorarak başlıyorum. Siz de kendi doğumunuzdan söz edebilir misiniz?
– Elbette. Yaklaşık beş milyar yıl önce doğduğum için kimi ayrıntıları unuttum tabii. Ama söylenenlere göre, büyük bir hidrojen bulutu çöküyor ve hızla büzülüyormuş. Küçüldükçe, dönüşü hızlanmış; nihayet büyük bir parça kontrol dışına çıkmış ve sonunda Güneş’in oluşacağı uzak bir yörüngeye sürülmüş. Ben de işte o yörüngeye girmeyi başaramamış, buluttan kovulmuşlardanım.
– Bence neşelenmelisiniz artık, insanlar yüzyıllardır sizi hayranlıkla izliyor; size antik Roma tanrılarının en güçlüsünün adı verilmiş.
– Ben oluşumunu başaramamış bir yıldızdan başka bir şey değilim.
– Oluşmayı başaramamış bir yıldız mı?
– Evet. Güneş’iniz gibi ben de büyük oranda hidrojenden oluşuyorum. Eğer daha büyük olsaydım, füzyon başlardı ve ben de gerçek bir yıldız olabilirdim. Ama gördüğünüz gibi tam bir fiyaskoyum.
– Neden daha büyük olunca bir yıldız olasınız ki?
– Merkezim çok sıcak aslında, ama yeterince değil. Bu doğumum sırasında tüm hidrojenlerin birbiriyle çarpışmasından artakalan ısı. Ama proton ve nötronların kaynaşıp bağlanmasıyla helyumun oluştuğu füzyonu gerçekleştirmek için, daha iyi bir başlangıç sağlamam gerekirdi.
– Daha iyi bir başlangıç derken?
– Onları bir araya gelmeye, yakınlaşmaya daha çok zorlamam gerekirdi demek istiyorum. Bunu yapmak için merkezimde daha çok basınç uygulayabilmem ve bunun için de çok daha büyük bir kütleye sahip olmam gerekirdi. Ama yetersiz kaldım ve şimdi başkasının ışığında parlamaya mahkûmum.
– Keşke sizi biraz neşelendirebilseydim. Ama şunun altını tekrar çizeyim, Dünya’da çok saygı görüyorsunuz.
– Saygı mı, yoksa acıma mı?
– Sizi temin ederim ki, acıma değil. Bize biraz daha kendinizden söz etseniz, mesela uydularınızdan…
– Onlar benim gurur ve neşe kaynağım, bunu itiraf etmeliyim. Şu harap hayatımdaki tek tesellim onlar. Sizin Galileo tarafından keşfedilen dört büyük uydum, çocuklarım gibidir. Diğerlerini de seviyorum tabii ama Io, Europa, Ganymede ve Callisto’nun yerini tutamazlar.
– Io’nun yanardağları olduğunu biliyorum. Bu Dünya’dan yapılmış büyük keşiflerden biriydi. Io bizim Ay’ımızdan biraz daha ağır olduğu için ölü olabileceğini, yani jeolojik açıdan aktif olmadığını düşünmüştük.
– Gelgit kuvvetimle Io’yu sıcak tutuyorum. Yarattığım ısı da yanardağları oluşturuyor.
– Dünya’daki yanardağ oluşumlarına benzemiyor, öyle mi?
– Hayır hayır, hiç benzemiyor. Bu kasvetli ortamda, elimizdeki bu sefil hayata renk katmaya çalışıyoruz işte, ne yapalım.
– Gelgit kuvvetiyle ne kastettiğinizi açıklayabilir misiniz?
– Nasıl açıklasam ki, hımm… Biricik uydunuz Ay’ınızın, Dünya’da gelgitler oluşturduğunu fark etmişsinizdir. Ufak tefek gezegeninizin Ay’a daha yakın olan kısmı, uzaktaki kısmından daha fazla kuvvete maruz kaldığı için oluyor tüm bunlar. Bu net etki, gezegeni çekiştirmek eğilimindedir.
– Ve bu da Dünya’daki gelgitlerin kaynağı öyle mi?
– Evet. Benim Io üzerindeki gelgit kuvvetim onun şeklini bozuyor. Elinize bir çay kaşığı alın ve onu ileri geri birkaç kez bükün; ne kadar ısındığını göreceksiniz. Io’nun yaşadığı tam da budur. Yaşadığım boğucu hayattaki sayılı eğlencemizden biridir.
– Bir de Satürn’ünki gibi bir halkanız var.
– Hayır, Satürn’ünki gibi değil. Benim halkam o denli küçük ve ince ki; 1979’da Voyager adlı uzay aracınız bana şöyle bir uğrayıp geçene kadar onu görmediniz bile. Bu da sefil hayatımın bir özeti gibi, benden geçti artık.
– Peki ya Dünyalar kadar büyük kırmızı noktanız, o nedir?
– Hımm… O sadece bir fırtına, göz açıp kapayıncaya kadar bitecek.
– Herhangi bir gezegenden çok daha çarpıcı renklere sahipsiniz; yüzeyinizde şeritler halinde pembe tonlar, koyu kırmızılar, sarımsı kahverengiler ve canlı sarılar var… Bunlar nasıl oluşuyor?
– Sıcak materyal nispeten daha parlak kuşaklarda çıkar. Soğuyan ve alçalan gazlar ise daha koyu renkte, içeriye doğru soğuk kuşaklar oluşturur. Bunların hepsi birbirine bitişik olduğu için sizler onları şeritler halinde görüyorsunuz. Bir bakıma sizin alize rüzgârlarınıza benziyor, ama tabii ki bu hüzünlü, durgun sularda hiçbir zaman sizdeki gibi bir denizci açılamayacak…
– Öhö öhö, kusura bakmayın, gıcık tuttu beni sanırım, neyse, bu harika renklerin nedeni ne peki?
– Çoğunlukla kükürt. Küçük etkisi uzun sürer.
– Anlıyorum… Şöyle bir bakıyorum da, açıkçası çok görkemlisiniz. Keşke keyfinizi yerine getirebilmek için yapabileceğim bir şey olsaydı.
– Voyager ve diğer uzay araçları iyiydi aslında. Bu ziyaretler için size minnettarım, ama biraz daha sık yapılsa daha iyi olurdu…
– Bu konuda yapabileceğim bir şey varsa, ilgileneceğim…
– O zaman size teşekkür ederim.
– Ben teşekkür ederim.
EVRENLE SÖYLEŞİLER 4 – Bir karadelikle söyleşi