Keltler birkaç yüzyıl boyunca Avrupa’nın en baskın insan topluluklarından biriydi. Anadolu’dan İrlanda’ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış, Grek ve Roma gibi güçlere karşı bir tehdit unsuru olmuşlardı. Keltlerin hiçbir zaman birleşik bir imparatorlukları olmadı. Birbirlerine çok yakın diller konuşmalarına, benzer sanat tarzlarına, dini geleneklere ve sosyal yapılara sahip olmalarına rağmen birçoğu muhtemelen kendilerini hiçbir zaman “Kelt” olarak düşünmedi. Peki, Keltler nereden geldiler ve nasıl bu kadar dikkate değer bir güç oldular?
Antik dünya tarihinde Grek, Roma, Çin ve Hindistan gibi kent-merkezli toplumların yeri baskındır. Fakat bu tanınmış uygarlıkların sınırlarından çok da uzak olmayan yörelerde başka topluluklar da yaşıyordu: barbarlar. Bu topluluklar ilk olarak, konuştukları dilleri anlaşılmaz bulan eski Grekler tarafından, yine dillerinin fonetik yansımalarından türetilen “barbar” adıyla nitelendirildiler. O dönemde barbarlar hakkındaki temel kanı; yalnızca Grek ve Roma uygarlıklarının dilleri ve törelerine yabancı olmadıkları, aynı zamanda vahşi, medeniyetsiz ve kültürsüz topluluklar olduklarıydı. Barbarlar hakkındaki bu kalıplaşmış yargılar, bugün de güncelliğini büyük ölçüde korumaktadır ve Avrupa’dan Asya’ya uzanan geniş bir coğrafyada bulunan kimi insan topluluklarına hâlâ “küçümseyici” bir sıfat olarak yakıştırılmaktadır.
Doğaldır ki barbarlar kendileri hakkında bu şekilde düşünmemişlerdir. Kimi kadim yazarların da söz ettikleri üzere, barbarların kendilerine özgü ve oldukça zengin bir kültürleri vardı. Herodotus ve Tacitus gibi yetkin Grek ve Romalı tarihçiler, barbarların görenekleri üzerine araştırmalar yapmış, bunları betimlemiş ve hatta kimi zaman kendi “uygar” toplumlarına örnek olarak göstermişlerdir. Bunun yanında; dönemin uygarlıkları ve barbarlar arasındaki ilişkiler çeşitli ve karmaşıktı. Yağmalamak ve istila etmek nam saldıkları başlıca iki etkinlik olsa da, barbarlar bu uygarlıklar için genellikle barışçıl komşular ve yakın müttefikler olagelmişlerdi; kurdukları bu ilişkilere ticaret ve askerlik yapmak da dahildi.
Barbarlar hakkında bildiklerimiz, arkeoloji, dil bilimi, eski dönem ve Orta Çağ tarihçileri ve edebiyat gibi geniş bir bilgi havuzundan gelmektedir. Fakat maalesef, kendi ağızlarından dolaysız olarak aktarılan kayıtların sayısı, arkalarında fazla yazılı malzeme bırakmadıklarından dolayı oldukça azdır. Haklarında bildiklerimiz genellikle onları daha aşağı, garip ve çoğunlukla da düşman olarak gören diğer uygarlıkların yazınları kaynaklıdır. Modern bilim insanları ise uzun zamandır barbarlar hakkındaki tarihsel belgeleri incelemekte, bu insan topluluklarının ve Avrupa, Asya ve hatta Afrika tarihinde oynadıkları merak uyandırıcı rolleri üzerine daha çok bilgi edinmek için çalışmalar yapmaktadırlar.
Okuyacağınız yazı Kathryn Hinds’in yazdığı “Barbarians” kitap-broşür dizisi içinde yer alıyor. Hinds bu dizide Keltler ile birlikte Germenleri, Hunları, Vikingleri, İskitleri, Gotları da ele alıyor. Bu dizinin diğer kitaplarını da iki ayda bir periyotla okurlarımıza sunacağız. Dizi Marshall Cavendish Corporation tarafından New York’ta yayınlanmış. Yazar Kathryn Hinds, ortaçağ araştırmaları, müzik, edebiyat eğitimi almış. Gençler için yazdığı 40’tan fazla kitabı bulunuyor. Keltleri konu alan bu yazının çevirisini arkadaşımız Alp Ataman gerçekleştirdi.
İskender adında genç bir kral, MÖ 335 yılında bir gün, Tuna Nehri kıyısında kamp kurmuştu. Yunan ve Makedon topraklarına çoktan hakim olmuştu, bir imparatorluğu fethetmek için yoldaydı. Muharebeler arasındaki bir boşlukta, bir grup yabancı elçi onu görmek için huzuruna çıktı. Bu elçiler Kelt idiler ve İskender’in topraklarının kuzeybatısından gelmişlerdi. Grek tarihçi Strabo’ya göre, “Kral onları nazikçe ağırladı ve içkiler yudumlanırken en büyük korkularının ne olduğunu sordu. İskender’in beklediği yanıt kendisiydi, fakat elçiler üzerlerine yıkılabilecek gök kubbeden gayrı hiçbir şeyden korkmadıklarını söylediler.”
Daha önce isimlerini birçok kez duymasına rağmen bu olay, İskender’in Kelt toplumuyla bizatihi tanıştığı ilk deneyimdi. Kendi akıl ustası, büyük filozof Aristoteles’in, doğanın güçlerinden, “depremden ve dalgalardan” dahi korkmayan Keltlerin yiğitliği üzerine yazmışlığı vardı. Fakat Aristoteles’in düşüncesi “barbarların cesaretlerinin genellikle yüksek bir şevk hissinden oluştuğu” ve gerçek cesaretten çok “delilik”ten kaynaklandığı yönündeydi. Fakat MÖ 335 yılının o gününde, bu Kelt elçilerin amacı yiğitliklerini kanıtlamak değildi. Yalnızca İskender ile yapılacak bir dostluk anlaşmasının peşindeydiler. Anlaşma yapıldı ve bundan böyle “yeni arkadaşları”nın kuzey sınırını saldırgan komşulardan korumak ve onun Doğu’yu fethederek Büyük İskender olarak anılmasını sağlamak üzere evlerine döndüler.
İskender’in aksine, Keltlerin hiçbir zaman birleşik bir imparatorlukları olmadı. Birbirlerine çok yakın diller konuşmalarına, benzer sanat tarzlarına, dini geleneklere ve sosyal yapılara sahip olmalarına rağmen birçoğu muhtemelen kendilerini hiçbir zaman “Kelt” olarak düşünmediler. Bunun yerine kendilerini kabile toplulukları -Senones, Parisii, Aedui, Belgae, Brigantes, Silures ve diğerleri- olarak nitelediler. Çoğu Kelt kabilesi birleşik bir çatı altında toplanmaktansa birbirleriyle savaş halinde olmayı tercih etti. Birkaç yüzyıl boyunca Avrupa’nın en baskın insan topluluklarından biriydiler. Anadolu’dan (Küçük Asya) İrlanda’ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış, Grek ve Roma gibi güçlere karşı bir tehdit unsuru olmuşlardı. Peki, Keltler nereden geldiler ve nasıl bu kadar dikkate değer bir güç oldular?
Tuz madenlerinden tepe kalelerine
Eski zamanlarda merkez Avrupa’dan geçen müthiş bir ticaret ağı mevcuttu. Bu ağın önemli merkezlerinden biri, bugün Avusturya olarak nitelenen geniş tuz yataklarına sahip bölgedir. Dönemin koşullarında tuz, yiyeceklerin depolanıp bozulmadan saklanabilmesi için son derece önemliydi. Yani tuz madenlerini kontrol eden kim ise kısa sürede zenginliğine zenginlik, gücüne de güç katabilirdi. Yaklaşık 2700 yıl evvel tuz madeni sahibi insanlar eski-Keltler olarak nitelenmiştir.
Keltler hakkında söz edilen dönemden kalan yazılı kaynak olmadığı için, bu dönem hakkında ancak arkeolojik bulgulardan bilgi edinebiliyoruz. 1840’larda Avusturya’nın Hallstatt kentinde maden görevlisi bir memur tarafından bir mezarlık keşfedildi. Mezar kazıldığında içinden kılıç, takı ve çeşitli ebatlarda saklama konteynerleri gibi gömüler çıktı. MÖ 700 civarında, yani Batı Avrupa için Demir Çağı’nın başlangıcında yapıldığı anlaşılan gömütten çıkan eşyaların bazıları bronzdan olsa da çoğu demirdendi. Arkeologlar, mezarlığın yakınındaki eski tuz madenlerinde ahşap aletler, yünlü giysi parçaları ve hatta kürk bereler ile deriden çantalar gibi aynı dönemden kalan ve o güne kadar tuz sayesinde korunmuş olan başka eşyalar da buldular.
Hallstatt kazıcıları biliyorlardı ki, Grek coğrafyacılar ve tarihçilerin farkında oldukları ve Kelt olarak adlandırılan bu insan toplulukları, MÖ 400’lü yıllardan beri Iberia’dan (bugün İspanya ve Portekiz’i kapsayan topraklar) merkez Avrupa’ya kadar uzanan bir coğrafyada yaşamışlardı. Bu nedenle, Demir Çağı döneminde Hallstatt’ta yaşamış olan bu insanlar kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde Keltlerdi. Buna ek olarak, yalnızca Avusturya’da değil, Almanya, İsviçre ve Fransa’da da keşif çalışmaları yapıldı. Çalışmaların bulguları Hallstatt’taki bulgulara malzeme tipi, sanatsal tarz ve diğer özellikleri bakımından oldukça yakındı. Bu çalışmalar sonucunda bilim insanları artık bir Hallstatt kültürü veya Hallstatt Kelt kültürü safhasından söz edebiliyorlar.
Arkeoloji bize bu kültür üzerine değerlendirilebilecek birçok veri sağladı. Demir Çağı Keltleri muhtemelen istilacı değillerdi, fakat o bölgede nesiller boyu yaşayan insanların soyunun devamcısıydılar. Buna rağmen, demirin keşfi, yeni temaslar ve ticari ilişkiler bu toplumları birçok açıdan değiştirdi. Farklı rütbelerden savaşçılar da dahil olmak üzere yeni elit sınıflar ortaya çıktı. Bu sınıfsal sistemin varlığının kanıtları çeşitli gömülerde bulundu. Normal savaşçılar uzun ve keskin bir kılıç ve çeşitli kişisel eşyalarla gömülüydüler. Daha üst rütbeli olan asker sınıfı ise Karadeniz kıyılarında (bugünkü Macaristan) yetiştirilen atların sırtında dövüşen savaşçılardı ve kılıçları, kişisel eşyaları ve işlenmiş metalden binicilik takımları ile gömülmüşlerdi.
En üst (şimdiye kadar söyleyebileceğimiz) rütbeli savaşçıların gömütlerinde yalnızca silahlar ve olağan eşyalar değil, dört tekerli ağır taşıtlar da bulunmuştur. Bu taşıtlar muhtemelen cenaze törenlerinde, naaşı ebedi dinlenme mekânına götürmede kullanılan törensel arabalardı. Bu arabalar Keltlerin geliştirdiği en ileri üretim teknikleriyle yapılmışlardı: Her bir ahşap teker, kolayca şekillendirilebilen ısıtılmış tek parça ahşap ile yapılan bir ispite (janta) sahipti. Bir demir parçasıyla güçlendirilen ve korunan tekerler, döneminin ilerisinde bir yapım tekniğine sahipti.
