Çeviren: Mithat Enç
Leeuwenhoeck öldü. Bu büyük bir kayıptır ve telâfisi mümkün değildir. Küçük hayvancıklar üzerindeki araştırmaları şimdi kim ilerletecek? İşte İngiltere’deki Royal Society ve Paris’teki parlak akademinin bilginleri birbirlerine bunu soruyorlardı. Sorularına bir yanıt verilmesi için uzun zaman beklemeye gerek kalmadı. Zira 1723’te Delft’li belediye kapıcısı iyice hak ettiği sonsuz uykusu için gözlerini henüz kapamıştı ki, bin iki yüz kilometre uzakta Kuzey İtalya’nın Scandiano şehrinde 1729’da yeni bir mikrop avcısı doğmuştu: Lazzaro Spallanzani.
Okuyacağınız makale, bir zamanların Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1951 yılında yayımlanan “Mikrop Avcıları” adlı kitabın (Bilim Eserleri Serisi, Paul de Kruif, Çev. Mithat Enç) ikinci bölümüdür. İlk bölümünü de geçtiğimiz sayıda yayımlamıştık. Bu sayımızda Leeuwenhoeck’un açtığı yoldan ilerleyen olağanüstü deneyci Lazzaro Spallanzani’nin öyküsünü okuyacaksınız.
Leeuwenhoeck’un halefi Lazzaro Spallanzani, mısralar mırıldanırken çamurdan evler yapan, sonra çamur evlerini unutarak böcekler, tahtakuruları, sinekler ve toprak kurtları ile garip ve gaddarca denemeler yapan tuhaf bir oğlandı. Ana-babasını sorulara boğacak yerde, canlı varlıkların kanat ve bacaklarını koparıp tekrar yapıştırmaya uğraşarak onları inceliyordu. Bu hayvanların görünüşleri onun umurunda bile değildi. Nasıl işlediklerini bulmak istiyordu.
Genç İtalyan da Leeuwenhoeck gibi mikrop avcısı olabilmek için, ana-babasının isteklerine meydan okumak zorunda kalmıştı. Babası avukattı. Lazzaro’yu uzun sayfalar dolduran hukuki belgelerdeki saçmalarla ilgilendirmek için elinden geleni yapmıştı. Fakat genç çocuk babasının elinden sıvışarak su üzerinde taş sektirmeyi ve bu taşların niçin batmayıp da su üzerinde zıpladıkları ile kafa yormayı tercih ederdi.
Akşamları iç sıkıcı dersler için babasının karşısına oturtulurdu. Fakat babası arkasını döner dönmez çocuk, pencereden kadife siyahı İtalya göklerindeki iri yıldızları seyre dalardı. Ertesi sabah da oyun arkadaşlarına bunlar hakkında uzun konferanslar verirdi. Bu yüzden de “müneccimbaşı” lâkabını kazanmıştı.
Bayram günleri iri vücudu ile Scandiano yakınındaki ormanların içine dalardı. Burada dumanları tüten tabii su kaynakları ile karşılaşınca gözleri hayretle açılırdı. Bu pınarlar haşarılığı bırakıp pek çocukça olmayan düşüncelerle kafası dolu eve dönmesine neden oluyordu. Ailesi ve rahip, bunların eski zamanlarda terk edilmiş bahtsız ve ormanda kaybolmuş güzel kızların gözyaşlarından meydana geldiklerini söylemişlerdi.
Kurnaz Lazzaro
Lazzaro hem söz dinleyen hem de politikacı bir çocuktu. Bu yüzden ne babasıyla ne de rahiple tartışmaya girişirdi. Fakat içinden onların söylediklerine “saçma” der, bir gün bunların nereden ve niçin geldiklerinin gerçek nedenlerini bulmayı tasarlardı.
Genç Spallanzani de Leeuwenhoeck gibi doğanın sırlarını keşfetmeye karar vermişti. Fakat o, bilimadamı olmak için tamamen farklı bir yol tuttu. “Babam hukuk tahsil etmemde ısrar ediyor, öyle mi… O halde hukuki belgelere karşı ilgim varmış gibi gözükmekte devam etmeliyim” diye düşündü. Her boş dakikasında matematik, Yunanca, Fransızca ve mantık alemlerine doğru kaçamaklar yaptı. Tatil günlerinde su üstünde taş sektiriyor, pınarları seyrediyor ve volkanların korkunç donanma şenliklerinin sebebini bir gün anlayabilmek hülyaları kuruyordu. Sonra bir gün kurnazca, meşhur fen adamı Valisnieri’yi ziyaret etti ve bu büyük adama kendi kendine öğrendiklerini, düşündüklerini anlattı. Valisnieri: “Çocuğum, sen fen adamı olarak doğmuşsun. Hukuk kitapları okuyarak vaktini ziyan ediyorsun” demişti.
Çocuk: “Fakat hocam, babam ısrar ediyor” yanıtını vermişti. Valisnieri öfkeyle baba Spallanzani’nin yanına giderek Lazzaro’nun yeteneğini hukuk kitapları üzerinde harcadığı için bir hayli çıkıştı. “Oğlun bir araştırıcı olacaktır. Scandiano’ya şeref ve şan getirecek, onu meşhur edecektir. Tıpkı Galileo gibi”. Böylece kurnaz genç Spallanzani babasının izin ve duasını alarak fen bilgisi tahsil etmek üzere Reggio Üniversitesi’ne yollandı.
Bu zamanlarda bir fen adamı olmak, Leeuwenhoeck’un ilk merceğini yontmaya başladığı günlerdekinden çok daha saygıdeğer ve emin bir işti. Büyük Engizisyonun pençesinin tırnakları artık düşmeye başlamıştı. Engizisyon, artık adı bilinmeyen canilerin dilini koparıp meçhul inkârcıları yakmayı, Servetus’ları, Galileo’ları mahkûm etmeye tercih ediyordu. Görünmeyen Kolej artık ne mahzenlerde, ne de karanlık odalarda toplanıyordu. Her tarafta bilim kurumları, parlamento ve kralların cömertçe ilgi ve bağışlarını elde ediyorlardı. Batıl inançlardan şüphe edilmesine izin verilmekle kalmıyor, bu iş bir çeşit moda haline gelmiş bulunuyordu.
Doğa üzerindeki gerçek araştırmaların heyecan ve ağırbaşlılığı filozofların herkesten uzak hücrelerine kadar girmeye başlamıştı. Voltaire yıllarca Fransa kırlarının inzivalarına çekilerek Newton’un büyük keşiflerini öğrenmeye çalışmış ve sonra da bunları memleketinin halkına öğretmeye, tanıtmaya uğraşmıştı. Hatta bilim, Madame de Pompadour gibi parlak, alaycı ve hafifmeşrep sosyete kadınlarının salonlarına kadar giriyor ve bunlar başlarını yasak ansiklopediler üzerine eğerek ruj ve ipek çorabın yapılışındaki bilim ve sanatı öğrenmeye uğraşıyorlardı.
Yıldızların hareketinden tutun da ufacık hayvanların oynaşmalarına kadar gösterilen bu heyecanlı ilgi ile beraber Spallanzani’nin parlak çağının insanları din ve dogmaların hatta en kutsallarını bile küçümsüyorlardı. Yüz yıl önce, Aristoteles’in biyoloji kitabına koyduğu saçma ve yeryüzünde bulunmayan hayvanlarına gülebilmek için insanların hayatlarını tehlikeye atması gerekiyordu. Fakat şimdi onun adı söylendiği zaman, çekinmeden kıs kıs gülerek şunu fısıldayabiliyorlardı: “Aristoteles, söylediği şeyler yalan olduğu halde inanılması gereken kişi demektir”. Buna rağmen yeryüzünde hâlâ bol bol bilgisizlik ve bir hayli uydurma bilim vardı.
Aynı şey hatta Royal Society’ler ve akademiler hakkında da doğruydu. Spallanzani de, uçsuz bucaksız hukuk labirenti içinde geçecek bir gelecekten kurtulmuş, bütün gücü ile her çeşit bilgiyi elde etmeye, her çeşit kuramı deneye vurmaya, şişman piskoposlardan tutun da devlet memurları, profesörler ve garip aktörlere, saz şairlerine kadar herkesle düşüp kalkmaya başlamıştı.
O, bilginler dünyasına adını duyurmadan önce yirmi yıl büyük bir sabırla mercek yontan, her şeyi inceleyen Leeuwenhoeck’un tamamen tersiydi. Spallanzani yirmi beşindeyken eski şairlerin eserlerini çeviriyor ve Homeros’un örnek sayılan, çok beğenilmiş İtalyanca çevirilerini eleştiriyordu. Reggio Üniversitesi’nde profesör olan meşhur kuzeni Mme. Lura Bassi’den matematiği büyük bir başarı ile öğrenmişti. Artık su yüzeyinde taş sektirirken ciddi bir tavır alıyordu. “Su üstünde taş sektirmenin mekanizması” konusu üzerinde bilisel bir makale de yazmıştı. Katolik kilisesine rahip oldu ve ayinlerde koro ile ilahiler söyleyerek geçinmeye başladı.
Spallanzani’nin sorusu
İçinden her türlü otoriteden nefret ettiği için rahatça çalışabilmesini sağlamak için kudretli kişilerin himayesi altına girdi. Papaz olarak dini inanın hür bir kapıcısı gözükmesi gerektiği halde bütün varlığı ile her şeyden şüphe etmeye, her bir şeyi tabii diye kabul etmemeye ve Tanrı’yı ancak herhangi türden üstün bir varlık olarak tanımaya başladı. Bundan da şüphe ettiyse bile ikiyüzlü tabiatı düşüncelerini içinde saklamasına neden olmuştur. Otuzuna girmeden Reggio Üniversitesi’ne profesör olmuştu ve heyecan içinde gözleri hayretten açılmış, onu dinleyen öğrenci kalabalığı karşısında ders veriyordu. İşte burada Leeuwenhoeck’un keşfettiği o acayip yeni hayvancıklar üzerinde çalışmaya başlamıştı.
Nerdeyse Hollandalının kendilerini çekip çıkardığı sisli meçhuller alemine dönmek üzere oldukları sırada bunlar üzerindeki deneyimlerine girişmişti. Küçük hayvanlar garip bir sorunun doğmasına ve ateşli bir dövüşün başlamasına sebep olmuştu. Bu soru olmasaydı belki de yüzyıllarca, sadece merak çekici şeyler olarak kalabilir yahut da tamamen unutulabilirlerdi. İyi dostları birbirine düşüren ve bilginlere papazların kafalarını parçalamak isteten soru kısaca şuydu: “Canlı varlıklar kendiliklerinden meydana gelebilirler mi? Yoksa yaşayan her şeyin bir ana-babası olması mı gerektir? Tanrı bütün hayvan ve bitkileri ilk altı günde yaratıp sonra kâinatın idare müdürlüğünü yapmak için makamına mı çekilmişti? Yahut da şimdi bile yeni hayvanların acayip yollardan meydana gelmesine izin vererek kendini eğlendiriyor muydu?”
