Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, “Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır” diye yazmış.
Kalın’ın hedefinde açıkça, Osmanlının son yüzyılında başlayan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve Cumhuriyet Devrimleriyle taçlanan “Türkiye Modernitesi” süreci vardır. Hesaplaşmak ve gerisine dönmek istediği süreç budur. Daha önce de fikirdaşları o “parantezi” kapamaktan söz etmişlerdi.
Umarım birileri bu sözlerde bir “Batılılaşmaya tepki” veya “anti-emperyalizm” keşfetmeye kalkmaz.
Türkiye Modernitesi’nin en temel özelliği aydınlanmacılık, halkçılık ve yurtseverliğin sentezini yapmış olmasıdır. Türkiye modernleşme süreci anti-emperyalistti ve olmak zorundaydı da. Çünkü her aydınlanma atağı karşısında gericiler kadar sömürgecileri ve emperyalistleri de bulmuştu; onlara karşı da savaşmak zorundaydı. Namık Kemal’lerden, Tevfik Fikret’lerden, Jön Türklerden, İttihat ve Terakki’den Mustafa Kemal ve arkadaşlarına ve sonraları Türkiyeli sosyalistlere kadar bu sürecin sözcülüğünü yapan herkesin yazıp çizdiklerine ve verdikleri mücadeleye bakıldığında bu nitelik net bir biçimde görülür.
Modernite karşıtları ise gericiliği, irticayı, şeriatçılığı, saltanatı, feodal sömürüyü savundukları gibi her dönemeçte sömürgecilere teslimiyet ve emperyalizm işbirlikçiliği yapmışlardır. Cumhuriyet düşmanlığı vatan düşmanlığı ile birleşmiştir. Siyasal İslam’ın gerek yakın dönem köklerine gerekse bugününe bakıldığında da aynı özellik sırıtır.
Bu coğrafyada 150 yıldır iki saf karşı karşıya: Bir saf cumhuriyetçilik, yurtseverlik ve toplumculuktur. Diğer saf ise gericilik, saltanatçılık ve emperyalist işbirlikçiliği.
İbrahim Kalın, Osmanlı gericilerinin ve saltanatçılarının masallarını anlattığı kadar, emperyalistlerin de masallarını anlatıyor.