MÖ 500’lerde bölge sathında elit cenazelerin sayısı azalmıştı. Bu, daha büyük alanlara hükmeden daha az sayıda gücün varlığının bir göstergesiydi. Yani güç daha az sayıda insanın elinde yoğunlaşıyordu. Zenginlik bakımından da durum aynıydı ve bu durum elitlerin mezarlarında her defasında daha fazla ve daha şatafatlı eşyaların bulunmasına yol açıyordu. Örneğin gömülen bir kadının, Çin’den getirilen ve ölü bedeni üzerine giydirilmiş nakışlı bükme ipekten bir elbisesi vardı. İthal edilen malların çoğu bugünkü Güney Fransa bölgesindeki Grek tüccarlardan ve bugünkü Kuzey İtalya bölgesindeki Etrüsklü tüccarlardan, yani daha yakın mesafelerden gelmekteydi.
En popüler ve saygın eşyalar şarap içimiyle ilgili olanlardı: şarap karıştırmak için kullanılan geniş kaplar, dökmek için kullanılan testi ve sürahiler ile içmek için kullanılan kupalar. Örneğin, bir buçuk metreden daha uzun ve titizlikle hazırlanmış olan bronz bir “krater” (bir çeşit Grek şarap küpü), Seine Nehri yatağının yakınlarındaki Vix bölgesinde bulunan mezarlarda, bir kadınla beraber gömülen eşyalardan biriydi. Kadının tepesinde toprak yığınından bir tepeciği olan ve ahşaptan bir oda şeklinde yapılmış höyük-mezarında, şarapla ilgili başka aksesuarlar, dört tekerli bir at arabası ve kehribar, altın gibi değerli malzemelerden yapılan kolye ve gerdanlıkları (tork) de içeren çok sayıda takı vardı. Bu kadının mezarındaki gömünün görkemi, onun yaşarken oldukça önemli ve güçlü biri, muhtemelen hükümranlığı altında bölgeye hükmeden bir kraliçe olduğu kanısını güçlendiriyordu. O dönemin liderlerinden, hükümdarlıkları boyunca bütün takipçilerinin katıldıkları ve ziyadesiyle alkol tüketilen şatafatlı ziyafetler düzenlemeleri beklenirdi. Bulunan şarap küpünün boyutu bu kadının statüsü hakkında önemli bir ipucudur. “Vix Leydisi” öldüğünde yaşı muhtemelen otuz beş civarındaydı.
Almanya’nın Hochdorf bölgesinde bulunan benzer derecede zengin bir höyük-mezar ise bu defa bir erkeğe aitti. Kırk yaşları civarında ve bir metre seksen santimetreden uzun boyu olan bu erkek, bronzdan yapılma bir divana yatırılmıştı. Bronz divanın üzerindeki işlemelerde, atların çektiği arabalarla cenk eden savaşçıların bir çarpışması konu ediliyordu. Adamın naaşı üzerinde hepsi altından yapılmış, bir gerdanlık (tork), bir kol bileziği, bir kemer, bir hançer ve altın plakalarla kaplanmış ayakkabılar vardı. Ayrıca kafasında huş ağacı kabuğundan yapılma, koni biçiminde el yapımı bir şapka taşıyordu. Onunla beraber gömülen at arabası ise bronz ve demirden plakalarla çevrilmişti. Arabanın içi ise çeşitli kap ve taslarla tepeleme doldurulmuştu. Mezar odasının içinde dokuz adet içki boynuzu ve Grek topraklarından getirilmiş seksen sekiz galon hacminde bronzdan bir kazan vardı. Üzerinde yapılan deneyler sonucunda kazana, o dönemden günümüze kadar Kelt topraklarında oldukça yaygın olarak tüketilen bal likörü (mead) konulmuş olduğu görüldü.
Kelt dini
Julius Sezar şöyle yazmıştı: “Galya halklarının tümü, kendilerini dinsel hurafelere fazlasıyla vermişlerdi.” Grekler ve Romalılar birbirlerini batıl inançlı olarak suçlasalar da, Sezar’ın bu görüşü Greko-Roman dünyadaki birçok kişi tarafından paylaşılmıştır. Yani bu uygarlıkların “batıl inançlı” olmayı, dini vecibelere şevkle bağlı olmak olarak algıladıklarını düşünebiliriz. Kesindir ki; kadim Kelt inançları yalnızca Grek ve Roma toplumlarını değil, fakat bugünün tarihçilerini de şaşkınlığa düşüren yönler barındırmıştır.
Brennus’un Delphi’deki Grek tanrısı heykellerine verdiği tepkiden anlaşılacağı üzere, en azından bazı Kelt topluluklarının ilahların insan formunda olmadıklarını düşündükleri söylenebilir. Diğer bulgular ise doğanın ve doğa olaylarının -güneş, ay, yıldırım, akarsular gibi- Keltler açısından kutsal sayıldığını göstermiştir. Kimi akarsuların Kelt dilindeki isimleri aynı zamanda Kelt tanrıçalarının isimleridir: Galya’daki Sequana (Seine Nehri) ve Matrona (Marne Nehri), Britanya’daki Sabrina (Severn Nehri) ve Verbeia (Wharfe Nehri) gibi. Çoğu Kelt sanat eseri, geç dönem edebiyatıyla beraber, tanrıları genellikle hayvan suretlerinde betimler. Bu hayvanlar özellikle erkek geyikler, boğalar, atlar, yaban domuzları, kuzgunlar ile kazlar ve kuğulardır.
MÖ 1. yüzyılın ortalarından itibaren, Galya’daki Keltler kimi önemli ilahlara tapınıyor ve onları insan suretinde resmediyorlardı. Bu ilahların arasında; bir şifa tanrısı, bir savaş tanrısı, bir gök tanrısı ve bir sanat, zanaat ve savaş tanrıçası bulunuyordu. En tanınmış tanrı ise, Sezar’ın deyişiyle, Keltlerin “bütün sanatların mucidi, gezilerindeki yol göstericileri, para kazanma ve ticaretteki şefleri” olarak gördükleri ve yine Sezar tarafından Roma’daki adıyla anılan Merkür idi. Fakat Merkür’e Galya’da verilen isim kesinlike Lugos idi. Bütün bir Kelt dünyasında tapınılan Lugos’a verilen isim çok az farklılık göstermiştir. Kelt inancında ana tanrıçalar da oldukça önemlidir ve farklı isimlere sahiptirler. Genellikle “Analar” olarak çağırılan bu tanrıçalar çoğunlukla iki veya üç kadından oluşan gruplar olarak resmedilmişlerdir.
Keltlerin ilahlarına nasıl ibadet ettikleri konusunda ise pek az şey biliyoruz. Kesin olarak bildiğimiz şey ise ilahlara adak olarak çeşitli eşyaları -ki aralarında değerli takı ve silahlar da vardır- göllere, pınarlara ve nehirlere attıklarıdır. Kadim halkların çoğu gibi, adak olarak hayvanları kurban etmişlerdir. Bu adaklar dini törenlerde yenen etin kaynağıdır. Keltlerin insanları kurban ettikleri durumlar da olmuştur (ilginçtir ki bu durum, kendileri de zaman zaman insan kurban eden ve kanlı infazların popüler bir eğlence olduğu Romalılar tarafından “barbarlık” olarak eleştirilmiştir). İnsan kurban etmek muhtemelen acil ihtiyaç durumlarında gündeme gelmiş ve kurbanlar genellikle suçlular ile savaş esirleri arasından seçilmiştir.
Keltlerin çoğu okuryazardı ve günlük amaçlar için Grek ve Roma alfabelerini kullanırlardı, fakat inançlarıyla ilgili şeyleri yazıya dökmeyi doğru bulmazlardı. Kelt inançlarının bir kısmı Sezar ve diğerleri tarafından kaydedilmiş ve aktarılmıştır. Galya ve Britanya’da yaşayan Keltlerin “Druid” denen ruhani liderleri vardı ve Druidlerin en önemli öğretilerinden biri ruhun ölümsüzlüğü üzerineydi. Romalı şair Lucan’ın bir Druid topluluğuna konuştuğunu varsaydığı şiirinde geçtiği üzere: “Ölülerin gölgeleri, ne huzurlu toprakların ne de [ölüler tanrısının] salonlarının peşinde değildir diyen sizsiniz… bunun yerine, aynı ruhun başka alemlerde bir bedeni olduğundan bahsediyorsunuz ve ölüm, eğer sizin dedikleriniz doğruysa, uzun yaşamın ortasındaki bir noktadır.”
Vix Leydisi ve Hochdorf Lordu’nun gömütleri, tepelere inşa edilen ve çevrelerindeki ekilebilir araziyi gözetleyen ve hükmeden kalelere oldukça yakındı. Bu tepe kaleler Kelt yönetici sınıflarının tipik karargâhlarıydı. Arkeologlar bu kalelerin bazılarında, beraber kümelenmiş sayısız ahşap evin ve atölyenin duvarları arasında çeşitli bulgulara ulaştılar. Bu yapılar muhtemelen oldukça derme çatma bir şekilde inşa edilmişlerdi, bu durum birçok defa baştan yapılmış olmalarından anlaşılabiliyordu. Öyle görünüyordu ki; tahkimatlar da birçok defa yenilenme sürecinden geçmişti. Bu dönem boyunca en az bir tepe kalesinin duvarları Grek tarzında, muhtemelen Grek bir mühendis tarafından yeniden inşa edilmişti ve bu durum dönemin hükümdarlarının yalnızca yabancı ülkelerdeki son gelişmelerle ilgilenmediklerini, bunun yanında bu hizmetleri ve yabancı ustaları karşılayabilecek zenginliğe de sahip olduklarını göstermektedir.
Halk tabakası açısından bugün yapabileceğimiz öngörüler, onların nasıl yaşadıklarına ilişkin tahminlerden ibaret olacaktır. Mezar kazılarında bulunan el yapımı kaliteli eşyaların çoğunu yapmış olmalarından anlaşılacağı üzere, Kelt halkları yetenekli zanaatkârlardı. Aralarında tuz ve çeşitli metaller çıkaran madenciler de vardı. Fakat avam tabakasının büyük çoğunluğu buğday ve arpa yetiştiren, sığır ve koyun güden çiftçilerden oluşuyordu. Modern öncesi dünyada çoğunlukta olduğu üzere, Kelt kadınları da zamanlarının çoğunu iplik eğirme, dokuma ve dikiş dikmekle geçiriyordu. Kelt kadınları erken dönemlerde bile usta dokumacılardı; sonraları İskoçya topraklarında yaşayan Keltlerin “kilt” denilen eteklerin yapımında kullanacakları ekoseli yün kumaşları dokuyabiliyorlardı.
Tarihin eşiğinde
Geç Hallstatt döneminde, Keltlerin yerleşim merkezleri bugünkü güney Almanya topraklarında yoğunlaşmıştı. En azından üst sınıfları, Grekler ve Etrüsklüler ile kurdukları iletişim ve ticaret ilişkilerinin getirisi olarak görece barışçıl, konforlu ve lüks içinde bir yaşam sürmüşlerdi. Daha kuzeydeki Keltler için ise yaşam bu denli kolay değildi. Toprak ve çeşitli kaynaklar için sık sık savaştıkları Germen kabileleri ve göç eden diğer halklarla komşuydular. Bu nedenle kuzeyde yaşayan Keltler savaş gücü bakımından kendilerini geliştirmek için birçok olanağa sahiptiler. Muhtemeldir ki, eriştikleri bu savaş gücünü daha güneyde yaşayan Keltlere karşı yağmalar ve akınlarda kullanmışlardı. Arkeolojik bulgular, Kelt toplulukları açısından MÖ 450 civarında başlayan büyük değişimler olduğunu göstermektedir.
Birçok nedenden dolayı, Keltlerin eskiden bir güç olarak yoğun oldukları merkezler, güney Almanya ve Avusturya’dan, Fransa, İsviçre ve Bohemya’ya (modern Çek Cumhuriyeti) doğru kaydı. Kelt tarihinin bu yeni aşaması “La Tène” olarak adlandırıldı. “La Tène”, İsviçre sınırları içerisindeki sığ bir göl yatağında 1850’lerde yapılan kazılarda, adını verdiği dönemden kalan envai çeşit silah, kalkan, broş, kemer tokası, ustura, taşıt parçaları, kazan ve diğer eşyalar bulunan bölgenin ismiydi. Bu eşyalar o denli ayırt edici bir biçimde süslenmişti ki, dönemi izleyen yüzyıllardan günümüze kadar Kelt sanatının alamet-i farikaları olarak kimliklerini korudular.