Spallanzani’nin zamanında herkesin tuttuğu taraf, hayatın kendiliğinden meydana geldiğini iddia eden gruptu. Makul insanların çoğu, birçok hayvanların ana-babaya ihtiyaçları olmadığını ve tiksinti verici her çeşit pisliğin bahtsız piçleri olarak dünyaya gelebileceklerine inanıyorlardı. Örneğin işte size bir sürü bal arısı elde etmeye yaradığı ileri sürülen bir reçete: “Genç bir dana alın ve kafasına vurarak öldürün. Boynuzları dışarıda kalmak üzere, ayakta durur vaziyette toprağa gömün. Orada bir ay bırakın, sonra boynuzlarını testere ile kesin. İşte oradan aradığınız arı sürüleri uçacaktır.”
Hatta bilimadamları bile buna inanıyorlardı. İngiliz doğa bilimci Ross bilgince bir eda ile şunları bildirmekteydi: “Böcek ve haşerelerin öküz tersinden meydana geldiklerini kabul etmemek akıl, mantık ve deneyimden şüphe etmek olur”. Hatta fare gibi karmaşık hayvanların bile dünyaya gelebilmek için ana-babaya ihtiyaçları yoktu. Bundan şüphe eden birisi çıkarsa bırakın Mısır’a gitsin. Orada Nil’in çamurlarından dünyaya gelmiş, tarlaları istila ederek yerlilerin felaketine sebep olan fare sürülerini görsün.
Spallanzani büyük ve önemli kişilerin gerçek olduğuna inandığı bu hikâyelerden birçoğunu işitmiş ve daha garibi olan birçoğunu da okumuştu. Arı ve farelerin ana ve babaya ihtiyaçlarını olmadığını ispat için öğrencilerin ateşli tartışmalara giriştiklerini ve kavgalara tutuştuklarını görüyordu. Bütün bunları işitmişti ve hiçbirisine de inanmamıştı. Bunları aklı almıyordu. Fen bilgilerindeki büyük ilerlemeler çoğunlukla bu inanmayışlardan doğar. Bunlar fen bilgilerine ait fikirlerden değil, günün revaçta olan manasız ve batıl inanlarına karşı fen adamlarının kafalarında doğan şüpheci ilhamlarla başlar. Spallanzani hayatın kendiliğinden doğabileceği inanına karşı şiddetli şüpheler duyuyordu. Ona göre hayvanların ve hatta Leeuwenhoeck’un bücür yaratıklarının bile gelişigüzel herhangi bir şey veya bir pislik birikintisinden doğabileceğini sanmak olayların görünüşüne bakarak hüküm vermekten ileri geliyordu. Bunların doğumunun da bir kanun ve bir düzeni olması, işin kendine göre bir mantığı bulunması gerekti. Fakat bunu nasıl ispat etmeliydi?
Ne kadar açık!
Derken bir gece dinlenirken eline küçük, sade ve masum bir kitap geçti. Bu kitap ona hayatın nasıl doğduğu problemini çözebilmek için yepyeni bir rol gösteriyordu. Kitabı yazan adam kelimelerle tartışmaya girişmemiş, sadece deneyler yapmıştı. Spallanzani, “Allah’ım, hem de ne deneyler, ortaya koyduğu gerçekler ne açık ve ne aydınlık” diye düşündü. Uykusu kaçtı, şafağın yaklaştığını unuttu ve okumaya devam etti.
Kitap, sinek kurtçukları ve sineklerin üremesi hakkındaki batıl inandan söz ediyor ve en zeki insanların bile sinek ve kurtların bozulmuş etten çıktıklarına nasıl inandıklarını anlatıyordu. Sonra bu saçmayı ebediyen ortadan kaldıran küçük bir deney hakkındaki satırları okurken Spallanzani’nin gözleri hayret ve heyecandan adeta yuvalarından fırlayacakmış gibi oldu. Spallanzani cübbesini çıkarıp kalın boynunu mumun ışığına doğru eğerken, “Bu kitabı yazan Redi gerçekten büyük bir adam” diye düşündü. “…Bakın meseleyi nasıl çözüyor, iki kavanoz alıp her birine bir parça et koyuyor. Kavanozlardan birinin ağzını açık bırakıyor, ötekine de ince bir tülbent kapatıyor. Beklemeye başlıyor ve ağzı açık kavanozun içindeki etin üzerinde sineklerin uçuştuğunu görüyor. Bir zaman sonra bu etin üzerinde kurtlar gözükmeye ve biraz sonra da yeni doğan sinekler uçuşmaya başlıyor. Tülbentle ağzı kapatılan kavanoza da bakıyor, bir tek sinek ve kurtçuk göremiyor. Ne kadar kolay. Ana sinekleri ete erişmekten alıkoyan tülbent bütün bu işi hallediyor. Ne kadar açık. Fakat binlerce yıldır insanlar bu konunun tartışması ile nefeslerini tüketiyorlar, her şeyi bir anda çözecek bu deneyi yapmak hiçbirinin aklına gelmiyor.”
Papazlar savaşı
Artık meseleyi deneyler yolu ile sinekler üzerinde değil mikroskobik hayvanlar üzerinde çözmek için bir tek adıma ihtiyaç vardı. Zira tam o sıralarda bütün profesörler her ne kadar sineklerin yumurtadan çıkması mümkünse de, yarı görünür küçük hayvanlar muhakkak kendilerinden üreyebilirler diyorlardı.
Spallanzani acemi hareketlerle ufacık hayvanları üretmeyi ve mikroskop kullanmayı öğrenmeye girişti. Ellerini kesti, pahalı ve büyük laboratuar şişelerini kırdı. Bazen merceklerini temizlemeyi unutuyor, bazen de buğulanmış gözlüğünün arkasındaki küçük hayvancıkları, balık ağının karıştırdığı denizin içinde balıkların gözüktüğü gibi belirsiz bir halde fark edebiliyordu. Hatalarına kızıyordu. Leeuwenhoeck gibi sabırlı değildi. Fakat sabırsızlığına rağmen azimkârdı. Mikroskobunun görüş sahasındaki bu iplikciklerin iplikten başka bir şey olmadığını ispat edecekti. Fakat durun hele. “Bir şeyi ispat etmek niyeti ile işe başlarsam gerçek bilimadamı sayılamam. Gerçeklerin beni götüreceği yolu takip etmesini, antipati ve sempatilerimi gemlemesini öğrenmeliyim.” diyordu. Böylece küçük hayvanları inanmayan bir gözle değilse bile sabırla gözlemeye devam etti. Yavaş yavaş fikirlerinin gururuna, gerçeklerin sert keskinliği karşısında boyun eğdirmeyi öğrendi.
Bu sırada su katılmamış bir Katolik olan Needham adlı diğer bir rahip ortaya çıkmıştı. Bu papaz da deneyler yapabileceğini sanıyor, İngiltere ve İrlanda’da küçük hayvancıkların et suyunda şaşılacak kadar çabuk ürediklerini ileri sürerek herkesi etkilemeye uğraşıyordu. Needham deneylerinin sonuçlarını Royal Society’ye göndermiş, buradaki bilgin kişiler de çalışmalarını takdir edip bunlara inanmışlardı.
Needham, Royal Society’ye ateşin üstünde kaynayan et suyunu şişeye nasıl doldurduğunu, ağzını dışarıdan hiçbir şey girmeyecek şekilde mantarla sımsıkı kapadığını anlatıyordu. Bundan sonra da şişedeki et suyunu, sıcak külde yeniden ısıtacak kadar ihtiyatlı davranmıştı: “… bu şişenin içinde kalabilecek herhangi küçük bir hayvan veya yumurtasını da muhakkak bu sıcaklık öldürmüştür” diyordu. Bu et suyu şişesini birkaç gün için bir tarafa bırakmıştı. Sonra mantarını çıkarınca, işte o zaman mucizelerin mucizesi kendini göstermişti. Şişenin içindeki sıvıyı mikroskobu ile gözden geçirince ufacık mahlûklarla dolu olduğunu görmüştü. Needham Royal Society’ye, “Bu önemi büyük olan bir keşiftir. Küçük hayvanlar ancak et suyundan meydana gelmiş demektir. Bu, hayatın ölü varlıklardan kendi kendine meydana gelebileceğini gösteren gerçek bir deneydir.” diyordu. Bu iş için et suyunun mutlaka gerekli olmadığını, tohum veya çekirdeklerden yapılmış bir çorbanın da aynı işi görebileceğini ilave ediyordu. Needham’ın keşfi Royal Society ve bütün aydınlar dünyasını heyecan içinde bırakmıştı. Bu bir kocakarı masalı değildi. Deneysel kesin bir gerçekti. Bilim kurumunun büyükleri baş başa vererek Needham’ı bu seçkin bilgin aristokrasisinin bir üyesi yapmayı düşünmeye girişmişlerdi. Fakat uzakta İtalya’da Spallanzani de Needham’ın et suyundan küçük hayvancıklar yaratışı hakkındaki şaşırtıcı haberi okumuştu. Okurken kaşlarını çatmış ve kara gözlerini kısmıştı. Nihayet: “Küçük hayvancıklar et suyunda veya çekirdek, tohum çorbasında kendiliklerinden meydana gelemezler” diye homurdanmıştı. “…mükemmel gibi gözüken bu deney sahtedir. Belki, Needham da bunun böyle olduğunun farkında bile değil. Fakat işin içinde bir bit yeniği var. Bunun ne olduğunu meydana çıkaracağım.”
İçindeki peşin yargı şeytanı yine dile gelmişti. Spallanzani papaz meslektaşı için palasını bilemeye girişti. Bu İtalyan, münasebetsiz bir adamdı ve kendininkilere uymayan düşüncelere saldırmayı severdi. Bıçağını bilemeye başladı. Bunun da Needham’a karşı olduğunu söyleyebilirim. Sonra bir gece, parlak derslerinin uğultusundan ve bilgisine bayanların hayran olduğu şakrak salonlardan uzakta, laboratuvarında yalnızken Needham’ın deneyindeki bit yeniğini bulduğunu sandı. Kaz tüyünden kalemini çiğnedi, parmaklarını karışık saçlarının arasından geçirdi: “Küçük hayvanlar Needham’ın et suyu ve çekirdek çorbaları içinde neden ortaya çıktılar. Muhakkak Needham şişelerini iyice ısıtmamış ve güzelce kapatmamıştı.”
Dizi dizi şişeler ve çorbalar
Bu anda içindeki araştırıcı ruh ayaklandı. Düşüncelerini Needham’a yazmak için masasının başına oturmadı. Bunun yerine tozlu şişelerle dolu laboratuarına çekildi. Bir avuç tohumla bir şişe yakaladı ve mikroskobunun tozunu aldı. Gerekirse kendi düşüncelerini de çürütmek niyeti ile deneyimlere girişti. Needham çorbalarını yeterli ölçüde kaynatmamıştı. İhtimal ki çok yüksek ısıya dayanabilen hayvanlar ve yumurtaları vardı. Kim bilir. Spallanzani şişkin karınlı ve ince boyunlu şişeler buldu. Bunları yıkadı, ovdu, kuruladı ve pırıl pırıl yanan sıralar halinde masasının üstüne dizdi. Sonra bir kısmının içine her çeşit tohumlardan doldurdu. Bazılarına da bezelye ve badem koydu. Bundan sonra hepsinin içine arı su aktardı: “Şimdi bu çorbaları kısa bir müddet ısıtmayacağım, tam bir saat kaynatacağım” diye bağırdı. Ateşini yaktı ve düşünmeye başladı: “Ama şişelerimin ağzını nasıl kapamalı. Mantar iyice kapamayabilir. Akıl almayacak kadar küçük olan bu hayvancıklar bir taraftan içeri sızabilir. Buldum. Şişelerimin boyunlarını alevde eriterek kapatacağım, ağızlarını camla kapatacağım. Ne kadar küçük olursa olsun hiçbir şey camdan içeri sıvışamaz.”
Bunun üzerine pırıl pırıl yanan şişelerini birer birer eline aldı ve boyunlarını bir alev üzerine tutarak iyice kapanıncaya kadar itina ile büktü. Bazen çok ısınanlar elini yakıyor ve o da bunları yere düşürüyordu. Parmaklarının ucunda yanık kabarcıkları türüyor, küfürler savuruyor ve kırılanların yerine yeni şişeler hazırlıyordu. Sonra şişelerinin hepsi de kapatılıp hazır olunca: “Şimdi iyi bir ateşe ihtiyaç var” diye mırıldandı ve kaynar su içinde batıp çıkarak dans eden şişelerini saatlerce seyretti. Bunlardan bir kısmını yalnız birkaç dakika kaynattı. Bir kısmını da tam bir saat kaynar su içinde bıraktı.
Nihayet gözleri yorgunluktan yarı kapalı, çorba şişelerini dumanlar saçan kazandan çıkardı. Küçük hayvancıkların, bunların içinde dünyaya gelip gelmeyeceklerini görmek için bir tarafa koydu, artık uzun, endişeli bir bekleme devresi başladı. Ha, neredeyse söylemeyi unutacaktım; bundan başka ufacık, sade bir iş daha yaptı: ağızları mantarla kapanmış bir sıra, et suyu ile dolu şişe daha hazırladı. Bunları da bir saat kadar kaynattıktan sonra ötekilerin yanına dizmişti.
Bundan sonra kaynayan enerjisini bir türlü tüketemeyen binlerce iş peşinden koşmak için laboratuarından ayrıldı. İsviçre’deki tanınmış tabiatçılardan Bonnet’ye mektup yazarak deneyini anlattı. Top oynadı. Avlanmaya ve balık tutmaya gitti. Fen bilgileri üzerinde dersler verdi. Öğrencilerine yalnız kuru, teknik olaylardan değil, Leeuwenhoeck’un, ağzında bulduğu hayret verici hayvanlardan tutun da, garip haremağaları ile sultanın sayısız peçeli cariyelerine kadar her şeyden bahsetti. Nihayet tekrar ortadan kayboldu. Öğrencileri profesörler ve bayanlar “Rahip Spallanzani ne oldu” diye merak etmeye başladılar. O dizi dizi şişeleri ile çorbalarının yanına dönmüştü.
Spallanzani için zafer günü
Önce iyice kapadığı şişelerinin yanına gitti. Boyunlarını birer birer kırarak açtı. Havada bulunma olasılığı olan mikroskobik varlıklara karşı iyice kapadığı bu şişelerdeki çorbadan ince cam bir tüpe almaya uğraştı. İçlerinde bu küçük hayvanların üreyip üremediğini anlamak istiyordu. O artık hareketli ve ihtişamlı Spallanzani değildi. Hareketleri ağır ve sakindi. Bir makine veya tahtadan yapılmış yarı canlı bir mahlûk gibi, damla damla arkasına bu sıvıdan, merceğinin önüne koyuyordu.
Önce, bir saat kadar kaynattığı ve ağızlarını alevle eriterek kapadığı çorbalardan birçok damlaları gözden geçirdi. Uzun dakikalar süren gözlemi hiçbir şeyi bulamamakla ödüllendirildi. İçi merakla dolu, yalnız birkaç dakika kaynattığı şişelerine koşarak boyunlarını kırdı. İçlerindeki çorbadan merceğinin altına damlattı. “Bu da ne?” diye haykırdı. Merceğinin görüş alanı içinde ufacık hayvanlardan birkaçının oynaşarak dolaştığını fark etmişti. Bunlar evvelce gördükleri gibi iri mikroplardan değildi. Fakat gene de canlıydılar. “Hele bak, karınca kadar küçük balıklara benziyorlar” diye mırıldandı. O anda kafasında bir düşünce doğdu. “Bu şişeler boyunları eritilerek kapatılmıştı. Dışarıdan hiçbir şey içlerine giremezdi. Demek ki, çorbanın içinde birkaç dakikalık kaynatmaya dayanabilen küçük yaratıklar var.”
Sinirli ellerini, hasmı Needham’ınki gibi yalnız mantarla tıkadığı uzun şişe sıralarına uzattı. Mantarlarını birer birer çıkardı ve şişelerinin içine bir kere daha tüpünü daldırdı. Heyecanla homurdandı. Sandalyesinden kalktı. Yıpranmış not defterini yakalayarak, karışık bir stenografi ile hararetli hararetli anlaşılmaz şeyler yazmaya girişti. Yazdıkları, mantarla tıkanmış şişelerdeki çorbanın küçük hayvanlarla dolu olduğu hakkındaydı. Hatta bir saat kaynatılıp da mantarla tıkanmış şişeler bile hamsiden balinaya kadar her büyüklükte balıkların yüzdüğü denizlere benziyordu.
“Bu küçük hayvanlar Needham’ın şişelerine havadan girmiş demek…” diye haykırdı. “Bundan başka yepyeni bir gerçek daha keşfettim. Kaynayan suyun ısısına dayanan ve yaşamakta devam eden canlı hayvanlar da var. Bunları öldürebilmek için hiç olmazsa bir saat kaynatılmaları gerekmektedir.”
Spallanzani için bu bir zafer günüydü; kendisi farkında olmasa bile dünya için de bir zafer günüydü. Ready ustanın kokmuş etlerden sinekler dünyaya gelmediğini ispat etmesi gibi Spallanzani de küçük hayvanların kendiliklerinden meydana gelebilecekleri hakkındaki Needham teorisini çürütmüştü. Hatta bundan fazlasını da yapmıştı. Çünkü henüz emeklemekte olan mikrop avcılığı bilimini akıl almayacak bir efsane; mikrop avcılığının sağlam bir bilim kolu diye adının anılması karşısında diğer bilimadamlarının dudak bükecekleri bir kocakarı masalı olmaktan kurtarmıştı.
Heyecan içinde olan Spallanzani kız ve erkek kardeşlerini çağırarak güzel deneyini anlattı. Sonra öğrencilerine gözleri parlayarak, hayatın ancak hayattan doğabileceğini bildirdi: “Yaşayan her şeyin hatta bu sefil küçük hayvancıkların bile ana-babaları olması gerektir. Aleve tutarak çorba şişenizin boynunu eritir ve kapatırsanız dışarıdan hiçbir şey içine giremez. Bunu yetecek kadar kaynatın. İçindeki her şey, hatta kaynamaya dayanacak kadar kaşarlanmış yaratıklar bile ölecektir. Bunu yapınca hiçbir nevi çorbanın içinde hiçbir canlı hayvanın meydana gelemeyeceğini görür ve böylece kıyamet gününe kadar muhafaza edebilirsiniz.” Sonra, buluşlarının parlak ve alaycı bir üslupla Needham’ın kafasına fırlattı ve bilim dünyası birbirine girdi. Acaba Needham hata yapmış olabilir miydi? Londra, Kopenhag, Paris ve Berlin’in bilim kurumlarında, süslü avizeler veya uzun şamdanların ışığı altında toplanmış olan bilginler birbirlerine bunu soruyorlardı.
Buffon’un ‘geliştirici kuvveti’
Spallanzani ile Needham arasındaki tartışma, akademilerin kendini beğenmiş bilginleri arasında kalmadı. Dedikodu ağır kapıların aralarından sokaklara sızdı ve modern salonlara kadar girdi. Çünkü 18. yüzyılın insanları alaycı, eleştiriciydi. Her tarafta dine gülüyor ve doğada üstün bir gücün varlığını inkâr ediyorlardı. Bu yüzden de hayatın gelişigüzel ortaya çıkabileceği inancı pek hoşlarına gidiyordu. Fakat Spallanzani’nin deneyleri hatta en kurnazca ve kaçamaklı kelimelerle karşılık verilemeyecek kadar açık ve güçlüydü.
Bu esnada allahlık Needham da pek eli kolu bağlı durmuyordu. Bu adam bir reklam uzmanıydı ve tanınmış et suyu denemesi üzerinde konferanslar vermek için Paris’e gitmişti. Orada ünlü Buffon ile tanışmıştı. Buffon zengin ve yakışıklıydı. Bilim konuları üzerinde yazı yazmaktan hoşlanırdı. Güçlü ve açık hakikatleri kafasından bulabileceğini sanıyordu. Deneyler yapmasına pek de elverişli olmayacak kadar şık giyinirdi. Bunlardan başka gerçekten biraz da matematik biliyordu ve Newton’u Fransızcaya çevirmişti. En karışık rakamlarla her çeşit hokkabazlıklar yapabildiğini ve aynı zamanda zengin bir asilzade olduğunu da hatırda tutacak olursanız, böyle bir adamın deneyler yapmaya gerek görmeden küçük hayvancıkların anasız babasız dünyaya gelip gelmediklerini elbette bilmesi gerektiğini takdir edersiniz. İşte Paris’in dinsiz eğilimleri böyle söylüyordu.