La Tène dönemi Kelt sanatının öğelerine, biçimlendirilmiş insan yüzleri ve hayvanlar, hayali yaratıklar, yapraklar ile diğer bitki şekilleri ve soyut yahut geometrik motifler de dahildi. Yaygın kullanılan figürlerden birisi triskele adı verilen ve bir merkezden çıkarak aynı yönde hareket eden üç kol veya üç dal olarak resmedilen tasarımdı. Diğer sanatsal öğeler gibi, triskele de kesinlikle simgesel bir anlama sahipti. Kimi araştırmacılar üç dalın toprak, deniz ve gökyüzünü temsil ettiğini iddia ettilerse de muhtemelen bu simgenin gerçek anlamını hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.
La Tène tarzıyla yapılan metal eşyalar genellikle topluma önderlik eden elit savaşçı tabakası içindi. Bu elit lider savaşçılar yalnızca sanattaki yeni akımlardan faydalanmakla kalmıyor, aynı zamanda mezarlarında yeni tarzda gömülerle (geleneksel şarap içimi donatısına ek olarak) ebediyete uğurlanıyorlardı. Dört tekerli arabalar yerine, hafif ve daha yüksek bir manevra kabiliyetine sahip iki tekerli at arabalarıyla gömülüyorlardı. At arabası gömüleri çoğunlukla erkeklerin mezarlarında bulunsa da, yaşamlarında lider birer savaşçı olan kimi kadınların mezarlarında da bunlara rastlanıyordu. Geç-Hallstatt dönemindeki savaşçılar esas olarak avlarda ve törenlerde kullandıkları silahlarla gömülüyorlardıysa da, La Tène dönemi savaşçılarının mezarları kalkanlar, miğferler, kılıçlar, mızraklar, yaylar ve oklar gibi envai çeşit silahla doluydu.
Dönem oldukça istikrarsızdı ve bazı şeyler değişiyordu. Örneğin; MÖ 400 dolaylarında Hallstatt’taki tuz madenindeki çalışma durdu. Buna ek olarak, Kelt diyarlarındaki nüfus oldukça hızlı bir biçimde artıyordu ve bu artış belirgin bir kaynak sıkıntısını beraberinde getiriyordu. Özellikle uzak mesafelerde bulunan komşu kabileler ve halklar üzerine yapılan yağma akınlarının sayısı muhtemelen artmıştı. Taze otlaklara ve ekilebilir arazilere duyulan ihtiyaç ise hepsinden fazlaydı. Savaşçılar yeni topraklara doğru cenk ederken arkalarında aileleri, sürüleri ve varlıklarını da getirdiler.
Bazen yalnızca küçük topluluklar, bazense büyük kabile toplulukları yeni topraklara göç ettiler. Batıya, doğuya ve kuzeye de yöneldiler, fakat kabileler için en cazip yön güneydi, yani İtalya’nın zengin toprakları. Üç yüzyıldan fazla bir süre sonra, Romalı yazar Pliny, tıpkı Romalıların çoğu gibi Keltler ve Galyalıları “yabancılar” ve “düşmanlar” olarak niteleyerek, bu cazibeyi şöyle açıkladı:
“Alp Dağlarına mahkûm olan Galyalıların İtalya’ya ‘akma’ nedenleri, ilk olarak İsviçreli olan fakat Roma’da yaşayan Helico isimli Galyalı bir vatandaşın yüksek zanaatkârlık becerilerinin sonucuydu. Helico Galya’ya döndüğünde, beraberinde (Roma’dan aldığı) kuru incir ve üzümlerle beraber çeşitli yağ ve şarap örneklerini de götürmüştü. Bu nedenledir ki, onları (Keltleri) yalnızca bu şeyleri savaşarak geri almaya çalıştıkları için bile affedebiliriz.”
Pliny’nin açıklaması muhtemelen yalnızca bir halk hikâyesinden ibaretti. Fakat gerçekten de Keltler MÖ 400 civarında İtalya’ya büyük topluluklar halinde göç ettiler. Bu göç kısa zamanda en büyük düşmanlarıyla tanışmalarına vesile oldu: Romalılarla.
İtalya’nın içlerine doğru
Tarihçi Titus Livus, öteki adıyla Livy (MÖ 57-MS 17), Keltler üzerine yazan çok sayıda Romalı yazardan biriydi. Yazdıklarında, kimilerinde pek de gerçek payı bulunmayan çeşitli eski öykülerden faydalandı. Fakat faydalandığı öykülerin çoğu, az da olsa bir gerçeklik nüvesini barındırıyordu, bazen ise daha fazlasını. Örneğin; Galya’nın -Romalıların Galya olarak adlandırdığı bölge modern Fransa ve Belçika’nın tümü ile Almanya ve İsviçre’nin bir kısmını kapsayan topraklardır- bir kısmına hükmeden Ambigatus adlı bir Kelt kralı hakkındaki öykü:
“Egemenliği altındaki Galya, tahıl bakımından çok zenginleşti ve nüfusu, o denli kalabalığa hükmetmenin imkânsız olduğu sanılacak kadar arttı. İyiden iyiye yaşlanmış olan kral, bu “külfetli kalabalık” krallığın yükünü hafifletmek istiyordu. Bunun için kız kardeşinin iki oğlunu, Bellovesus ve Segovesus’u, bu iki girişken genci, tanrıların onlara uygun göreceği yurtları bulmaları için görevlendirdiğini ilan etti. Onlara istedikleri kadar göçmeni yanlarına alabilecekleri sözünü verdi, böylece yollarına çıkan hiçbir engel, hiçbir kabile onları yeni yerleşimlerini bulmaktan alıkoyamayacaktı. Tanrılar; yola koyulan kardeşlerden Segovesus’a Hercynia’nın dağlık arazilerini (Almanya’nın Bohemya ve Kara Orman bölgeleri), daha kalabalık bir nüfusla hareket eden Bellovesus’a ise çok daha “hoş” bir yolu gösterdiler: İtalya’yı. Bellovesus geniş bir kalabalıkla ilerledi, kimi atlı kimi yayan olmak üzere…”
Livy’nin aktardığına göre bu olaylar MÖ 600 yılı dolaylarında yaşanmıştı ve bunu doğrular nitelikte Kelt dilinde yazılmış çeşitli yazıtlar arkeologlar tarafından Kuzey İtalya’da bulundu. İhtimaldir ki, Etrüsk bölgesi ile Alp Dağları arasında kalan topraklarda bir süre yaşamış küçük bir Kelt kabilesi olabilir. Bu Keltlerin, dağların öteki tarafında kalan Keltler ile Etrüskler arasındaki ticarete büyük yardımları dokunmuş olabilir. Fakat ne olursa olsun, Kuzey İtalya’daki Kelt varlığı hızla büyümekteydi.
Dağların üzerinde
MÖ 400 dolaylarında yarım düzine kadar Kelt kabilesi Alp Dağları’nın eteklerinden Po Nehri’ne doğru yöneldi. Bu zengin ve bereketli vadi, hâlihazırda Etrüksler ve diğer İtalyalı halklar tarafından kontrol edilmekteydi. Bunların çoğu büyük bir hızla Keltler tarafından alaşağı edildi ve muzaffer Keltler vadiye yerleştiler. Her kabile topluluğunun kendine ait bir bölgesi vardı ve hepsi sahip olduğu bölgelerde köyler ve küçük kasabalar kurdu. Bu küçük kasabaların bazıları -Milano ve Verona gibi- sonradan büyük İtalyan şehirleri olacaktı. Grek tarihçi Polybius (MÖ ~200-118) bu Keltler hakkında şunları söylemişti:
“(Bu Keltler) hiçbir daimi yapı barındırmaya açık olmayan köylerde yaşadılar. Yataklarını saman ve ağaç yapraklarından yaptıkları, etle beslendikleri ve savaş ile tarım dışında bir arayışları olmadığı için bilim veya sanatın dahil olmadığı basit yaşamlara sahiptiler. Her ferdin mülkiyeti, keyfe keder yolculukları boyunca bir yerden bir yere giderken ve yerleşim yerlerini değiştirirken yanlarında kolay taşıyabildikleri için sığır ve altından oluşmaktaydı. Arkadaşlık konusunda ise çok yol kat etmişlerdi; yolculuk boyunca peşinden en büyük insan grubu veya yol arkadaşını sürükleyen kişi, kabilenin en heybetli ve güçlü üyesi sayılıyordu.”
Öyle görünüyor ki, Polybius bir erken dönem yerleşimini tasvir ediyordu veya betimlemesini yüksek oranda savaşçı kampları veya çobanların farklı mevsimlerde farklı otlaklarda koyunlarını otlatmak için kullandığı geçici barınaklar üzerinden yapıyordu. Ne olursa olsun, bütün olarak bakıldığına, Keltler kesinlikle sanatsız ve bilimsiz bir yaşam sürmüyorlardı. Diğer yandan da, Polybius’un “arkadaşlık” ve lider ile takipçileri arasındaki sadakat bağları hakkında yaptığı yorumlar Keltler hakkındaki diğer kaynaklarda da yankı bulmuştur. Bu türden bir sadakat ilişkisi geç dönem Kelt kültüründe de etkisini sürdürmüştür.
Kelt tarihinin köşe taşları
MÖ 1300-800 Kelt dilinin gelişimi
MÖ 700 Kelt kültüründe Demir Çağı Hallstatt döneminin başlangıcı
MÖ 600’ler Keltlerin Britanya ve İrlanda’ya muhtemelen ilk gelişleri
MÖ 500 Kelt göçmenlerinin İberya’ya yerleşmeleri
MÖ 450 Kelt kültüründe “La Tène” döneminin başlangıcı
MÖ 390 Keltlerin Roma istilası
MÖ 335 Kelt elçilerinin Büyük İskender ile görüşmesi
MÖ 285 Kuzey İtalya’daki Senones kabilesinin Romalılar tarafından katledilmesi
MÖ 281 Kelt ordularının Makedon ve Grek topraklarını istila etme girişimi
MÖ 279 Brennus kumandanlığındaki Keltlerin Delphi’ye saldırısı
MÖ 278 Üç Kelt kabilesinin Anadolu’ya göç etmesi
MÖ 270 Kelt paralı askerlerin Mısır’a hizmet etmeye başlamaları
MÖ 233 Bergama kralı Attalus I’in Galatyalıları yenmesi
MÖ 225 Roma ordusunun İtalya’daki Keltleri, Telamon dolaylarında alt etmesi
MÖ 218-201 İkinci Kartaca Savaşı’nda Kelt paralı askerlerin Hannibal’ın safında savaşması
MÖ 190 Roma’nın Galatya zaferi
MÖ 133 Celtiberia’nın Roma tarafından fethedilmesi
MÖ 124-120 Galya’nın güneyinin Roma tarafından fethedilmesi
MÖ 90’lar Posidonius’un Galya seyahati
MÖ 67 Galatya’nın Roma İmparatorluğuna katılması
MÖ 58 Sezar’ın “Uzun Saçlı Galya”nın fethine başlaması
MÖ 53 ve 54 Sezar’ın Britanya seferleri
MÖ 52 Vercingetorix’in Sezar’a karşı bir Galya isyanı başlatması
MS 43 Roma İmparatoru Claudius’un Britanya fethinin başlangıcı
MS 60 Boudica’nın isyanı ve Môn’daki (Anglesey) Druidlerin katli
MS 84 Roma’nın Britanya’nın en kuzey kısmının fethini tamamlaması
Tumultus
Keltler Alp Dağları boyunca göç etmeye devam ettiler. Bu göçler sırasında ise sık sık önceden kuzey İtalya’da yerleşmiş olan diğer Keltlerle savaştılar. Çok geçmeden, Po Vadisindeki Keltlerin çoğu, yine daha fazla toprak arayışıyla güneye ve batıya doğru gitmeye başladılar. Livy’e göre, MÖ 390 dolaylarında, bir Etrüsk şehri olan Clusium yurttaşları “binlerce garip adam… garip silahlar kuşanmış yabancı savaşçılar. Bu adamlar ki, kent halkı daha önce böylelerini görmemişti” tarafından tehdit edilmeye başlandılar.