Needham’la Buffon’un işleri pek yolunda gidiyordu. Buffon kirli laboratuvar masalarının tozları, cam tüpler ve kazara kırılan şişlerden sıçrayarak çorbalarla kirletmek istemeyeceği erguvani elbiseler ve dantelli kolluklar giyerdi. İşte bu yüzden düşünme ve yazma işleri ile kendisi uğraşarak deneyler içinde bocalamayı Needham’a bırakmıştı. Sonra bu iki adam oturup herkesin anlayabileceği büyük bir hayat teorisi, felsefe yaratmaya kalkıştılar. Bu felsefenin tanrısever Hıristiyanlarla dinsiz alaycıların hepsinin birden işine gelmesi gerekti. Bu kuram Spallanzani’nin ortaya koyduğu açık gerçeklere hiç yer vermiyordu. Zaten başka ne yapılabilirdi. Bu teori büyük Buffon’un kafasından doğmuştu. Bu teori de ne kadar açık ve kuvvetli olursa olsun, bütün gerçekleri yerinden sarsacak bir şeydi:
“Bu küçük hayvancıkların et suyu içinde, hatta kaynatıldıktan sonra da ortaya çıkmasının sebebi ne olabilir asil efendim?” diye Needham’ın asil konta sorduğunu düşünebilirsiniz. Kont Buffon, kafası olağanüstü bir hayal fırtınası içinde şu karşılığı vermişti:
“Rahip Needham, siz çok büyük ve önemli bir keşif yaptınız. Siz parmağınızı hayatın tam kaynağı üstüne koydunuz. Et suyunun içinde bu kuvveti meydana çıkardınız. Bu bir kuvvet olmalıdır ve hayatı yaratan her şeyin bir kuvvet olması gerektir.”
Rahip Needham: “Öyleyse asil efendim, buna geliştirici kuvvet adını verelim…” cevabını vermişti.
Buffon, “uygun bir isim” diye karşılık vermişti. Bunun üzerine en süslü elbiselerini giyip lavanta kokan kütüphanesine çekildi. Orada, kurul laboratuvar notları yahut da mercek ve şişelerden toplanmış eksiksiz gözlem sonuçlarına dayanarak değil, hayalinden yazmaya, et suyu ve sıcak çorbada ufak hayvancıkları yaratan geliştirici kuvvet hakkında yazmaya girişti. Geliştirici kuvvet az zamanda herkesin diline düşmüştü. Her şeyin sebebi olarak bu gösteriliyordu. Alaycılar için bu din ve tanrının yerini tutmuştu. Din adamları ise bunun, tanrının en güçlü silahı olduğunu söylüyordu. Bu anlamda bir sokak şarkısı yahut hafifmeşrep bir fıkra veya günümüzün modası olan görelilik prensibi kadar meşhur olmuştu.
‘Burada bilim için bir tehlike var’
En fenası Royal Society’nin sokak insanlarını geçebilmek gayretiyle ayakları eteklerine dolaşarak Needham’ı üye ilan etmesiydi. Paris Akademisi de onu muhabir üye seçmişti. Bu sırada İtalya’da Spallanzani laboratuvarına çekilmiş, öfke içinde ağzından tükürükler savurarak homurdanıp bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu.
“Burada bilim için bir tehlike var… Buna, bilimin hayat kaynağı olan gerçeklere göz yummak derler.” Spallanzani bir tanrı adamıydı ve ona göre tanrı kâfi derecede kutsaldı. Bu hususta hiç kimseyle tartışmaya girişmezdi. Fakat işte iki adam çıkmış, nefis deneylerine aldırış etmiyor, açık, güzel gerçeklerini inkâr ediyordu.
Fakat Spallanzani ne yapabilirdi. Needham ve Buffon, bilim dünyasını hoş sözlerle aldatıyorlardı. Onun ortaya koyduğu gerçeklere yanıt verememişlerdi. Spallanzani’nin şişelerinin boynunu eriterek yaptığı deneylerinin neresinde hata olduğunu gösterememişlerdi. İtalyan savaşsever bir adamdı. Gerçekler ve deneyleri silah yaparak dövüşmekten hoşlanırdı. Ama işte bu ağız kalabalığı altında ezilmiş duruyor ve hiçbir şey yapamıyordu. Spallanzani kudurdu, güldü ve bu “geliştirici kudret” martavalına hem öfkelendi hem de bununla alay etti. Needham, “Havva’yı Adem’in kaburgalarından meydana getiren kudret budur” diye söyleniyordu. Çin’deki hayret verici kurt ağacının doğmasının nedeni de gene bu geliştirici kudretti. Garip değil mi, bu ağaç kış mevsiminde bir kurttu ve yazları da geliştirici kudret tarafından bir ağaç haline çevriliyordu. Daha buna benzeyen ne akıl almaz saçmalıklar. Spallanzani, Needham’ın bundan sonra öküzleri insana ve sinekleri file çevirteceği bu sözüm ona geliştirici kudretinin canlı yaratıklara ait bütün bilim kollarını alt üst edeceğini görür gibi oldu.
Derken birdenbire Spallanzani’nin eline bir fırsat geçti. Çünkü Needham deneylerinden birisine itiraz etmişti. İtalyan’a, “Deneylerinizin tutulacak tarafı yok. Zira şişelerinizi tam bir saat ısıtmışsınız. Bu kadar şiddetli ısı, geliştirici kudreti zayıflatır. Onu, küçük hayvanları yaratamayacak kadar sakatlar.” diye yazmıştı.
Ateşli Spallanzani’nin beklediği de işte buydu. Dini bir huşu içinde kendini bekleyen kalabalık sınıflarını, müzesini, görmekten pek hoşlanan güzel bayanları unuttu. Cübbesinin geniş yenlerini sıvadı. Yazıhane üzerinde değil, laboratuvar masası başında, kalemle değil şişeler, tohumlar ve mikropları ile çalışmaya girişti.
Şu ‘geliştirici kudreti’ bir deneyelim bakalım
Demek ki Needham tohumlardaki geliştirici kudreti ısının tahrip ettiğini söylüyor. Bunu denedi mi acaba? Bu geliştirici kudreti nasıl görüyor yahut duyuyor, tadıyor yahut ölçebiliyor acaba? Ona göre bu tohumların içindedir… Pekâlâ tohumları ısıtırız ve görürüz.
Spallanzani bir kere daha şişelerini eline aldı ve temizledi. Her çeşit tohum, bezelye ve fasulyeyi su ile karıştırarak hazırladı. Laboratuvarı adeta şişelerle dolup taşmıştı. Yüksek raflarda bunlar dizilmiş duruyor, masa ve sandalyelerde bunlar oturuyordu. Laboratuvarının tabanına bırakılmış olanlar da dolaşmayı güçleştiriyordu.
“Şimdi bu şişelerden her grubu farklı ısılarda kaynatalım ve bunlardan ufak hayvanları en çok hangisinin dünyaya getirdiğini görelim” dedi. Sonra şişelerinden bir kısmını yalnız birkaç dakika, diğerlerini yarım saat, bir kısmını da bir saat, hatta bazılarını iki saat kaynar su içinde bıraktı. Bunların boyunlarını alevde eritip kapayacak yerde, hepsinin ağzını mantarla tıkadı. Needham bunun kâfi olduğunu söylemişti. Sonra ne olacağını görmek üzere hepsini bir tarafa yerleştirdi, bekledi. Balık tutmaya gitti. Oltasına balık takılınca çekip çıkarmayı unuttu. Müzesi için maddeler topladı, fakat evine getirmeyi unuttu. Maaşını arttırmak için entrikalar çevirdi. Kilisede vaazlar verdi. Kurbağaların çiftleşmesini inceledi. Nihayet bir kere daha şişe dizileri ve garip aletlerle dolu alacakaranlık laboratuvarına dalıp kayboldu. Bekledi.
Eğer Needham haklı idiyse, yalnız birkaç dakika kaynatılmış olan şişelerin hayvancıklarla dolu olmasına karşılık bir veya iki saat kaynatılmış olanlarda hiç bulunmaması gerekirdi. Şişlerin mantarlarını birer birer çekip çıkardı ve çorba damlalarını merceği altında uzun uzun gözledikten sonra keyifle güldü. Gerçekte, iki saat kaynatılmış olan şişelerin içinde ufacık hayvanlardan birkaç dakika kaynatılmış olanlardan çok daha fazlası görülüyordu.
“Geliştirici kudret ha!…” Bu saçmadan başka bir şey değil. Şişelerinizi yalnız mantarla tıkadıkça küçük hayvanlar havadan içlerine girecektir. Yüzünüz dumandan kararıncaya kadar kaynatabilirsiniz. Sıvı soğuduktan sonra mikroplar gene şişelerin içine girip üreyeceklerdir.
Spallanzani galip gelmişti. Fakat gene de, ancak anadan doğma bilimadamı olanların yapabilecekleri şeyleri yaptı. Kendi inanını, sevgili teorisini dürüstçe ve büyük bir ustalıkla kurulmuş deneylerle çürütmeye uğraştı. İşte bilim budur. Bu ancak nadir birkaç kişinin yapabileceği benliğini unutma ruh durumudur. Bu tuhaf insanlar için gerçek, sevgili istek ve kaprislerinden daha kıymetlidir. Spallanzani dar laboratuvarında, elleri arkasında düşünceli düşünceli bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu.
“Dur hele, her şeye rağmen belki de Needham gerçeği söylemektedir. Belki de tohumlarda şiddetli ısının tahrip ettiği esrarlı bir güç vardır.”
Bunun üzerine şişelerini yeniden temizledi. Biraz tohum aldı. Fakat bunu yalnız suda kaynatacağı yerde, kahve tavasında kapkara oluncaya kadar kavurdu ve bundan sonra üzerlerine damıtık su döktü ve homurdandı: “Eğer bu tohumlarda gerçekten bir geliştirici kudret varsa, hepsini de öldürünceye kadar kavurdum.”
Günler sonra tekrar şişelerinin yanına gelip, yanmış tanelerin kahverengine çevirdiği tohumları görünce alayla gülümsedi. Bu Buffon’la Needham’ı sıkıntı içinde kıvrandıracak bir gülümsemeydi. Zira her şişeden merceği önüne birer damla damlattıkça bütün şişelerin her damlasında sıvının içinde bu küçük hayvanların diğer bütün çorbalarda olduğu gibi ileri geri, şuraya buraya, sürü halinde keyifle koşuşup küçük hayatlarını yaşadıklarını görmüştü.
Kendi teorisinin asılsızlığını meydana çıkarmaya uğraşmıştı. Bunu yaparken de faziletli Needham’la süslü Buffon’u yere sermişti. Isının geliştirici kuvveti öldüreceğini ve bu yüzden küçük hayvanların doğmayacağını söylemişlerdi. İşte tohumları kömür haline gelinceye kadar kavurmuştu ama bu da küçük yaratıklar için mükemmel bir gıda olmuştu. Demek ki, “kudret” adı verilen nesne bir efsaneden başka bir şey değildi. Spallanzani artık kendini dinlemeye başlayan bütün Avrupa’ya bunu ilan etti.
Erkek kurbağanın içgüdüsü
Sonra küçük hayvanların sevişme, savaş ve ölümleri üzerindeki sıkı ve yorucu gözlemlerinden kurtulup dinlenmek için kendi vücudu üzerinde zalimce deneyler yaptı. Fakat ona bu da yetmezdi. Bu yüzden evinin sıcak ve karanlık tavan arasında yarasaların görmedikleri halde şuraya buraya nasıl çırpındıkları konusu üzerinde terletici araştırmalara girişti. Bütün bunların arasında küçük yeğenlerinin eğitimine yardım etmeye ve kardeşlerine bakmaya vakit buldu. Bunlar onun gibi dahi değildiler. Fakat kendi kanındandılar ve onları seviyordu.
Hayatın nasıl doğduğu esrarlı sorusuna döndü. Din bu soruya göz yummasını ve bunun yaratanın bir mucizesi olduğunu kör bir inanla kabul etmesini emrediyordu. Yalnız küçük hayvancıklar üzerinde çalışmadı. Bunların yerine merakını daha irilerine çevirdi. Kurbağaların çiftleşmesi üzerinde geniş araştırmalar yapmaya başladı. “Erkek kurbağanın dişiyi bu kadar şiddet ve ısrarla tutmasının sebebi ne olabilir?” diye kendi kendine sordu. Bu garip olay hakkında duyduğu hayret, yaratıcı zihnini misli görülmemiş barbarlıkta deneyler kurmaya sürükledi.
Bunları, baba kurbağaya işkence etmek için kapristen doğan şeytanca bir düşünceyle yapmıyordu. Fakat bu adamın yeni kurbağaların dünyaya gelmesiyle ilgili bütün gerçekleri bilmesi lazımdı. Acaba ne ile erkek kurbağayı, sıkı sıkı yapıştığı dişisini bırakmaya zorlayabilirdi. Bu deli papaz erkek kurbağanın arka ayağını kesti. Fakat ölüm halindeki hayvan doğanın işlettiği pençesini gevşetmemişti. Spallanzani garip deneyi üzerinde düşüncelere daldı: “Baba kurbağanın bu yapışkanlığı acıya karşı duygusuz oluşundan değil, döl yetiştirme yönsemesinin gücünden ileri gelmektedir.”
Hiçbir şey karşısında duraklamayan bu bilgi araştırmacısını bir içgüdü, hayvanlar üzerinde merhametsiz deneyler yapmaya zorluyordu. Fakat kendi vücudu üzerinde de aynı derecede zalimce ve fantastik araştırmalar yapmaktan çekinmiyordu. Midede gıdanın nasıl sindirildiğini inceliyordu. Bunun için, oyuk içlerine et yerleştirdiği tahta zarflar yutmuştu. Sonra parmağını boğazına sokarak kendini kusturmuş ve tahta zarfların içindeki etin başından neler geçtiğini bulmaya uğraşmıştı. Nefsine yaptığı bu delice işkencelere, kendisinin de itiraf ettiği gibi, korkunç bir bulantı duygusu engel oluncaya kadar devam etti.
Bu fısırtının sebebi ne?
Spallanzani Avrupa’daki şüpheci ve araştırıcıların hemen hemen yarısı ile mektuplaşıyordu. Mektuplaşma yolu ile şu meşhur iblis Voltaire’in samimi bir dostu olmuştu. Ona İtalya’da yetenek sahibi çok az insan bulunduğundan şikâyet ederdi. Buranın havası çok rutubetli ve sisliydi. Yavaş yavaş, dürüstçesine gerçeği arayıp insanlar için yeryüzünde mutluluk ve adaleti kurmaya uğraşırken ihtilallerin en kanlısına neden olan küçük bilgin ve filozof çetesinin önderi oluvermişti. Bu adamlar Spallanzani’nin, en küçükleri de dahil olmak üzere, bütün yaratıkların kendiliklerinden meydana gelebilecekleri saçmasını ebediyen ortadan kaldıracağına inanıyorlardı. Başta Voltaire olduğu halde hepsi de “geliştirici kudret” ve bunun babaları olan süslü Buffon’la laboratuvar uşağı rahip Needham hakkında alaycı nükteler savuruyorlardı.
“Fakat muhakkak geliştirici kudret denen bir şey vardır. Bu esrarlı bir şeydir. Bunu göremeyeceğinizi veya tartamayacağınızı itiraf ederim. Bu kudret hayatın çorbadan, et suyundan veya belki de hiç yoktan meydana gelmesini temin etmektedir. Bu kudret ihtimal Spallanzani’nin kullandığı bütün ısılara dayanabilmektedir. Kendini göstermek için muhtaç olduğu tek şey yardımcı edici elastiki havadan başka bir şey değildir. Spallanzani şişelerini bir saat kaynattığı vakit içlerindeki havanın elastikliğini bozmaktadır” diye Needham bağırıp duruyordu. Spallanzani bir an içinde gene silah başına döndü ve Needham’ın deneyler yapması için bağırıp çağırmaya başladı. Acaba o, elastikiliği azalacak mı diye, havayı ısıtmış mıydı? İtalyan, deneyler beklediği halde yalnız lafla karşılanıyordu: “Öyleyse bizzat ben bunun doğru olup olmadığını deneyeceğim” dedi ve bir kere daha sıra sıra şişelerini tohumlarla doldurarak boyunlarını alevde eritip kapadı ve bir saat kaynattı.
Sonra bir sabah laboratuvarına döndü ve şişelerinden birinin boynunu kırdı. Kulak kabarttı ve hafif bir “fıs” işitti. “Bu da ne?” diye mırıldandı. Başka bir şişe yakalayıp kulağına yaklaştırarak boynunu kırdı. Fıs… İşte gene aynı fısırtı. “Bu, havanın şişenin içine girmesi veya oradan çıkması demektir” diye bağırdı. Bir mum yaktı ve üçüncü bir şişenin boynunu kırarken maharetle ağzına yaklaştırdı.
Alev şişenin kırılan boynuna doğru eğilmişti: “Hava içeri giriyor. Bu, içerideki havanın dışarıdakinden daha az elastiki olması demektir. Bu da Needham’ın haklı olması ihtimalini gösterir.”
Bir an için Spallanzani midesinde garip bir bulantı duydu. Alnını soğuk bir ter kapladı. Dünya etrafında dönmeye başladı. Bu ahmak Needham ısının kapalı şişelerdeki hava üzerindeki etkisi hakkında ustaca bir tahmin yürütmüş olabilir miydi? Bu laf ebesi uzun yıllar süren zahmetli çalışmalarının ortaya koyduğu bütün bu açık ve kesin gerçekleri alt üst edebilir miydi? Spallanzani bu yüzden günlerce endişe içinde kıvrandı. Önceleri çok nazik davrandığı öğrencilerini azarlıyor, Dante ile Homeros’u okuyarak kendi kendini teselliye uğraşıyordu. Fakat bütün bunlar huysuzluğunu artırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Hiç rahat durmayan işkenceci bir şeytan durmadan ona işaretler yapıyor ve şunları söylüyordu: “Ağızlarını kırdığın vakit şişelerin içine havanın niçin saldırdığını bul. Bunun belki de elastikilikle hiçbir ilişiği yoktur.” Bu şeytan geceleri onu uyandırıyor vaaz verirken şaşırmasına neden oluyordu.
Derken kafasında şimşek gibi bir açıklama yolu çıktı ve laboratuarına koştu. Burası kırık şişeler, terk edilmiş tüplerle kaplıydı. Bu karışıklığın kederli havası cesaretinin ne kadar kırıldığını gösteriyordu. Raflardan birine uzanarak şişelerden birini aldı. İpucunu eline geçirmişti. Needham’ın hata ettiğini gösterecekti. Bunu henüz ispat etmemiş olmakla beraber rahat bir nefes alarak gerindi. Hafif fısırtının sebebinin ne olduğunu bulduğuna o kadar emindi. Şişelere bakarak gülümsedi ve “Kullandığım bütün şişelerin oldukça geniş boyunları var. Alevde onları kapatırken camın erimesi bir hayli ısıya ihtiyaç gösteriyor. Bu ısı, ağzı kapanıncaya kadar şişedeki havanın çoğunu dışarı zorluyor. Yani bu yüzden şişelerin boynunu kırdığım zaman havanın içlerine saldırışı şaşılacak bir şey olamaz” dedi.
Needham’ın şişe dışında kaynayan suyun içindeki havanın elastikiliğini bozduğu hakkındaki iddiasının saçmadan başka bir şey olmadığını anlamıştı. Fakat bunu nasıl ispat edebilirdi? İçindeki havayı kaçırmadan şişeleri nasıl kapamalı? Burada şeytanca becerikliliği imdadına yetişti. Gene eline bir şişe aldı. İçine tohum doldurdu ve yarı yarıya arı su ekledi. Sonra şişenin boynunu alevde, ince, çok ince bir delik haline gelinceye kadar büktü. Bu gerçekten çok ince bir delikti. Fakat her şeye rağmen dışarıdaki havanın içeri girmesine yetiyordu. Sonra şişeyi soğumaya bıraktı. Bu sayede içerideki hava ile dışarıdaki aynı yoğunluğa ulaşacaktı. Nihayet iğne genişliğindeki deliği tekrar aleve tuttu. İçerideki havayı rahatsız etmeden göz yumup açıncaya kadar delik kapanıvermişti. Memnun, şişesini kaynar suyun içine yerleştirdi ve kazanın içinde aşağı yukarı fıkırdayıp dans edişini seyrederken mısralar inşa etti. Keyifli türküler mırıldandı. Şişeyi dört gün için bir tarafa bıraktı. Derken bir sabah alacağı sonuçtan emin, onu açmak üzere laboratuarına girdi. Bir mum yaktı, şişenin boynuna yaklaştırdı. Bunu dikkatle kırdı. Fıss… Fakat bu sefer mumun alevi şişeden uzaklaşmıştı. Şişenin içindeki havanın elastikliği dışarıdakinden daha fazlaydı.
Bütün kaynatmalar şişenin içindeki havayı hiç de bozmamıştı. Hatta içerideki hava eskisinden daha elastikleşmişti. Needham’ın söylediğine göre havanın elastikiliği, harikulade geliştirici kudreti için lüzumluydu. Şişenin içindeki hava ise üstün bir elastikilik kazanmıştı. Fakat bu şişedeki çorbadan damla damla arkasına gözden geçirdiği halde küçük hayvanlardan bir tane bile bulamamıştı. Aynı deneyi Leeuwenhoeck inadı ile tekrar tekrar yaptı. Şişeler kırdı. Gömleğinin önüne kaynar sular sıçrattı. Ellerini yaktı ve uzun deneyleri tekrarlamak zorunda kaldı. Fakat ilk elde ettiği sonucun her defasında doğru çıktığını gördü.