Etrüskler; yerleşmek için toprak talep eden, aksi takdirde saldıracaklarını söyleyen Keltlerle anlaşma konusunda yardım istemek için Roma’ya gittiler. Livy’nin aktardığına göre; Romalılar Keltlerin hangi hakla böyle bir ültimatom verebildiklerini sorduklarında “(kibirli Keltlerin) haklarını silahlarından aldıkları ve her şeyin onların yiğitliklerine bağlı olduğu” gibi bir yanıt aldılar. Bu olaydan sonra ateş harlandı ve savaş süreci hızlandı. Başlangıçta taraf olmamayı düşünen Romalı elçiler de kavgaya karıştılar. Keltler sözlerinden dönen Romalıların tutumlarını onursuzluk olarak gördüler ve aşağılandıklarını düşündüler. Buna ek olarak ne Clusium toprakları ne de yağma gibi kazançları olabildi. Bunun yerine aşağı yukarı sekiz mil güneyde bulunan Roma’ya saldırmaya karar verdiler.
Keltler “Brennus” unvanlı veya isimli bir savaşçının liderliğinde ilerlediler. Görkemli şehirden on bir mil uzaktayken, Roma ordusunun çaresiz durdurma girişimini ezip geçtiler. Roma’yı adeta korku dalgaları sallıyordu, halkın birçoğu şehirden kaçtı, kalanlardan durumları askerlik yapmaya elverişli olanlar ise Capitol tepesinde bulunan müstahkem kaleye sığındılar. Keltler kapıları ağzına kadar açık olan şehrin içine yürüdüler ve şehri tam anlamıyla talan ettiler. Ardından Capitol tepesini kuşatan Keltler, Romalılardan bin pound ağırlığında altını -ki o zaman için muazzam bir meblağ idi- haraç olarak aldıktan sonra kuzey İtalya’ya geri döndüler.
Bundan yüzyıllar sonra bile, Romalılar Keltlerle yaşadıkları ilk karşı karşıya gelişi oldukça canlı bir biçimde, korkuyla hatırladılar. Bu olaya “panik”, “hengâme” anlamına gelen tumultus adını verdiler. Tumultus Roma folklorunun ve Romalı paranoyasının bir parçası haline geldi. Bütün Romalı çocuklar bu öyküleri bilirdi. Yaşlı adamlar nasıl da evlerinin önünde heykeller gibi kıpırtısızca oturmuşlardı, hatta bir Kelt savaşçısı canlı olup olmadıklarını anlamak için adamcağızın sakalından çekivermişti. Capitol tepesinden dini bir tören yapmak için savaşın ortasına inen cesur rahibe Keltler nasıl da büyük bir saygı duymuş ve kılına bile zarar vermemişlerdi. Tanrıça Juno için kutsal olan kazların uyarı çırpınışları gece vakti Capitol savunmasını gizlice yarmaya çalışan bir grup Kelti nasıl da Romalılara açık etmişti. Ve tabii ki bin poundluk altının ağırlığı vardı! Romalılar Keltlerin kusurlu ağırlık ölçüleri kullandığına inanmış ve hayıflanmışlardı. Brennus bu hayıflanmaya kılıcını teraziye fırlatarak cevap vermiş ve Romalı kulakların tahammül edemeyeceği bir nida atmıştı: “Yenilenlere elem!”. Şüphesiz ki Keltler, Roma tarihinde diğer barbarları değerlendirmek için kullanılan bir “barbar kıstası” olmuşlardı.
Uzun akıbet
Keltler on yıllar boyunca İtalya’ya yaptıkları akınlarla, korkunç şöhretlerine uygun bir biçimde yaşadılar. Bu süre zarfında Keltler, aynı zamanda ne kadar başarılı paralı askerler olduklarını da gösterdiler. Sicilya adasında bulunan Siraküza isimli Grek şehrinin haşmetli yöneticileri Roma’nın topraklarının giderek büyümesinden hoşnut değillerdi. Birçok defa Kelt güçlerini Roma ve müttefiklerini taciz etmekte cesaretlendirdiler, hatta “işe aldılar”. Keltler o denli büyük bir tehdit olarak algılanıyorlardı ki, MÖ 285 yılında Roma bütün bir Kelt kabilesini -Senonları- vahşice katletti. Bu katliamda Romalıların Adriyatik sahili boyunca uzanan verimli tarım arazilerinden oluşan Senon topraklarını ele geçirme dürtüsünün de rol oynadığına şüphe yoktur.
İki yıl sonra Boii kabilesi bir Etrüsk ordusuyla birleşip Roma’ya meydan okudu; fakat savaşın sonucu Boiiler için korkunç bir yenilgiydi. Ardından “tedirgin” bir barış anlaşması imzalandı ve Roma İtalyan Yarımadası’na giderek daha fazla hakim olmaya başladı. Bu sırada Kuzey İtalya’daki kabileler arasında da huzursuzluk baş gösterdi. Bir yandan kendi aralarındaki “kaygan” ittifaklar sorununu çözmeleri gerekiyordu, öte yandan Alpler’in ötesine geçen Kelt topluluklarının sayısı artıyor, buna ek olarak da iki kabile şefinin (kralın) suikasta kurban gitmesi gibi siyasi krizler baş gösteriyordu. Bunların da ötesinde, iktidara gelen yeni nesil savaşçılar, toprak ve yağma ihtiyacından dolayı, büyümesini bir tehdit unsuru olarak gördükleri Roma’ya karşı yeni saldırılar yapmakta ısrar ediyorlardı.
MÖ 225 yılında, en az üç kabileden toplanan savaşçılar yeniden Roma’ya karşı yürüdüler. Bu Kelt ordusu, Alp Dağları boyunca ikamet eden ve isimlerine Gaesatae denilen Kelt savaşçılardan oluşan oldukça büyük bir topluluğu da bünyesinde barındırıyordu, üstelik bu savaşçılar ordunun en ön saflarında yer almaktaydılar. Hafif yelek zırhlar ve deri altlıklarla savaşan Keltlerden farklı olarak Gaesataeler çıplak savaşırlardı. Kalkanlarından başka korumaları yoktu. Polybius bu Kelt ordusu bileşimini şu şekilde betimlemişti:
“Yanlarında bütün ordunun aynı anda çalmaya başladığı sayısız boru ve trampet vardı; çığlıkları ise yüksek sesli ve deliciydi. Bu gürültü öyle bir şeydi ki, trampetler ve insan seslerinden oluştuğunu sanmak çok zordu; sanki bütün kırların birleşiminden geliyordu. Öncülük yapan çıplak savaşçıların bir erkeğin gücünü üst düzeyde yansıtan görüntüleri ve hızlı hareketleri de daha az korkutucu değildi. Aynı zamanda en öndeki savaşçılar şatafatlı bir biçimde altından boyunluklar (torklar) ile bezenmişlerdi. Bu görüntüler Romalıları kesinlikle umutsuzluğa sürüklemişti.”
Kelt ve Roma orduları Roma’nın kuzeyinde, Telamon’da karşı karşıya geldiler. Çarpışmanın başında Keltler üstün geldiler. Fakat Romalı birlikler çok daha kalabalık ve disiplinliydiler. Muharebenin sonunda kırk bin Kelt öldürülmüş, on bini ise Roma’ya köle olarak götürülmüştü.
Bu ezici bir yenilgiydi ve Romalılara Keltleri İtalya’dan temizleme planları için kapı açmış oldu. Romalılar düzenli olarak Kelt yerleşimlerine saldırmaya ve onları yok etmeye, sakinlerini ise öldürmeye yahut defetmeye başladılar. Roma ve Kartaca arasında yapılan İkinci Kartaca Savaşı (MÖ 218-201) önceleri bu planı sekteye uğratmış olsa da daha sonra Romalılara, saldırmak için daha fazla neden verdi: İtalya’yı istila eden Kartaca komutanı Hannibal’in safında savaşan çok sayıda Kelt askeri! Neticede Hannibal yenildi ve Romalılar Kelt tehdidini bitirmek için geri döndüler.
Romalılar artık Keltlerin üstesinden gelmek konusunda kendilerini güvende hissediyorlardı. Polybius bu konuda şöyle yazmıştı:
“Önceki karşılaşmalarından öğrendikleri üzere, Galyalı kabileler her zaman yalnızca ilk hücumda muhteşemdiler, yani bütün cesaretleri sönüp gitmeden hemen önce… kılıçlarıyla yalnızca bir defa aşağıya doğru kesik atabiliyorlardı. İlk kesikten hemen sonra kılıcın köşeleri o denli dönüyor ve kılıcın keskin tarafı o kadar yamuluyordu ki, düzeltmek için kılıcı ayaklarıyla yere bastırmaları gerekiyordu ve ancak bu şekilde ikinci bir darbeye teşebbüs edebiliyorlardı, tabi o kadar zamanları kalsaydı… Romalılar yaklaştılar ve ellerini kaldırmalarına, kılıçlarına davranmalarına izin vermeden onları yardıma muhtaç halde bıraktılar çünkü Keltlerin kullandıkları kılıçların uçları yoktu. Buna karşın Romalıların kılıçlarının uçları mükemmeldi ve onları kesmek için değil saplamak için kullandılar. Göğüs ve başlara peşi sıra vurulan darbelerle, sonuçta birçok düşman savaşçıyı öldürdüler.”
MÖ 190 yılından itibaren İtalya Romalı sömürgecilere ait oldu. Kalan Kelt çiftçiler Roma toplumu içinde sindirildi ve Roma kültürünü giderek daha fazla benimsediler.
Fakat en azından bir Kelt geleneği yaşamaya devam edebildi: şiir aşkı. Roma’nın en büyük şairlerinin (ve yazarlarının) bir kısmının İtalya’nın eski-Kelt bölgesinden gelmeleri bir tesadüf müdür? Belki. Belki de değil. Ne olursa olsun, dünyanın en uzun erimli yazınının bir kısmına ilham kaynağı olduğu için, Kelt ruhunun orada tutunuyor olduğunu düşünmek güzel.
Greklerin arasında
Roma’nın yağmalanmasından kısa bir süre önce, başka bir Akdeniz kenti olan Massilia (bugünkü Marsilya) da Kelt tehditi altındaydı. Massilia, Greklerin zengin bir ticaret kolonisiydi ve aristokrat Keltlerin de uzun süredir sefasını sürdükleri birçok lüks malın ithalatı bu kentten yapılıyordu. Fakat Pompeius Trogus’un anlattığı bir öyküye göre; Grekler ve Keltler arasındaki eski dostane ilişkiler MÖ birinci yüzyıl dolaylarında unutulmaya yüz tutmuştu. Trogus tarihe, Keltlerin düşünce biçimlerini yansıtan değerli bir tasvir kazandırmıştı:
“Massilia kazandığı başarıların saygınlığı ve kudretinin şanı yürüdükçe, bolluk içinde büyüyor ve gelişiyordu. Bu durum karşısında, komşuları onun sıfatını yok etmek için bir araya geldiler. (Kelt) kabile şefi Catumandus mutabakatla lider olarak seçildi. Seçilmiş savaşçılarıyla kenti kuşattığı sırada gördüğü bir rüya Catumandus’u korkuttu. Rüyasında gördüğü ve bir tanrıça olduğunu söyleyen kadının tehditlerinden korktu ve hiç duraksamadan Massilia ile bir barış imzaladı. Ardından kentin tanrılarına olan sadakat ve ibadet borcunu öderse kente girmesinin kabul edilip edilmeyeceğini soruşturdu. Minerva (savaş ve zanaat tanrıçası) tapınağına geldiğinde ise rüyasında gördüğü tanrıçanın bir heykelini gördü. Bu olaydan sonra, ölümsüz tanrıların koruması altında oldukları için Massilialıları tebrik etti ve bu tanrıçaya ibadet için altından bir boyunluk (tork) sundu. Ardından Massilialılar ile ebedi bir dostluk anlaşması imzaladı.”