Buffon-Needham teorisinin sonu
Muzaffer bir sesle son deneyini bağırarak Avrupa’ya ilan etti. Needham ve Buffon da bunu işittiler ve suratları asık, anlamsız teorilerinin yıkıntısı ortasında oturakaldılar. Artık söylenecek bir şey kalmamıştı. Spallanzani basit bir gerçekle ağızlarını tıkayıvermişti. Bundan sonra İtalyan da biraz yazı işi ile uğraşmak üzere masanın başına oturdu. Laboratuvarında bir üstattı ve ortaya koyduğu gerçeğin, Needham’ın “hayat kendiliğinden doğabilir” diye iddia ettiği boş masalı yıktığından emin olunca da kalemi ile şeytan kesilmişti. Artık Spallanzani, en küçük hayvanların bile daima kendinden önce yaşayan hayvanlardan meydana geldiklerinden emindi. Bundan başka ufacık mikropların da ana-babaları gibi daima aynı türden bir mikrop kalacağından emindi. Tıpkı bir yabaneşeğinin bir zürafa haline geçmeyip veya bir öküz doğurmayacağı, yaban eşeğinin daima yabaneşeği olarak kalması ve yalnız yabaneşeği yavruları dünyaya getirmesi gibi.
Spallanzani: “Kısacası Needham hata etmiştir ve yıldızların hareketlerinde olduğu gibi hayvanlar biliminde de bir kanun ve düzenin varlığını ispat ettim” diye dünyaya haykırmıştı.
Sonra, ortaya koyduğu mükemmel gerçeklerle yenilmese idi Needham’ın küçük hayvanlar bilimini nasıl allak bullak edeceğini anlattı. Bu garip geliştirici kudret gerçekten var olsaydı artık ne hayvanlar dünyaya getirip ne hokkabazlıklar yapmazdı. Spallanzani, “Tıpkı taze proteinlerde olduğu gibi, çorbalar içinde gördüğünüz bu mikroskobik yaratıkların bir an iplik gibi ince, sonra oval, derken yuvarlak, bazen de benek ve boynuzlarla süslenmiş, çöreklenmiş bir yılan halinde sürekli şekil değiştirmesinin sebebi ne olabilir?” diye soruyordu. Bu harikulade hayvan Needham’a geliştirici kudretin nasıl şurada bir kurbağa ötede bir köpek, derken bir tatarcık, bazen bir fil, bugün de bir örümcek, yarın bir balina, şu anda bir öküz, arkasından bir insan yaratabileceğini izaha hizmet edecek bir örnek olabilir” diyordu.
İşte Needham ve geliştirici kudretinin sonu bu olmuştu. Yaşamak bir kere daha rahatlaşmıştı. Artık etrafınızda, sinsi sinsi dolaşarak sizi bir su aygırına çevirebilecek münasebetsiz bir kudretin yokluğundan emin olabilirdiniz.
Doğa koleksiyonculuğu
Avrupa’nın bütün üniversitelerinde Spallanzani’nin adı söyleniyordu. Bilim kurumları onu günün bir numaralı bilim adamı sayıyorlardı. Büyük Frederik kendisine uzun mektuplar yazdı. Onu kendi eliyle Berlin Akademisine üye yaptı. Frederik’in amansız düşmanı Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresia da büyük kralı geçmek için Spallanzani’ye Lombardia’daki eski ve önemini kaybetmekte olan Pavia Üniversitesi’nin profesörlüğünü teklif etti. Önemli kişiler özel ve debdebeli bir heyet halinde, hükümdar mühürleri ile damgalı mektupların ağırlığı ile belleri bükülmüş geldiler ve Spallanzani’ye can çekişen bir üniversiteyi diriltmesini rica ettiler. Maaş hakkında uzun ve sonu gelmeyen tartışma ve pazarlıklar, doğa tarihi profesörlüğü ile Pavia Üniversitesi doğa tarihi müzesinin müdürlüğünü kabul etmesi ile neticelendi.
Burada Spallanzani doğa bilimleri müzesine girdi; bütün raf ve camekânları boş buldu. Kollarını sıvadı, her konu üzerinde dersler vermeye girişti. Kalabalık toplantılar karşısında büyük deneyler yaptı. Öğrencileri ona karşı korku ile karışık hayranlık duyuyorlardı. Zira becerikli elleri bu deneyleri daima başarılı bir sonuca erdiriyordu. Her taraftan süslü ve acayip şekilli hayvanlar, garip bitkiler ve tanınmayan kuşlar getirerek boş rafları doldurdu. Bizzat kendisi tehlikeli dağlara tırmanarak kıymetli madenler ve maden filizleri getirmişti.
Çekiç kafalı köpek balıkları yakaladı. Parlak renkli kuşlar tuttu. Müzesi için yaptığı hayret verici koleksiyon seferleri ile kendini, sakin ve herkesin sevdiği bir bilimadamı olmaktan ziyade fantastik bir şekilde herkesten farklı bir varlık haline getiren rahatsız edici sonsuz enerjisini boşalttı. Cesareti ve kitleye kendini sevdirmesi yönünden tıpkı Theodore Roosevelt’e benziyordu. Fakat Theodore’un muhteşem sallapatiliğinden onda eser yoktu.
Bu hayvancıklar nasıl nefes alıyor?
Bu hararetli koleksiyon yapma ve okutma faaliyetleri arasında, çorbaları ve mikroskobik hayvanları ile laboratuvarına kapanıyordu. Orada bu yaratıkların da tıpkı insanlar, atlar ve filler gibi doğa kanunlarına uymaya mecbur olduklarını gösteren uzun deneyler yapıyordu. Mikropla dolu et suyu damlalarını küçük cam parçaları üzerine bırakarak üzerlerine sigara dumanı üflüyor ve merceği ile merakla seyrediyordu. Bunların, dumanın rahatsızlığından kurtulmak için etrafa kaçıştıklarını görünce de sevinçten haykırmıştı. Üzerlerine elektrik şerareleri sıktı ve bu ufacık yaratıkların sersemleyerek kendi etraflarında dönüp süratle ölüşlerine hayret etti.
“Küçük yaratıkların tohum veya yumurtaları tavuk, kurbağa yahut da balık yumurtasından farklı olabilir. Boyunlarını eriterek kapattığım şişelerimde kaynayan suyun ısısına da dayanabilmeleri olasıdır. Fakat başka yönlerden bu küçük hayvanların öteki hayvanlardan hiçbir farkı yok” demişti. Fakat hemen bunun arkasından emniyetle söylediği sözleri geri almak zorunda kalmıştı.
“Yeryüzündeki bütün hayvanların yaşayabilmek için havaya ihtiyacı vardır. Bu küçük yaratıkların ne kadar hayvan olduklarını göstermek için de kendilerini havasız bir boşluğa koyarak öldüklerini seyredeceğim.” Spallanzani bir gün laboratuvarında kendi kendine işte bunları söylemişti. Büyük bir ustalıkla Leeuwenhoeck’un küçük yaratıklarını gözlemek için kullandığı çok ince cam tüplere benzer tüpler yaptı. Bu tüpü mikroplarla dolup taşan bir çorbanın içine daldırdı. Kıl inceliğindeki tüpün içini doldurdu. Bundan sonra tüpün bir ucunu eriterek kapattı ve şaşılacak bir ustalıkla öteki ucu kuvvetli bir hava boşaltma tulumbasının ucuna bağladı. Tulumbayı işletti. Bunun arkasından merceğini tüpün ince cam duvarına yapıştırdı. Küçük hayvanların yüzmek için kullandıkları mini mini kollarının hareketsiz kalmasını bekliyordu. Havasızlıktan başları dönüp ölecekler sanıyordu. Tulumba çalışmaya devam ediyordu, ama mikroplara hiçbir şey olmuyordu. Hiç aldırmadan işlerine devam ediyor ve yaşayabilmek için havanın gerekli olduğunun farkında bile değilmiş gözüküyorlardı. Günlerce ve haftalarca yaşamaya devam ettiler. Spallanzani bozuk bir nokta bulabilmek için deneyini durmadan tekrarlıyordu. İmkânı yok, hiçbir şey havasız yaşayamaz. Hayretini bir mektupla dostu Bonnet’ye anlattı: “Bu ufacık varlıklardan bazısının doğası hayret edilecek bir şey doğrusu. Hava boşluğu içerisinde bile havadaki faaliyetlerini devam ettirmeye başırılı oluyorlar. Bütün işlerini görüyorlar. Sıvı içindeki aşağı yukarı dolaşıyorlar. Hatta günlerce bu hava boşluğu içinde üremeye devam ediyorlar. Bu ne olağanüstü bir şey. Çünkü biz daima, havanın faydalarından uzak yaşayabilecek hiçbir hayvanın varlığına inanmıyorduk.”
Küçük dalavereler
Spallanzani hayal gücüyle ve hızlı düşünmesiyle övünürdü. Bu kendini beğenmişliği de, öğrencileri, zeki bayanlar, bilgin profesörler ve fatih hükümdarlar tarafından beslenmekteydi. Fakat o bir deneyciydi de. Hem de her şeyden önce bir deneyciydi ve kafasının parlak buluşlarından birini yeni bir gerçek yenince, alçakgönüllülükle boyun eğerdi.
Bu esnada deneylerinde bu kadar doğru olan bu adam, laboratuvarının kokuları, zehirli buharları ve pırıl pırıl yanan makinaları arasında bulduğu gerçeklerden başka bir şeyden söz etmeyen bu namuslu bilim hizmetkârı, Pavia Üniversitesi’ndeki profesörlük maaşını artırabilmek için kötü dalavere planları kuruyordu. Futbol oynayan, dağlara tırmanan gezginci Spallanzani, Viyana’daki büyük şahsiyetlere, sağlığının bozukluğundan şikâyet ediyor, Pavia’nın rutubet ve sisinin kendini öldüreceğinden söz ediyordu. İmparator onu yerinde tutabilmek için maaşını artırmaya mecbur kalmıştı. Spallanzani gülmüş ve bu yalanına siyaset adını vermişti. Her zaman istediği her şeyi elde ediyordu. Göz kamaştırıcı deneyler ve delice bir sabırla gerçekleri elde ediyordu. Çalışmak, kurnazca entrikalar ve sahtekârlıklarla da para ve terfiye kavuşuyordu. Papaz olmakla da dini zulümden kurtulmuştu.
Artık ihtiyarlık yaşlarına girmek üzere iken küçük laboratuvarından uzaktaki alanlarda da delice araştırmalar yapmanın özlemini çekmeye başladı. Hikâyesinden o kadar hoşlandığı eski Troya harabelerini görmek istiyordu. Bundan başka ona göre böcekler, kurbağalar ve tohum çorbalarında yaşayan küçük hayvancıklar kadar doğa tarihinin bir kısmı olan haremleri, cariyeleri ve haremağalarını da incelemesi gerekti. Ayrıcalıklar aradı ve buldu. Nihayet imparator Joseph, hiçbir zaman o günlerdeki kadar yerinde olmayan sağlığını düzeltmek üzere ona, İstanbul seyahati için bir yıl izin ve para verdi.
Doğu gezisi
İşte bunun üzerine Spallanzani şişelerini kaldırıp laboratuvarını kilitledi ve öğrencilerine drama ve gözyaşları ile ıslanmış bir veda yaptı. Akdeniz’de Doğu’ya doğru giderken Spallanzani’yi müthiş deniz tuttu ve bindiği gemi battı. Fakat bu kaza esnasında da adalardan topladığı bitki ve taş örneklerini kurtarmayı unutmadı. Sultandan ikram ve saygı gördü. Sarayın hekimleri, latif odalıkların adetlerini incelemesine izin verdiler. Bundan sonra Türklere, 18. yüzyılın iyi bir adamı sıfatıyla Spallanzani, misafirperverlikleri ile mimari tarzlarına hayran olduğunu, fakat esircilik gelenekleri ile hayata karşı gösterdikleri ümitsiz kadercilikten nefret ettiğini bildirdi.
Onun, nazik fakat yerinde sayan Doğulu dostlarına: “Biz, Batılılar bu yeni bilimimizle, görünüşte önüne geçilemez sanılan ebedi insanlık ıstırap ve işkencelerini dindireceğiz” dediğini düşünebilirsiniz. O her şeyden evvel güçlü bir Tanrı’nın varlığına inanıyordu. Fakat buna inandığı halde gözlerinde araştırıcı ruhu ve gerçek buluculuğu parlıyor ve bütün düşünce ve sözlerini dolduruyordu. Bu da onu Tanrı için, doğa ve bilinmeyenler âlemi gibi mazeretler bulmaya zorluyor, bu bilinmeyen doğanın keşfi ve hatta fethi için kendi kendini Tanrı’nın baş asistanı tayin etmeye mecbur kaldığını göstermeye zorluyordu.
Birçok aylardan sonra Balkan Yarımadası yolu ile karadan dinç askerlerin himayesi altında, Bulgar dükleri ve Sırp gospodorları tarafından ağırlanıp eğlendirilerek memleketine döndü. Hamisi ve efendisi olan İmparator Joseph’e saygılarını sunmak için Viyana’ya da uğradı. Bu şeref günü bütün meslek hayatının en baş döndürücü anı olmuştu. Başarının verdiği sarhoşlukla bütün hülyalarının nasıl gerçekleştiğini düşünürken onu bir hayal edin. Fakat derken…
Kumpas ve karşı-kumpas
Spallanzani muzafferane seyahatinde iken yeniden canlandırmak için o kadar emek verdiği Pavia’daki üniversitesinin üstünde kara bulutlar toplanmaya başlamıştı. Öteki profesörler yıllardan beri onun kendi öğrencilerini ellerinden almasına seyirci kalmak zorunda bırakılmışlardı. Fakat seyredip diş bilemişlerdi.
Spallanzani, yorucu gezileri, birçok zahmet ve tehlikeleri göze alarak bir zamanlar bomboş olan doğa tarihi müzesini bütün Avrupa’nın ağzında dolaşacak bir hale getirmişti. Bundan başka Scandiano’daki eski evinde de şahsına mahsus küçük bir koleksiyonu vardı. Bir gün kıskanç düşmanlarından rahip Volta, Scandiano’ya gitmiş ve bir dalavere ile Spallanzani’nin özel müzesini gezmeye muvaffak olmuştu. Papaz her tarafa burnunu sokmuş ve bir aralık yüzünde iblisçe bir gülümseme belirmişti. İşte şurada birkaç kavanoz, ötede de doldurulmuş bir kuş, bir yerde de bir balık görülüyordu. Bütün bunların üzerinde de Pavia Üniversitesi müzesinin kırmızı etiketleri yapışıktı. Volta cübbesinin siyah kıvrımları içerisinde saklı olarak oradan sıvışmıştı ve evine doğru yol alırken parlak zekâlı Spallanzani’nin kafasını koparmak için haince planlar hazırlamıştı. Spallanzani tam Viyana’dan evine döndüğü sırada Volta, Scarpa ve Scopoli bir broşür yayımlayıp Avrupa’nın bütün büyüklerine ve kurumlarına yollayarak dedikodu cehenneminin kapılarını açmışlardı. Bu broşür Spallanzani’yi Pavia Üniversitesi’ne ait eşyayı çalarak Scandiano’daki küçük müzesinde saklamak gibi kötü bir suçla itham ediyordu.
Spallanzani’nin parlak dünyası başına yıkılmıştı. Olağanüstü meslek hayatının bir anda harabeye döndüğünü görür gibi oldu. Korkunç rüyalarında kendini öven ve kıskananları, keyifle kahkahalar savururken işitiyordu. Açık gerçekler ve deneyleri ile yendiği kimselerin sevinçlerini ve hatta o saçma geliştirici kudret teorisinin hortlayacağını düşündü.
Fakat birkaç güç içinde yeniden kendini topladı. Her ne kadar hâlâ korkunç bir rezaletin kahramanı idiyse de, toparlanıp sırtını duvara vererek düşmanlarına karşılık vermeye hazırlandı.
Sabırlı mikrop avcısı, Voltaire’in nazik mektup dostu ortadan kaybolmuştu. Nüfuzlu bir politikacı haline geldi; bir tahkik komisyonunun oluşturulmasını istedi ve bunu elde etti. Yalancı şahitler buldu ve darbeye darbeyle karşı geldi.
Nihayet Pavia’ya döndü. Oraya giderken neler düşünmüş olduğunu gerçekten merak ediyorum. Acaba kendini, şehre girerken eski hayranlarının arkalarını çevirerek uzaklaştığı, çirkin dedikoduların kurbanı olarak mı zihninde canlandırmıştı? İhtimal! Fakat Pavia kapılarına yaklaşınca garip bir şey olmuştu; kendisine hayran ve tapınan öğrenci kalabalığı tarafından karşılanmıştı. Onunla beraber olduklarını söylemişler ve sevinç haykırışlarıyla kürsüsüne götürmüşlerdi. Bu anda, bir zamanlar kendine güvenen mağrur adamın sesi soğuklaştı, burnunu sildi ve ancak kekeleyerek öğrencilerine, bağlılıklarının kendisi için ne demek olduğunu anlatabildi.
Derken tahkik komisyonunu ve ithamcılarını huzuruna çağırdı. Tabi Spallanzani’yi artık kâfi derecede tanıdığımız için olup biteni tahmin edebilirsiniz. Hakimlere, çaldığı iddia edilen kuşların beceriksizce doldurulduğunu, tüylerinin örselenmiş olduğunu ve işe yaramadıklarını, bunların bir üniversite müzesine konulmasının ayıp olacağını ispat etti. Bunlar sadece müzeden atılmıştı. Ortadan kaybolduğu söylenen yılanlar ve Amerika kirpilerini başka müzelerle değiştirmişti. Bu alışverişten de Pavia kârlı çıkmıştı. Hem hepsi bu kadar da değil. Baş ithamcısı Wolta, müzeden kıymetli taşlar çalarak dostlarına hediye etmişti.
Hakimler onu töhmet altında bulunduğu bütün suçlardan beraat ettirdiler. Bununla beraber onun biraz suçlu olmadığından bugün pek de emin değiliz. Bunun üzerine Wolta ve avenesi üniversiteden kovuldular. İmparator da Spallanzani dahil olmak üzeze her iki tarafa tiksindirici dalaşmalarına bir son verip dillerini tutmalarını emretti. Bu olay bütün Avrupa’ya, burnunu tutturan pis bir koku yayıyordu. Öğrenciler bu yüzden sınıf eşyasını kırıp döküyorlardı. Başka üniversitelerde bu eşsiz rezalete aşağılayarak gülüyorlardı. Spallanzani düşmanlarına son bir defa daha saldırdı. Wolta’ya kirli yalanlarla dolu işkembe adını taktı. Scarpa ve Scopoli için de ağza alınmayacak kadar çirkin sıfatlar icat etti. Sonra sükûnetle mikrop avcılığına geri döndü.
Bu hayvancıklar nasıl ürüyor?
Küçük hayvancıkları seyirle geçen yıllar içinde, bunların nasıl ürediklerini merak etmişti. Bu varlıklardan ikisini birçok defa birbirine yapışık olarak görmüş ve Bonnet’ye şunları yazmıştı:
“Her çeşit hayvan türünden ikisinin birleşmiş olduğunu gördüğümüz vakit tabii kendi türlerini meydana getirme işi ile uğraştıklarını düşünüyoruz. Fakat acaba bunlarda da öyle mi?” Gözlemlerini eski bir not defterine karalıyor, kaba saba resimlerini çiziyordu. Fakat birçok işte sabırsız olduğu halde deneyler ve hüküm verme konusunda hemen hemen ihtiyar Leeuwenhoeck kadar çekingen ve tedbirliydi.
Bonnet de, mahir, fakat bugün unutulmuş olan dostu De Saussure’e Spallanzani’nin bu hayvanların üremesindeki şaşkınlığından söz etmişti. Bu adam da keskin bakışlarını merceğinin arkasından küçük hayvanların üremesindeki şaşkınlığından bahsetmişti. Bu adam da keskin bakışlarını merceğinin arkasından küçük hayvanların üreme alışkanlıkları üzerine çevirmişti. Biraz sonra bu ufacık varlıklardan ikisinin yapışık bir halde görüldükleri zaman üreme amacı ile birleşmediklerini anlatan bir makale yayımlamıştı. Tam tersine, şaşılacak bir şey ama bu çiftleşmiş görünen hayvanlar iki parçaya, iki yeni küçük hayvan haline ayrılmakta olan ihtiyar bir mikroptan baka bir şey değildi. De Sausurre tek üreme yolunun bu olduğunu söylüyordu… Evlenmenin hazları onların meçhulüydü.
Spallanzani bu makaleyi okuyunca böyle garip bir şeyin olabileceğinden şüphe ederek mikroskobunun başına koşmuştu. Fakat dikkatle yaptığı gözlemler Saussure’ün haklı olduğunu göstermişti. İsviçreliye hararetli bir tebrik mektubu yazdı. Spallanzani hem bir savaşçı, hem de bir tür entrikacıydı. Aşırı tutkuluydu ve çoğunlukla başkalarının şöhretini kıskanırdı. Fakat De Saussure’ün keskin gözlemlerinin doğruluğu ve mükemmelliği karşısında duyduğu sevinçle kendini kaybetmişti. Spallanzani ve bu Cenevreli doğa bilimcisi birbirlerine esaslı bağlarla bağlanmışlardı. Bu, gerçekleri bulup büyük bilim mabedini kurmak için herkesin bulduğunu birbirine eklemesinin, bir tek gerçek bulucusu veya bir tek gerçek mimarlığından çok daha üstün olduğunu anlamalarından ileri geliyordu. Onlar savaştan nefret edenlerin ilki, ilk dünya vatandaşları ve ilk gerçek milletlerarası şahsiyetlerdi.