Kelt liderinin tanrılardan gelen işaretlere olan inancı ve kutsallıklara duyduğu saygı Massilia’nın günü kurtarmasını sağlamıştı. Fakat Grek dünyasının öteki kısımları, bu denli ucuz kurtulamadı.
Apollo şehri
MÖ 300 dolaylarında birçok göç dalgasyla, Keltler anavatanlarından doğuya doğru, Tuna Nehrini izleyerek yol aldılar ve Balkan Yarımadası’nın kuzey kısmına yerleştiler. MÖ 298’de bir Kelt şefi, savaşçılarını güneye, Makedonya’ya doğru ilerletti fakat geri püskürtüldü. Fakat izleyen yıllarda Keltlerin Grek topraklarında şan ve altın kazanma istekleri arttı. Hırslı genç savaşçılar zenginlikle dolu kentlerin ve ihtişamlı tapınakların öykülerini duydukça ateşlendiler. MÖ 281’de üç Kelt ordusu Yunan ve Makedon topraklarının işgaline başladı. Bu hareket bilinmeyen nedenlerden dolayı bir duraksama yaşadı. Fakat liderlerden biri yeniden denemeyi kafasına koymuştu. Tıpkı Roma’yı istila eden Kelt lideri gibi o da Brennus olarak çağırılıyordu.
Brennus’un hedefi bütün ihtişamlı Grek kentlerini ve hazinelerini barındıran Delphi idi. Delphi’deki tapınaklar muzaffer liderlerden gelen yüzyıllara bedel olanaklar, olimpik atletler ve tanrılara şükreden sıradan yurttaşlara sahipti. Bütün bu zenginliğin hayali, güneye doğru yola koyulan Brennus ve savaşçılarına yollarına çıkan zorluklara karşı direnme ve karşılarına çıkan kasaba ve köy halklarına karşı acımasız davranma gücü veriyordu. Grekler, önü alınamadan ilerleyen Keltlere karşı çaresizce savaştılar. Başarılı olamasalar da Kelt ordusundan ciddi sayıda savaşçıyı öldürmeyi becerdiler. Fakat yine de, hedefine doğru emin adımlarla ilerleyen Brennus’un yanında yaklaşık otuz bin savaşçıdan oluşan bir ordu vardı.
Delphi sadece Grek dünyasındaki en varlıklı yerlerden biri değildi, aynı zamanda en kutsal bölgesiydi. Delphi Kahini’nin ikamet ettiği Apollo Tapınağı burada bulunuyordu. Bu kahin, Pythia isimli bir rahibeydi ve trans halindeyken tanrılarla bağlantı kurabiliyordu. Dört bir taraftan ona sorular sormak için insanlar gelirdi, fakat yol göstermek için kullandığı kelimeler genellikle pek anlaşılır olmazdı. Fakat bu defa dedikleri gayet açıktı. Yaklaşan Keltlere karşı ne yapmaları gerektiğini ona soran korkmuş Delphililere Apollo’nun yanıtını verdi: “Ben tek başıma savunacağım”.
Delphililer Apollo’nun sözünde durduğunu düşündüler; çünkü Keltler Delphi’ye saldırdıklarında, art arda üzerlerine gelen doğal afetlerle karşılaştılar. Tarihçi Pausanias neler yaşandığını şöyle anlatmıştı:
“Tanrı’nın yolladığı felaket alametleri barbarlara hiç de iyi gelmedi, böyle bir olayın tarih boyunca daha açık bir şekilde olduğu görülmemiştir. Galyalı ordusuyla kaplı toprak gün boyunca bitmek bilmez şimşek ve gök gürültüleriyle şiddetle sarsıldı.
“Şimşekler Galyalıları hem korkuttu hem de verilen emirleri duymalarını engelledi. Göklerden gelen yıldırımlar yalnızca çarptıklarını ateşe vermedi, alevler komşularına ve zırhlarına da sıçradı…
“Bu tarzda afetler ve dehşet dolu olaylar barbarlara gün boyu rahat vermedi. Fakat gece yaşadıkları deneyim çok daha acılıydı. Önce, esaslı bir soğuk dalgası ve yoğun kar yağışı geldi. Parnas’tan (Parnas Dağı) kopan kayalar Keltler savunma grupları oluşturmaya çalışırken yahut gruplar halinde dinlenirken üstlerine düştü ve her biri otuz ve daha fazla savaşçının ölümüne yol açtı.
“Bu korkunç geceden sonra Grekler, arkadan saldırarak Keltleri şaşırttılar ve şiddetli bir çatışma patlak verdi. Muharebe sırasında Brennus yaralandı ve savaş alanından dışarı taşındı. Bu olayla beraber cesaretleri kırılan Kelt ordusu geriye çekilmeye başladı ve intikam duygusuyla yanıp tutuşan Grekler tarafından kuzeye sürüldüler. Yol boyunca çok sayıda Kelt savaşçısı öldürüldü. Adamlarının ölümüne şahit olan Brennus içinse, çıktığı sefer onursuz bir yenilgiydi ve sonunda kendi canına kıydı.”
Peki, bu Kelt seferi gerçekten de tam bir yenilgi miydi? Grek tarihçiler bu konuda çelişkili bildirimlerde bulunmuşlardır. Bir kısmı Keltlerin Delphi’nin tapınaklarına ulaşamadıkları ve onları yağmalamakta başarılı olamadıklarını yazmışlar, diğerleri ise bunun tam aksini savunmuşlardır. Modern tarihçilerin birkaçı da Keltlerin kutsal şehri yağmaladıklarından şüphelidir. Yine de, bu dönemde yaşamış olan Grek şair Callimanchus, Keltleri Apollo Tapınağı’nın ayaklarında dururlarken tasvir etmiştir. Strabo’ya göre ise Delphi hazinesi önünde sonunda Galya’ya gitmişti. Hazinenin çoğu da tanrılara sunulmak üzere bir gölün dibini boylamıştı. Diodorus Siculus ise Brennus’un Delphi’deki bir tapınağa girip “onların (Greklerin) tanrıların insan şekline sahip oldukları ve görünümlerinin ahşap ve taşa aktarılması gerektiği inancıyla alay ettiğini” söylemiştir.
Asya ve Afrika içlerine
Brennus’un ölümünden sonra, hayatta kalan savaşçılarının çoğu Grek topraklarından kaçtılar ve Tuna bölgesine aileleriyle birlikte yerleştiler. Bir kısmı ise batıya, Galya’ya geri döndüler. Üç kabilenin üyeleri ise çok daha doğuya gittiler. MÖ 278’de bu topluluklar -toplamda yaklaşık yirmi bin erkek, kadın ve çocuk- birkaç tane Grek krallığının rekabet içinde olduğu Anadolu’ya (Küçük Asya’ya) girdiler. Bu krallıklardan birinin hükümdarı Keltleri müttefik olarak karşıladı ve Kelt savaşçılarını komşularına akınlar düzenlemeye davet etti. Keltler de bu teklifi büyük bir zevkle kabul ettiler ve bu topraklara birkaç yıl boyunca coşkulu akınlar düzenlediler, ta ki komşu krallardan biri onları büyük bir yenilgiye uğratana kadar. Bu kral, Keltlerin o güne dek hiç görmedikleri ve onları hem büyüleyen hem de korkudan titreten fillerin yardımıyla büyük bir zafer kazandı.
Bu yenilgiye rağmen Keltler yerleştikleri topraklarda kalmaya kararlıydılar. Başka bir krallığın lideri tarafından Orta Anadolu’daki dağlık Galatya (Greklerin Keltleri isimlendirdikleri Galatae kelimesinden gelmektedir ve bugünkü Ankara sınırlarındadır) bölgesine doğru gitmeye teşvik edildiler. Tarihçi Justinus haklarında şunları yazmıştı: “Galatyalıların sayısı o kadar artmıştı ki, Anadolu’yu bir sürü gibi doldurdular. Öyle ki, gelinen son noktada hiçbir doğulu kral, Galatyalı paralı askerlerden kiralamadan savaşamaz oldu.”. Galatyalılar Grek, Makedon, Suriye ve diğer birçok Anadolu krallığının yanında savaştılar. Fakat Galatyalılara en çok güvenen “doğulu krallar” muhtemelen Mısırlı olanlardı.
Mısır’daki ilk Keltler, MÖ 270 yılında Kral Ptolemy II tarafından isyankâr kardeşine karşı savaşmaları için kiralanmış dört bin paralı askerdi. Pausanias’a göre seferden dönüşte, Keltlerin bir kumpasla Mısır’ı ele geçirmek istediğini iddia eden Ptolemy, onları Nil Nehrindeki terk edilmiş bir adaya hapsetti. Adada mahpus kalan Keltler ise ya birbirini boğazladılar yahut açlıktan telef oldular. Yine de, Galatyalı paralı askerler Mısırlı egemenlere kuşaklar boyunca hizmet etmeye devam ettiler, ta ki Kleopatra’nın MÖ 30’daki ölümüne kadar.
Galatyalılar; bir yandan kiralık savaşçılar olarak çalışmaya devam ederken diğer yandan da kendi adlarına akınlar yapmaya devam ettiler. Akınlardan kaçırdıkları şeyler ganimetle sınırlı kalmıyordu, yanlarında götürdükleri insanları da ya fidye için ya da köle olarak satmak için alıkoyuyorlardı. Bunun yanında birçok kente, onları rahat bırakmaları karşılığında altın vermeleri için şantaj yapıyorlardı. Bu durum canına tak eden ve güçlü bir orduya sahip olan Bergama Kralı Attalus I, Kelt çapulculuğunu ve şantajcılığını bitirmek için harekete geçti. MÖ 233 dolaylarında onu bütün Grek dünyasında bir kahraman mertebesine taşıyacak olan bir mücadele ile Keltleri bozguna uğrattı ve zaferini resmeden bronz heykellerle kahramanlığını anıtlaştırdı. Bu heykeller artık var olmasalar da, Romalılar tarafından yapılan mermerden nüshaları günümüze ulaşmıştır. Bu mermerden nüshalar, tüm zamanların en canlı ve meşhur Kelt tasvirleri olmaları açısından önemlidir.
Attalus tarafından yenilgiye uğratılmalarına rağmen, üç Galatya kabilesi büyümeye devam etti. Strabo bu kabilelerin oldukça gelişmiş bir kontrol ve denge mekanizmasına sahip yönetim sistemi hakkında bazı ayrıntıları kaydetmiştir:
“Her kabile tetrarşi denen dört kısma ayrılmıştı ve her tetrarşi bünyesinde bir tetrarş, bir hakim, bir komutan (tetrarşın otoritesi altında olmak üzere) ve iki düşük rütbeli ordu komutanını barındırmaktaydı. On iki tetrarş, üç yüz adamdan oluşan bir mecliste yönetici konumundaydı. Bütün bu bileşenler, Drunemeton denen bir mekânda toplanmışlardı. Bu meclis cinayet vakalarını yargılardı, fakat diğer bütün vakalarda tetrarşların ve hakimlerin sözü geçerdi.”