Bir mikrobu tek başına bırakmak…
Bundan sonra Spallanzani hayatının en şeytani ve ustaca araştırmalarını yapmaya zorlanmıştı. Bunu yapmaya onu zorlayan bir yandan Cenevre’deki arkadaşlarının dostluğu bir yandan da hemen hemen meşhur geliştirici kudret kadar manasız olan bilimsel kisveli bir budalalığa karşı duyduğu nefret olmuştu.
Elise adındaki bir İngiliz de bir makale yazarak De Saussurre’ün ikiye parçalanma hakkındaki gözleminin başından sonuna kadar yanlış olduğunu ileri sürmüştü. Elise bu hayvanların bazen ikiye ayrılabileceklerini kabul ediyordu: “Fakat bu çoğalıyorlar demek değildir. Sadece suyun içinde süratle yüzmekte olan başka bir küçük hayvan bir diğerinin ortasına çarpmakta ve ikiye ayırmaktadır. De Saussure’ün nefis teorisinin altı üstü işte bundan ibarettir.” Elise bundan başka, “Bu küçük hayvanlar da, bütün büyük hayvanların analarından doğması gibi, birbirinden doğmaktadır. Mikroskopumla çok dikkatli baktığım zaman yaşlıların karnında bebekleri görebiliyorum. Daha dikkatlice bakınca da, belki inanmayacaksınız ama bu bebeklerin içinde torunlarını ayırt edebildim” demişti.
Spallanzani “saçma” diye düşünmüştü. Buna aklı yatmıyordu. Fakat bunu nasıl ispat etmeli ve ufacık hayvanların ikiye ayrılarak çoğaldıklarını nasıl göstermeliydi?
O her şeyden önce kaşarlanmış bir bilimadamıydı. Elise’in ahmak olduğunu ileri sürmek ayrı bir işti, küçük hayvanların birbirine çarparak parçalanmadıklarını ispat etmenin de ayrı bir iş olduğunu biliyordu. Bu konuda karar verebilmek için mevcut olan tek yolu bir anda buldu. “Yapılacak iş bu hayvanlardan birini diğerlerinden ayırarak tek başına bırakmak. Sonra da oturup mikroskopla bunun ikiye parçalanıp parçalanmayacağını seyretmektir.” diye düşündü. Bu problemi çözebilmek için mevcut olan en basit ve tek çare buydu. Ama akıl ermeyecek kadar küçük olan bu varlıklardan birisini, içinde yaşadığı sürüden nasıl uzaklaştırıp ayırabilecekti? Bir köpek yavrusunu kardeşlerinden yahut da bir hamsiyi veya yavrularından birini diğerlerinden ayırmayı becerebilirsiniz. Fakat elinizi suya sokarak tek hücreli bir canlıyı kuyruğundan yakalayamazsınız. Allah müstahakkını versin, böyle bir işe elverişli olabilmeleri için onların bir milyon defa daha iri olmaları gerekir.
Bunun üzerine Spallanzani, ihtişamlı törenler ve heyecanlı konferanslarda hayran olunan bu adam, herkesin kahramanı bu muhteşem insan, bütün zafer ve zevklerden ayrılarak hareketli hayatının en ustaca ve sabır isteyen işlerinden birini başarmak için ortadan kayboldu. Yaptığı iş bir santimetrenin yirmi beş binde birinden daha küçük olan canlı bir tek hücreyi bir yana ayırmak için bir yol bulmak olmuştu.
Laboratuvarına girdi ve büyük bir itina ile tek hücreli hayvan sürüleri ile dolup taşan bir damla çorbayı kristalden tertemiz bir cam parçası üzerine damlattı. Sonra kıl inceliğindeki tüplerinden biri ile içinde bir tek mikrop bile bulunmayan bir damla arı suyu, aynı camın üzerinde, mikroplu damlasının yanı başına bırakıverdi.
Merceğini küçük hayvanlarla dolu olan damlanın üzerine ayarlarken, “Şimdi bunlardan bir tekini tuzağa düşüreceğim” diye mırıldandı. Çok ince ve temiz bir iğne alarak mikroplu damlanın içine daldırdı. Sonra bununla özene özene temiz damlaya doğru minnacık bir su kanalı açtı. Süratle merceğini iki damla arasındaki su kanalına çevirdi. Ufacık canlıların bu kanal yolu ile temiz damlaya doğru kıvıl kıvıl sokulduklarını görerek memnun oldu. Hemen elini, deve tüyünden ince ve ufak bir fırçaya uzattı. “İşte, işte mikroplardan bir tanesi, tek bir tanesi arı su damlası içine girdi.” Ustaca bir el hareketi ile hemen küçük fırçayı ince su kanalının üstünden geçirip sildi. Böylece de bir ikincisinin yalnız kalan arkadaşlarına katılması olanağını ortadan kaldırmıştı. Bunun üzerine: “Yaptım, yaptım” diye haykırdı, “Benden önce bu işi kimse başaramamıştı. Bir mikrobu tek başına ayırabildim. Artık ona hiçbir şey çarpamaz. Şimdi onun ikiye ayrılıp ayrılmayacağını göreceğiz.” Boynu, kolları gergin, kamburu çıkmış ve gözleri kısılmış olarak bir tek sakini olan su damlasının üzerine eğildiği zaman merceği hafifçe titriyordu.
Derken garip bir manzara karşısında şaşırıp kalmıştı. Mikrobun inanılmayacak kadar küçük oluşu seyrettiklerinin dramatikliğini azaltmıyordu. Ufacık bir çomak şeklinde olan hayvancık ortasından yavaş yavaş incelmeye başlamıştı. İki parçayı birbirine bağlayan kısım nihayet örümcek ağının telleri kadar inceldi ve iki yuvarlak uç telaşla kımıldandılar. Nihayet birdenbire kopup ayrıldılar. İşte evvelce bir tek mikrobun bulunduğu damlanın içinde, her şeyleri tamam ve yerli yerinde iki mahlûkçuk, kibar kibar yürüyordu. Bunlar bir parça daha kısaydı. Fakat başka yönlerden ana-babalarından ayırt edilebilmeleri mümkün değildi. Daha önemlisi, birbirinin çocukları olan bu iki mikrobun da birkaç dakika içinde yeniden ikişer parçaya ayrılmalarıydı. Evvelce bir tek mikrobun bulunduğu yerde şimdi tam dört tane olmuştu.
Spallanzani bu ustaca oyunu birçok kez tekrarladı ve aynı sonucu alıp aynı şeyleri gördü. Sonra bahtsız Elise’in üzerine tonlarca ağırlığında bir kaya gibi çökerek onu, birbirinin içinde yaşayan ana-çocuk, torun mikroplar martavalı ile birlikte ebediyen unutulacağı yere gömüverdi. Spallanzani budala bir öğrencisine acıyan geniş yürekli bir öğretmen edası ile Elise’e yeniden okula gidip mikrop avcılığının alfabesini baştan öğrenmesini öğütlüyordu. Budalaca masallar icat edeceğine, De Saussure tarafından yazılan mükemmel makaleyi gözünü dört açarak okusaydı Elise’in bu hataları yapmayacağını ima ediyordu.
Bir bilimadamı, doğayı inceleyen gerçek bir araştırmacı, tıpkı bir yazar, bir ressam, bir müzisyen gibidir. O da bir parça sanatkâr, bir parça da soğukkanlı bir araştırıcıdır. Spallanzani kendi kendine hikâyeler anlatıyor ve yeni bir keşif ve buluş devrinin kahramanı olduğuna inanmaya uğraşıyordu. Hatta kendini Kristof Kolomb ve Vespuçi’ye benzetiyordu. Mikropların bu esrarlı dünyasından, yeni bir alem diye söz ediyor ve kendini, ancak bunun sınırlarında cesurca ilk keşifleri yapan bir kahraman olarak görüyordu. Küçük hayvanların olası öldürücülükleri hakkında hiçbir şey söylememişti. Kalemi ile çılgınca tahminler yapmaktan hoşlanmazdı. Fakat dehası bu yeni dünyanın fantastik varlıklarının, ağabeyleri olan insan türü için büyük fakat henüz bilinmeyen bir önemi olabileceğini fısıldıyordu.
Spallanzani’nin safra kesesi
1799 yılının başında Napoleon’un eski bir dünyayı altüst etmeye başladığı ve Beethoven’in muazzam senfonilerinin ilkleri ile 19. yüzyılın kapısını çaldığı sırada, önderlerinden birisi olduğu bu mücadele ruhunun savaş naraları arasında Spallanzani beyin kanaması ile felçten yatağa düşmüştü. Üç gün sonra baskı altına girmeyen enerjik başını yatak örtülerinin arasından kaldırarak ölümünü seyretmeye gelen dostlarının hayret ve sevinci arasında Tasso ve Homeros’tan mısralar okumuştu. Fakat her ne kadar kendisi kabul etmek istemiyorsa da biyografisini yazanlardan birinin söylediği gibi, bu onun kuğu şarkısıydı. Çünkü birkaç gün sonra ölmüştü.
Büyük Mısır hükümdarları saray nazırlarına pahalı ve nefis mumyalarının yapılmasını emrederek isimlerini ebediyete kadar korumuşlardır. Yunanlılar ve Romalılar da benzerlerini ihtişamlı mermer heykeller şeklinde işlemişlerdi. Diğer yüzlerce büyük adamın da elimizde portreleri vardır. Fakat muhteşem Spallanzani’den bize görebileceğimiz ne kaldı?
Pavia’da onun önemsiz, küçük bir büstü var. Görmek isterseniz civardaki müzede de safra kesesini bulabilirsiniz. Spallanzani’nin başucuna bundan daha iyi bir mezar taşı dikilebilir miydi? Gerçekten onun gerçeği bulmaya karşı olan sonsuz tutkusunu daha başka ne temsil edebilir? Bu tutku ki, hiçbir şey karşısında duraklamamış, geleneklerden nefret etmiş, güçlüklerden yılmamış, zevksizliğe ve gelişigüzel yapılan işe değer vermemişti.
Safra kesesinin hasta olduğunu biliyordu. Ölüm döşeğinde iken: “Eh, işim bittikten sonra onu kesip çıkarın” dediğini belki işitebilirdiniz, “belki de hasta safra keseleri hakkında şaşılacak bir gerçek ortaya çıkarmayı başarabilirsiniz”. İşte Spallanzani bu zihniyette bir adamdı. O yüzyılın şüpheci, aşırı derecede meraklı bir mantığa tapan ruhu da buydu. O yüzyıl ki, ancak birkaç pratik şey keşfetmekle beraber, Pasteur, Faraday, Ahraheneuz, Emil Fisher ve Ernest Rutherford’a içinde çalışacakları yüksek ve temiz binalar kurmuştu.