Galatyalılar MÖ 190 yılında bir “doğu kralıyla” Roma’ya karşı ittifak yaptılar. Savaşı Romalılar kazandı ve ardından Galatya’ya saldırdılar. Galatyalılara Anadolu’nun batısı ve kuzeyine akın etmemeyi şart koştuktan ve kırk bin esir aldıktan sonra bölgeyi terk ettiler. Bu koşullara boyun eğen Galatyalılar, yine de bir yüzyıl boyunca bağımsızlıklarını korudular. Fakat MÖ 88’de tetrarşları ve diğer soylu Galatyalıları düzenlediği ziyafete çağıran bir komşu kral, ziyafette neredeyse hepsini katletti. Bu kral Roma’nın düşmanı olduğu için, Galatyalılar önce Roma ile ittifak kurdular, ardından MÖ 67’de ise kesin bir asimilasyonla Romalı oldular.
Roma ile yeni anlaşmazlıklar
Galatyalılar Roma’ya karşı bağımsızlıklarını kaybeden ilk Kelt topluluğu değildiler. Roma, İkinci Kartaca Savaşı’ndan sonra İberya Yarımadasını Kartacalıların elinden aldı. Bu toprakların kuzeyinde Celtiberialılar denen, bileşimi yerli halk ve MÖ 500’lerde göçen Keltlerin karşımından oluşan ve Kelt dili konuşan bir topluluk yaşıyordu. Romalılarla on yıllar boyunca birçok defa savaşmışlardı. MÖ 133’de altmış bin Roma askeri Celtiberialıların ana şehri olan Numantia’yı kuşattı ve aç bıraktıkları kent halkını itaat etmeye zorladı. Hayatta kalan nüfusun hepsi köleleştirildi ve şehir yok edildi. Ana şehrin düşüşünden sonra Roma, Celtiberia’nın kalanını fethetmek için yoluna devam etti.
Fakat Romalıların hâlâ bir sorunu vardı. İberya’daki varlıklarına ulaşmak için, Güney Galya’daki Kelt topraklarından geçmek zorundaydılar. Kısa zamanda karşılarına büyük bir fırsat çıktı. MÖ 125 yılında bir Kelt kabilesi, Roma’nın müttefiki olan Massilia’ya saldırdı. Massilia’nın yardımına giden Roma ordusu şehri korudu ve Keltleri alt etti. Bölgede sağlam bir dayanağa sahip olan Roma, bu üstünlüğünü sonuna kadar kullandı ve MÖ 120 dolaylarında Güney Galya büyük ölçüde bir Roma yerleşimi haline geldi.
Gelecek on yıllar, Avrupa kıtasındaki Keltler açısından oldukça konargöçer bir dönem olacaktı. Kuzeyden öfkeli Cermen kabileleri, doğudansa yükselişte olan Dacia (bugünkü Romanya) kültürü tarafından baskı altında tutuldular. Birçok kabile hareket halindeydi ve geçmişte kalan yaygın Kelt göçünden bu yana çok şey değişmişti. Roma artık Akdeniz bölgesindeki en büyük güçtü ve toprakları sathında Keltlerin yeni karmaşalar yaratmasına izin vermeyecekti.
Yaşayan Kelt kültürü
Britanya’nın tümünde yalnızca İskoçya ve Batı İskoçya Adaları -vahşi kabilelerce mesken edilmiş verimsiz ve çorak topraklar olarak görüldükleri için- Roma hakimiyetinin dışında kalmıştır. Fakat batıdaki kıyı şeridi boyunca, bağımsız kalabilmiş bir Kelt toprağı daha mevcuttur: İrlanda. İrlanda, Hıristiyanlığın hakim olduğu MS 5. yüzyıla kadar kadim Kelt kültürünü korumuştur. Bu tarihten sonra bile, Kelt gelenekleri yüzyıllar boyunca bu topraklarda varlığını sürdürmüştür.
Kelt kültürü Avrupa’nın diğer bölgelerinden de tamamen silinmemiştir. Galya’da, Britanya’da ve Hıristiyanlık öncesi İrlanda’da, Druidler yaşamaya devam ettiler. Örneğin Ortaçağ İrlanda’sı yargıçları, muhtemelen önceleri Druidlerin çizmiş oldukları hukuksal sınırlar içerisinde yargılama yapmışlardı. Ortaçağ Galleri ve İrlanda’da yaşayan öykücüler ve kâtipler ise arkalarında kadim Kelt kültüründen kalan şiirler ve öyküler -ki kimileri oldukça uzun ve hacimliydi- bırakmışlardır. Galler bölgesinde 1500’ler ve İrlanda’da 1600’ler boyunca yaşamış ozanlar vardı.
Kelt dilleri de oldukça uzun bir süre yaşadılar. MS 4. yüzyılda Saint Jerome bu dillerin hem Galatya’da hem de Galya’da konuşulduklarını duydu ve bu iki dilin birbirlerine oldukça yakın olduğunu fark etti. Kelt dünyasının Roma topraklarının (yahut geç istilacıların) uzağında kalan dış çeperinde ise Kelt dillerinin ömrü çok daha uzun olmuştur. Bu topraklarda konuşulan Kelt dillerinden biri olan “Cornish”, 1770’lere kadar İngiltere’nin güneydoğusunda var olmaya devam etmiştir ve çabalar sonucunda 1970’lerden itibaren yeniden canlandırılmaya çalışılmaktadır. Man Adası’nda (Galler ve İrlanda arasında kalan denizdeki bir ada) konuşulan “Manx” ise 1970’lere gelindiğinde neredeyse ölü bir dil haline gelmişti. Fakat Manx dili de gayretlerin sonucunda yeninden canlandırılmaya çalışılmaktadır.
İrlanda Keltçesi ve yakın akrabası olan İskoçya Keltçesi hâlâ mevcudiyetlerini korumaktadır. İrlanda’da, İrlandaca bütün okullarda öğretilmektedir; bütün resmi belgeler ise hem İrlandaca hem de İngilizce nüshalara sahiptir. Bugün yaklaşık 250.000 kişi, Kuzeybatı Fransa’daki Kelt dili olan Bretonca’yı konuşabilmektedir. Doğrudan eski Britonların dilinden gelen Galce’yi ise bugün 600.000’den fazla kişi konuşmaktadır. Haber kanalı BBC’nin Galce yayın yapan televizyon ve radyo kanalları mevcuttur. Farklı Kelt dillerinde şarkı söyleyen birçok şarkıcı ve bu dillerde yazan birçok şair vardır. Galce, İrlandaca, Manx ve İskoçya Galcesi sürümleri olan Wikipedia dahil olmak üzere Kelt dillerinde yazılan birçok internet sitesi de yayındadır.
Bazı Kelt ülkeleri bugün, geçmiş yüzyıllar boyu yaşadıklarından farklı olarak, politik bağımsızlıklarına sahiptir. İrlanda 1922’den beri bağımsız bir ulus devlettir. İskoçya ise 1998’de kendi parlamentosunu kurmuş ve parlamento bir yıl sonra ilk defa toplanmıştır. Galler’de ise 1998’de bir Ulusal Meclis kurulmuştu, fakat bu meclisin yasama yetkisi yoktu. 2006’da çıkarılan bir yasa ile Meclis, Galler’i ilgilendiren meselelerde yasama yetkisine sahip oldu, fakat yine de kısıtlı bir yetki alanına sahipti. Man Adası ise neredeyse 1700’lerden beri özyönetime sahiptir.
1700’lerin sonlarından itibaren, kadim Kelt tarihine, arkeolojisine, folkloruna ve dinine olan ilgi büyük bir artış göstermiştir. Bu hareket yalnızca eski Kelt topraklarında değil, fakat Keltlerin torunlarının yerleştiği ABD, Kanada ve Avustralya gibi uzak ülkelerde de yaşanmıştır. Bugün kadim Kelt tarihi üzerine yazılmış öyküleri okumak, Kelt mitleri üzerine bestelenmiş şarkıları dinlemek ve Kelt tasarımı takı, duvar süsü ve diğer eşyalara ulaşmak mümkündür. Kelt toprakları ve halkları yüzyıllar boyunca değişim geçirmişlerdir, fakat Keltlerin özgürlük tutkusu, kendini ifade etme becerisi, dilleri ve müzikleri, sanatları ve zanaatları varlığını günümüzde de gelişerek korumaktadır.
Galya’da hayat ve yitim
MÖ 90 yılı civarında Posidonius isimli bir Grek filozof Galya’ya uzun erimli bir ziyaret gerçekleştirdi. Birçok Keltle tanıştı ve onları savaş ve barış durumlarında ayrı ayrı gözlemledi. Maalesef, Kelt deneyimi üzerine yazdığı kitabın çoğu kaybolmuştur. Fakat bu kitap sonradan dönemin diğer yazarları -ki aralarında Strobus, Diodorus Siculus ve Julius Sezar da vardır- tarafından da okunmuştur ve Posidonius’un izlenimlerinin çoğu bu yazarlar tarafından aktarılmıştır. Örneğin Diodorus Siculus, “Galyalıların giyim kuşamları olağanüstüydü. Çeşitli renklere boyanmış uzun mintanlar ve pantolonlar ile bracae (kültolu pantolon) giyerlerdi. Boyunlarının etrafına, şeritler halinde akan yahut damalı kumaşla süslenmiş pelerinler bağlarlardı.” diye yazıyor. Ayrıca Posidonius Kelt kalkanları, miğferleri, savaş trampetleri, silahları ve örgü zırhlarını (ki bu zırh tipi kesinlikle bir Kelt icadıydı) oldukça detaylı bir biçimde tasvir etmiştir, arkeolojik bulgular da bu tasvirlerin tutarlılığını kanıtlamıştır.
“Uzun saçlı Galya”
Bu betimleme Galya’nın güneyindeki Roma topraklarının kuzeyinde kalan bölgeye verilen takma isim olan Gallia Comata’nın çevirisidir. Bu bağımsız Galya bölgesi ve insanları -ki bu insanlara uzun saçlı savaşçılar da dahildir- Posidonius’un yanlarına seyahat ederek haklarında bilgi aktardığı şeylerdendi. Posidonius’un gözlemleri şu şekildeydi: “İnsanlar kemerli, ahşap ve hasırdan inşa edilmiş duvar ve döşemelere ve sazdan yapılmış ağır bir çatıya sahip muhteşem evlerde barınıyorlardı. Çok fazla koyun ve domuza sahiptiler.” Temel besin maddeleri ise: “Süt ve başta hem taze hem de salamura edilmiş domuz eti olmak üzere her türden etti. Domuzları tarlalarda yaşardı ve boy, güç ve sürat bakımından üstündüler.” Kesindir ki eski Kelt sanatı, domuzların (özellikle yaban domuzlarının) Kelt yaşamı ve kültüründe büyük öneme sahip olduğunu göstermektedir. Ayrıca ortaçağ Kelt yazınında da domuz her zaman kahramanların gözde yemeğidir.
Bunun yanında Kelt çiftçileri tahıl dahil olmak üzere ekin de ektiler. Orak, tırpan, kürek, dirgen, balta gibi tahta saplara Kelt zanaatkârlar tarafından ustalıkla tutturulan demir başlı el aletleri kullanırlardı (Bu tarz aletlerin tasarımları günümüze kadar büyük ölçüde aynı kalmıştır). Büyükbaş hayvanların çektiği demir uçlu sabanlar toprağı en iyi yaracak şekilde açılandırılmışlardı. Buna ek olarak, Posidonius’un zamanındaki çiftçiler o zaman bile hasat makineleri -ki bir Kelt icadıdır- kullanabiliyorlardı. Bu icat Pliny tarafından şöyle betimlenmişti: “Galya’daki yerleşimlerde, iki tekerin taşıdığı ve dişlerle tutturulmuş geniş kesitleri arkadan ittiren öküzlerin oluşturduğu bu mekanizma, tahıl tarlalarını sürmekte kullanılıyordu.” Hasat sonrasında, tahıllar genellikle yere hünerle kazılan ve nem, bakteri, küf gibi israfa yol açacak tehlikelere mahal vermeyen çukurlarda depolanırdı.
Galya’daki çoğu insan kırsal alanda yaşıyorduysa da bölgede kentler de mevcuttu. Bunların en büyüğü bugünkü Güney Almanya topraklarında yer almaktaydı. Hatta şehirlerden biri, kendisini çevreleyen beş mil uzunluğunda ve yalnızca tahtaları tutan çivileri altmış ton demirden yapılan bir sura sahipti. Arkeologlar uzun zamandır Orta Fransa’daki Bibracte kentinde, yani Aedui kabilesinin en büyük kentinde kazı yapmaktadır. Bulguları, sayısız zanaatkâr ve tüccarın burada yaşadığını ve çalıştığını göstermektedir. Diğer nesnelerin yanında, demirden aletler ve eşyalar (demir, kentin yakınındaki madenden çıkarılmıştır), çeşitli takılar, cam ve çeşitli renklerde mineyle süslenmiş eşyalar üretmiş ve satmışlardır. Bunlara ek olarak, altın ve gümüş sikkeler basmışlardır. Kilden yapılmış şarap testilerinin sayısından anlaşılacağı üzere, Bibracte’de büyük ölçekli bir şarap ticareti yapıldığı da söylenebilir. Fakat bu büyük ölçekli şarap tüketimine, kentin törensel ve yönetimsel bir merkez olması da neden olmuş olabilir, çünkü bilindiği üzere bu kent kabile konseyleri için bir toplanma mekânıydı.
Galyalı her kabile, kendi özyönetim sistemlerine sahipti. İki temel yönetim biçiminden söz edebiliriz. Geleneksel tarz yönetimde kabile rix yani kral veya şef diye çağırılan kişi tarafından yönetilirdi. Rix mertebesi kendiliğinden bir şekilde babadan oğla geçmezdi. Öyle görünüyor ki bu lider herhangi bir soylu aileden, yüksek rütbeli savaşçıların onayıyla seçilirdi. Grekler ve Romalılarla olan iletişimlerinden dolayı olacak, Galya’nın güney yarısındaki kabileler yeni bir yönetim biçimi benimsemişlerdi. Bu tarz yönetimde, kabile konseyi her yıl bir veya daha fazla olmak üzere “yargıç”lar seçerdi ve bu yargıçlar görev süreleri boyunca mutlak iktidar olurlardı. Fakat eğer savaş durumlarında iki kabile ittifak yaparsa, geçici olarak aralarından bir kişiyi rix olarak belirleyebilirlerdi.
Posidonius Galya’yı ziyaret ettiğinde, kabileler arası savaş oldukça yaygındı. Fakat bu savaşlar genellikle belirli sınırlamalara tabiydi. Kasabaları yıkmak, hasatları yok etmek, savaşmayan halka zarar vermek söz konusu değildi. Bu savaşlar daha çok, küçüklüklerinden beri bu uğurda yetiştirilmiş, küçük çaptaki asil savaşçı grupları arasında belirli bir hukuka dayalı olan ve şeref adına yapılan bir mücadele gibiydi. Galipler mağlupların silahlarını, atlarını ve takılarını alsalar da, nihai ödül zaferin şanı ve muzaffer savaşçıların öykülerinin nesiller boyu ozanlarca anlatılacak olması umuduydu.
Daha büyük bir zafer içinse -ve daha fazla savaşçının ölümünü engellemek için- savaşçılar genelde teke tek dövüşürlerdi. Diodorus’un Posidonius’tan aktardığına göre:
“Galyalı savaşçılar karşı karşıya geldiğinde, genellikle içlerinden biri çıkar ve karşı taraftaki en iyi adama bir düello için meydan okurdu. Bu savaşçı, silahlarını gösterişle açık eder ve düşmanlarının yüreğine korku salmaya çalışırdı. Eğer meydan okumayı kabul eden biri çıkarsa, atalarının şanıyla övünerek aynı şekilde karşı tarafı sindirmeye çalışırdı.”
Daha eski zamanlarda Romalılar da bu durumla karşılaşmışlardı. Kimi Romalı komutanlar, Keltlerin bu şekildeki meydan okuyuşlarına cevap vermiş ve teke tek dövüşe soyunmuşlardı. Fakat bu tarz, özellikle MÖ 200 yılının sonunda Roma ordusunun geçirdiği yeniden yapılanmayla beraber, hiç de Romalıların savaş biçimine uymuyordu. Önceleri ihtiyaç duyulduğu zamanlarda geçici olarak göreve çağrılan yurttaşlardan oluşan Roma ordusu, bu dönüşümden sonra tam zamanlı profesyonel bir orduya dönüşmüştü. İdman ve disiplin hiç olmadığı kadar hakimdi ve bunun sonucunda Roma’nın gücü de -Keltlerin yakında göreceği üzere- doruklarındaydı.
Sezar Galya topraklarında
MÖ 60’lı yıllarda, bir Cermen kabilesi olan Suebiler Galya’ya ciddi akınlar düzenliyorlardı. Bir yandan da Kelt kabileleri Dacialılar tarafından batıya doğru itiliyorlardı. Bugünkü İsviçre topraklarına denk düşen bölgede yaşayan Helvetii kabilesi ise hem kuzeyden hem de doğudan o denli çok baskıya uğruyordu ki, topyekûn Galya’nın batısına doğru göç etmeye karar verdiler ve Atlantik Okyanusu’nun yakınlarındaki topraklara yerleştiler. Dikkatlice hazırlandılar, hatta bir nüfus sayımı bile yaptılar. Sonraları sayımın Grekçe yazılmış belgelerini bulan Julius Sezar’ın aktardığına göre 368.000 göçmeni işaret eden bu sayım: “silah kullanabilecekleri, genç adamları, yaşlı adamları ve kadınları, ayrı ayrı ve isim isim…” kaydederek yapılmıştı.
Sezar, MÖ 59’da Roma Galyası’nın yöneticisi oldu. Sezar’ın toprakları üzerinden batıya doğru gitmek isteyen Helvetiilerin, önce onun iznini almaları gerekiyordu. Sezar reddetti. Helvetiiler, Aedui toprakları üzerinden gitmeye karar verdiler; fakat Aeduiler Helvetii işgaline karşı Sezar ile ittifak yaptılar. Sezar’ın, bir yönetici olarak, emrinde lejyonları bulunuyordu ve onları Helvetiilerin üzerine sürmekten çekinmedi. MÖ 58’de Helvetiileri “Uzun Saçlı Galya”ya kadar takip etti ve onları Bibracte yakınlarında yenilgiye uğrattı. Hayatta kalan 110.000 kabile üyesini ise geldikleri yere geri gönderdi.
Bu noktada Sezar da geldiği yere geri dönse iyi ederdi, fakat bunu yapmak yerine ordusuyla beraber Galya’nın derinliklerine at sürmeyi tercih etti. Galya’nın Koruyucusu olarak, bu topraklara kurulan Cermenleri defetmenin görevi olduğunu ileri sürüyordu. Kışı Bibracte’de geçirmek için kente yerleşti ve Galya Savaşı Üzerine Eleştiriler kitabını yazmaya koyuldu. Buradan Roma’ya yolladığı raporlar birer basın metni gibiydi.
Hırslı Sezar’ın eline altın bir fırsat geçmişti. Galya arazi, kaynaklar ve ticaret bakımından oldukça zengindi (Romalı tacirler Kelt şehirlerinde oldukça fazla iş yapıyorlardı). Ayrıca Keltlerin ellerinde kimi oldukça büyük ölçekli olan yüzlerce altın madeni bulunuyordu. Eğer Sezar, Galya’yı fethedebilirse yalnızca müthiş bir kumandan olarak ünlenmekle kalmayacak, aynı zamanda bu toprakların zenginliklerine de el koyacaktı. Bu, Roma’da güç kazanmak için oldukça sağlam bir yoldu.
Belgae isimli kuzeyli bir kabile, Sezar’ın Galya’daki hareketine tepki veren ve ona başkaldıran ilk Kelt topluluğu oldu. Fakat MÖ 57 yılında, Sezar onları ateşli bir savaşın sonunda mağlup etti ve yoluna batıdaki kabileleri zapt etmek için devam etti. Bu şekilde Orta Galya’yı çevreledi ve bölgenin dışarıyla olan bağlantısını -kaynak ve yardımları- kesmiş oldu. Kelt kabileleri ise kendi aralarındaki sorunları çözme ve Sezar’a karşı birleşme konusunda başarılı olamadılar. MÖ 56 yılında bütün Galya artık Sezar’ın elindeydi. Sezar artık kazandığı şan ve zenginliğin keyfini çıkarabilirdi, zira Galya’da bulunduğu süre içerisinde o kadar çok altına sahip olmuştu ki, Roma piyasasındaki altın fiyatları altıda birine düşmüştü.
MÖ 55 ve 54 yıllarında Sezar, o zamana kadar dünyanın kenarı (sonu) olarak bilinen Britanya içlerine doğru iki kısa sefer düzenledi ve şanına şan kattı. İkinci seferinden sonra Galya’ya dönüşünde ise Keltleri isyan halinde buldu. Şimdiki Belçika topraklarındaki bir kabileden gelen bir Kelt savaşçısı liderliğindeki Keltler koca bir lejyonu çoktan yok etmişlerdi. İsyanı bastırmak Sezar’ın bir yılını aldı.
MÖ 52 yılında ise çok daha güçlü bir ayaklanma baş gösterdi. Bu seferki isyanın lideri ise Sezar’ın bizzat sınırsız enerji ve demirden bir disipline sahip olduğunu söylediği Vercingetorix idi. Orta Galya’daki Arverni kabilesinin soylu bir ailesinden gelen Vercingetorix, muhtemelen oldukça “karizmatik” bir kişiliğe sahipti, zira ondan önceki hiçbir liderin başaramadığı bir iş yaptı: kabileleri birleştirdi! Arverni’den çok fazla takipçisinin olmasının yanı sıra, diğer kabilelerden de sayısız savaşçıyı peşinden sürüklüyordu. Başlattığı hareket büyüdükçe, kabileler konseyi onu bütün Galya kabilelerinin savaş lideri ilan etti. Ordusu 15.000 atlı savaşçıyı içeriyordu ve Dio Cassius’un aktardığı üzere bütün atlılar, “iki defa düşman sathını yarmamış olanlar, bundan böyle bir çatı altında yatmamaya ve ne çocuklarını, ebeveynlerini ne de karılarını bir daha görmemeye” yemin etmişlerdi.
Sezar’ın ayaklanmaya verdiği yanıt Orta Galya’daki birçok kenti kuşatmak ve yıkmak oldu. Vercingetorix’in kuvvetleri ise buna karşılık başarılı bir gerilla savaşı verdiler. Sezar’ın kendi atlı birliklerinin sayısı Keltlerinkinden oldukça azdı ve arayı kapatmak için sayısız Cermen paralı atlı askeri kiraladı. Paralı atlıların yardımıyla lejyonları isyancılarla arayı kapatmaya başladı. Vercingetorix ve ordusu Alesia’ya, iki derenin arasında yükselen bir tepenin üstüne konuşlandırılmış bu korunaklı kente sığındılar. Sezar kenti kuşattı. Sezar’ın onlara verdiği isimle “Galyalılar Konseyi”, Vercingetorix’e yardım etmek için kırktan fazla kabileden 240.000 piyade savaşçı ve 8000 atlıdan oluşan bir ordu topladı.
Fakat Alesia’da yardım kuvvetlerini beklemekte olan Vercingetorix’in ordusu açlıktan kırılıyordu, Sezar ise lejyonlarının savunmalarını güçlendiriyordu. Yeni Galya ordusu bölgeye vardığında Sezar’ın ordusu onlara geçit vermedi. Ordunun varışını takip eden beş gün boyunca tepedeki şehirden aşağıdaki kanlı çatışmayı izleyen savaşçılar, ölen Roma askerlerinin sayısının ölen Kelt savaşçılarının sayısından az olduğuna şahit oldular.
Bu olaydan sonra Vercingetorix kendi adamlarından oluşan bir konsey topladı ve savaşa kendi çıkarı için değil kabilelerin özgürlüğü için girdiğini belirterek teslim olmaya karar verdi. Konseye Romalılarla nasıl anlaşmak istediklerini danıştı: ölü olarak mı yoksa canlı olarak mı Sezar’a teslim olmalıydı? Karar verildi: “En güzel işlenmiş zırhını kuşandıktan ve atını süsledikten sonra, Vercingetorix, atını kentin kapılarına doğru sürdü. Oturuyor olan Sezar’ın çevresinden atıyla dolanarak bir çember çizdi ve atından indi, zırhını çıkardı, Sezar’ın ayaklarına çömeldi ve hareketsiz durdu, ta ki tutuklanana kadar.”
Bu yenilgiyle birlikte Keltlerin Galya’daki son bağımsızlık umudu da solup gitti. Sezar Galya’yı terk ederken arkasında bıraktığı tablo korkunçtu: yerle bir edilmiş sekiz yüzden fazla yerleşim ve ölen yahut köleleştirilen iki milyondan fazla Kelt. Vercingetorix ise, Roma’da altı yıl tutsak edildi. Altı yılın sonunda Sezar’ın zafer töreni esnasında sokaklarda halka açık bir şekilde teşhir edilerek gezdirildi ve öldürüldü.
Dünya’nın kenarında
Kelt kültürünün Britanya’ya ve İrlanda’ya ne zaman ve nasıl geldiği tartışmalı bir konudur. Büyük çaplı işgalciler mi yoksa küçük çaplı yerleşimciler ve tüccarlar mı onları bu topraklara taşımıştır? Britanya ve İrlanda’ya ayrı ayrı mı ulaşmışlar, yoksa önce Britanya’ya sonra buradan İrlanda’ya mı varmışlardır? Nasıl olmuştur da İngiliz ve İrlanda toplumları tamamen “keltleşmiş”lerdir? Ne yazık ki bu sorulara kesin yanıtlar veremiyoruz. Bulgular bize, Keltlerin Avrupa kıtasının batı kenarına muhtemelen MÖ 600 yılları civarında ulaştıklarını gösteriyor. Bu bölgeye birçok göç dalgası yapılmış olabileceği gibi, Kelt dili ve kültürünün daha küçük yerleşimler aracılığıyla zamanla bölgeye sızması ve yayılması da gerçekleşmiş olabilir.
İrlanda hakkındaki tarih yazınından elimizde olanların sayısı pek azdır. Şaşırtıcı bir biçimde, kadim yazarlar Britanya’da yaşayan halkları hiçbir zaman Kelt, Galyalı yahut “Galya topluluğu” olarak isimlendirmemişler, onları “Britonlar” olarak adlandırmışlardır. Ne olursa olsun, Romalılarla karşılaştıkları zaman Kelt dili konuştukları ve kültürlerinin de Galyalı halklara çok benzediğini biliyoruz.
Britonlar
Sezar Britanya’ya doğru ilk defa yola koyulduğunda, neredeyse hiç bilinmeyen bir yere doğru gidiyordu. Galyalı tacirler bu topraklara gitmişlerdi, fakat onlar bile ticaret yaptıkları bu topraklar ve insanları hakkında pek az şey söylüyorlardı. Strabo’nun aktardığına göre: “Sezar aldırmadan iki defa adanın yanından geçti fakat ivedilikle geri döndü. Ülkenin içlerine doğru gitmedi.” Fakat ilgi çekici gözlemler yapacak kadar ilerlemiş olan Sezar, eski Britanya hakkında yazılmış neredeyse ilk tarihsel belgeleri kaleme aldı:
“Britanya’nın iç kısmı kendilerinin adada doğduğunu söyleyenlerce mesken edilmişti. Belgae topraklarından geçerek sahil kısmına gelen insanlar… İnsanların sayısı çok fazlaydı, yapı sayıları da keza öyle, tıpkı Galyalılar gibi büyükbaş hayvan sayısı da inanılmazdı. Para olarak pirinç veya demirden çemberler kullanıyorlardı. Tavşan, kaz gibi hayvanları yemeyi doğru bulmuyorlardı…”
Britanya’da yalnızca Galya tipi evler yoktu; bunlardan farklı olarak daire şeklinde ve yüksek, koni biçimli, sazdan yapılmış çatıları olan evler de vardı. Tarihçiler bu tip barınakları “kaba kulübe”ler olarak nitelerlerdi, fakat arkeologlar bu yapıların hiç de “kaba” olmadığını öğrendiler. Bu yapıları yapmak sofistike bir mimarlık, mühendislik ve yapı yapma becerisi gerektiriyordu. Çoğu daire-ev oldukça sağlam ve dayanıklı idi. Ayrıca kat alanı açısından da, ortalama modern bir konuttan aşağı kalır yanları yoktu. Hatta bazıları o denli geniştiler ki, giriş kapılarında üstü kapatılmış verandalara ve galeri boşlukları ile balkonlara sahiplerdi.
Sezar beraberinde iki lejyon ile Britanya’ya gitti ve tabii ki Britanyalılarla savaştı. Not ettikleri arasında, Britanyalı savaşçıların cenk ederken “daha korkunç bir görüntü”leri olduğu da vardı, çünkü derilerini çivitotundan elde ettikleri mavi bir boya ile boyuyorlardı. Sezar, Britanyalı savaşçıların savaşlarda at arabalarını kullanma tarzlarını da şu şekilde anlatmıştı:
“Öncelikle düşman saflarını yarmak için hepsi birden arabalarını, neredeyse her yöne doğru sürüyorlar ve bu esnada silahlarını fırlatıyorlardı. Düşman atlıları arasına geldiklerinde ise arabalarından atlıyorlar ve savaşa yayan olarak devam ediyorlardı. Sürücüsüz kalan at ise savaş alanı ile arasına biraz mesafe koyuyor ve efendilerinin durumuna göre davranmak için bekliyordu.”
Sezar, kendi adamlarının “bu savaş taktiğinin yeniliği karşısında dehşete düştüklerini” de eklemiştir. “Buna rağmen” diye aktarır Strabo “Britonlara karşı iki veya üç zafer kazandı (Sezar)… ve beraberinde köleler, rehineler ve diğer birçok ganimeti getirdi. Fakat sonraları, prensleri ve çeşitli elçileri aracılığı ile Britonlar, Augustus Sezar ile dostluk kurdular.” Bu dostluk, ithalat ve ihracattan doğan kuvvetli bir ticaret ilişkisine işaret etmektedir.
Özgürlük savaşçıları, kraliçeler ve rahipler (Druidler)
Strabo yazılarını yazdığı dönemde (MÖ 27-MS 14 yılları arasında, yani Augustus Sezar’ın hükümranlığı döneminde), Kıta Avrupası ve Anadolu’daki Kelt bölgeleri Roma İmparatorluğunun birer parçası olmuşlardı. MS 43 yılında imparator Claudius, Britanya’yı da İmparatorluğa bağlamak istiyordu. Roma istilasına karşı gelişen Britanya savunması çok şiddetli fakat örgütsüzdü. Britanya Keltleri, ancak Vercingetorix öncesi Galya Keltleri kadar “birleşik” idiler. Bir yıldan kısa bir sürede Britanya’nın güneydoğusu tamamen Romalıların eline geçmişti.
Doğaldır ki Britanya toprakları, Roma’dan nefret eden kabileler ve liderleriyle hâlâ doluydu. Bu liderlerden biri de Batı Britanya’nın dağlık arazilerinden gelen ve Romalılara sayısız akın düzenlemiş olan Caracatus idi. Bu akınlara bir son vermek için Roma ordusu MS 47 yılında bugünkü Galler ve Cornwall bölgesini kapsayan topraklara geldi. Burada bulundukları birkaç yıl boyunca Keltlerle savaştılar.
Britanyalı Keltlerin bazıları ise adalarındaki Roma varlığını hoş karşıladılar. MS 51 yılında Britanya’nın kuzeyinde yer alan Brigantia’nın kraliçesi Cartimandua topraklarını Roma’ya teslim etmeyi teklif etti. Kocası Veutius ise tam bir Roma karşıtıydı ve bu yüzden Cartimandua onu boşadı ve yerine kendi yanında saf tutacak başka bir adamı seçti. Romalılarla olan dostluğunu, Caratacus’u bir tuzağın içine çekip onu düşmanlarına teslim ederek bir kez daha kanıtladı. Bu noktada Cartimandua’nın halkı ona karşı cephe aldı ve o da çareyi Roma tarafına kaçmakta buldu. Venutius tahtını geri aldı. Romalıların Brigantia’yı almak için savaşmaları gerekecekti.
Sonraki birkaç yıl boyunca Roma ordusu Batı Britanya’da birkaç kez kamp kurdu. MS 60 dolaylarında Romalı yönetici Suetonius Paulinus, Britanya direnişinin kalbi olarak Môn’u veya Anglesey’i tespit etti. Sahilin oldukça yakınında bulunan bu ada, oldukça güçlü ruhbanlar olan rahipler (Druidler) için bir karargâh işlevi görüyordu. Romalı tarihçi Tacitus, Paulinus’un adaya nasıl saldırdığını şöyle anlatır:
“Tehlikeli ve sığ sulardan piyadeleri geçirmek için düz tabanlı tekneler yapıldı. Atlılar ise en sığ yerlerden, kimi biniciler atlarıyla beraber yüzerek karşıya geçtiler. Keltlerin aralarında siyah elbiseli, deli saçlı kadınlar vardı… meşaleleri ateşe veriyorlardı. Yakındaki Druid rahipleri, elleri havada, (göklerden) en beter lanetleri çağırıyorlardı. Bu dehşetli görüntü askerlerimizi korkuttu. Hepsi buz kesmişçesine hareketsiz kaldı, ta ki komutan onlara bağırarak büyüyü bozana kadar. Komutan onlara deli kadınlar tarafından alt edilmenin ne kadar utanç verici olacağını haykırdı ve (Romalılar) ilerlemeye başladı, kendi meşaleleriyle yanan düşmanı bastırarak. Paulinus adayı ele geçirdi, kutsal ağaçları keserek…”
Môn’un düşüşünden hemen sonra güneydoğu bölgesi, İceni kraliçesi Boudica’nın önderliğinde ayaklandı. Dio Cassius’a göre Boudica “uzun boylu, korkutucu, ışıltılı gözleri ve tehditkâr bir sesi olan, vahşi sarı saçları beline kadar dökülen, altından yapılma müthiş bir boyunluk takan, renkli elbiseli ve kalın pelerinli” bir kadındı. Askerlerine ise “mızrak elde” seslenirdi. Boudica’nın ordusu -Dio’ya göre 120.000 askerden oluşuyordu- Romalılara karşı birçok başarı kazandı ve onlara büyük kayıplar verdirdi. Fakat bir kez daha, Romalıların disiplini Keltlerin öfkesinin üstesinden geldi. İsyan bastırıldı, Boudica intihar etti.
Romalılar Britanya işgaline istikrarlı bir biçimde devam ettiler. MS 84’te adanın son Kelt ordusu da yok edildi. Tacitus, Britanyalı lider Calgacus’un son muharebe öncesi ordularını toplayışını hayal etti. Tacitus’a göre Calgacus Romalılar hakkında şöyle konuşmuştu:
“Dünyanın yağmacıları, toprağı gelişigüzel talanlarıyla tükettiler… soygun, kasaplık ve tecavüzcülüğe ‘yönetim’in yalancı ismini verdiler, bir keder yarattılar ve ismine ‘barış’ dediler.”