İzmir depreminden mi, Danimarka’daki vizon katliamından mı, nesli tükendi sanılan, belki de son Yakalı Toy’un Yozgat’ta öldürülmesinden mi? Yoksa yalnızca karanlık ayak sesleri kapıya dayanan kıştan mı? Sık sık içimdeki karantina odasına çekildiğim bir ay oldu bu. Neşesizlik, ümitsizlik değil sözünü etmek istediğim; bir tür bezginlik. Adeta enkazda kalma hissi. İnsanın üstüne yığılan, malzemesinden çalınmış betonu sırtından atamaması, biteviye inlemesi. O kadar. Elinden bir şey gelmemesi. Son Yakalı Toy’u kaybetmenin geri döndürülemez kederi.
Böyle zamanlarda karantina odam her seferinde başka bir sürprizle karşılar beni. Duvarların malzemesi değişir örneğin, kimi sevgiden inşa edilir dört duvar, kimi sahil rüzgârlarından. Kimi öfkeden, kimi zamansa sarp bir uçurum kenarındaki günbatımından. Şanslıydım, bu sefer kitaplardan inşa edilmiş bir odada buldum kendimi – inanın, bu en güvenlisi. Oburca okudum. Oburluk insanda tahammül bırakmayan türden, tüketici bir açlık; sevmediğim kitabı ilk sayfasında ittim kenara. Sevdiğimi bitirmeden odadan çıkmadım. Hakkında yazacağım ve yazmayacağım çok şey biriktirdim. Yazmayacaklarımı şimdilik, başka bir karantina odasının inşası için saklıyorum. Bir olasılık olarak. Ne yalan söyleyeyim, biraz da saklayacak bir şey olsun diye.
Zira (gizlediğimiz değil) sakladığımız şeyler -ne kadar bezgin olsak da- gebedir bin bir ümide.
***
Her Kötü Geceden Sonra beni öncelikle adıyla çeken bir kitap oldu. Kendi başına bir hikâye; benim içimde de yaşayan bir hikâye. Ayrıca Baran Güzel’i şahsen olmasa da yayın dünyasından ve sosyal medyadan tanıyordum. Duraksamadan aldım, duraksamadan okudum. Gerçekten. Uyku öncesi bir iki öykü okumak üzere elime aldığım kitabı bitirmeden uyku yüzü görmedim – neyse ki çok uzun değil. Derdi, dili ve anlatacakları var; ilk kitap için çok iyi.
Her Kötü Geceden Sonra’da birbirini hayli andıran, hatta sanki tek bir öyküyken dallanıp katmanlarına ayrılmış ama aslında birbirinden pek de ayrılamamış öyküler var. Haddimi aşarak, bunu Baran Güzel’in can acısının katmanları olarak gördüğümü söylemeliyim. Birbirine benzeyen bu öyküler kendi başlarına başarılı ancak aynı kitap içinde toplanmaları genel olarak kitabı zayıflatma riski taşıyor.
Birkaç noktalama işareti sorunu gördüm ama bunlar gözden mi kaçmış yoksa yazarın anlatım yöntemlerinden biri mi, emin olamadım. Gözden kaçmışsa sonraki baskılarda düzeltileceğini umuyorum. Eğer ikincisiyse başka bir sorun söz konusu; bana redaksiyon hatası olabileceğini düşündürdüyse demek ki anlatmak istediği şeyi anlatmaktan uzak.
Bu kadar huysuzluğun ardından; tanışmanızı önereceğim bir öykücü, okumanızı önereceğim bir kitap.
***
Kurda, kuşa, aşa. Çünkü ektiğimiz her tohumda kurdun da payı var, kuşun da.
Son zamanlarda okuduğum iyi çocuk kitaplarından biri Victor’un Balkabakları. Eminim içinizde Victor Ananias’ın yaşamını, yaptıklarını, ektiği tohumları bilen çok kişi vardır. İşte, Vitor’un Balkabakları da Victor’un çocukluğunda başından geçen bir olayın öyküsü. Victor’un hâlâ hissedilen varlığı kadar değerli, incelikli bir öykü. Leyla Aslan’ın temiz ve akıcı bir dille aktardığı öykü, Mısra Karahan’ın zarif çizimleriyle daha da canlanmış, renklenmiş.
Yeri gelmişken, bu kitabın yayıncısı, Paraşüt Kitap hakkında da bir iki şey söyleyeyim. Yayın dünyasına merhaba dediği günden bu yana takip ettiğim Paraşüt Kitap beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı. Şimdiye dek okuduğum kitaplarının tümü dolu dolu öyküsü olan, tertemiz bir işçilikle okur karşısına çıkan son derece özenli ve başarılı işlerdi. (Yok yok, eşim dostum, tanıdığım değil; köşeyi satmadık, merak etmeyin.)
***
İnşası iki yüz yıl süren yapay bir dağ. Danimarka’nın ortasında dev bir boynuz gibi. Kopenhag Dağı. İklimi, rüzgârları, hayvanları değişime iten bir dağ. Ve elbette insanları.
Ama belki de insanların hâlihazırda kendilerini içlerinde buldukları değişiklikler atmıştır dağın temelini. Olamaz mı? Belki hayal gücüyle bilardo topları gibi savrulan yaşamlarının üst üste yığılmasıdır dağı var eden. Olamaz mı?
Kapsar Colling Nielsen’in Kopenhag Dağı, vahşi bir yaratıcılığın insanı zorlamayan bir dille aktarıldığı, kendine has bir kitap. Sürüklüyor ama sarsmıyor (zaten şu son dönemde sanırım kimse daha fazla sarsılmak istemez); meraklandırıyor ama -benim için rahatsız edici sayılabilecek kedili öykü de bile- acıtmıyor. Nielsen okurun hayal gücünü gıdıklamayı, ilgisini ayakta tutmayı iyi biliyor. Bir yandan da eğlenceli; bunu bir çocuk şımarıklığıyla (ama çok gürültü çıkarıp kızdırmadan) başarıyor.
Ayrıksı Kitap’tan Duygu Bolut çevirisiyle çıkmış; güzel bir çeviri, iyi bir editörel işçilik.
Ayrıksı Kitap 2019’da kurulan ama benim yakın zamanda, Martin Beck serisiyle dikkatimi çeken bir yayınevi. Yayınevi ve Martin Beck hakkında belki daha sonra uzun uzun konuşuruz. Ama şimdilik, Martin Beck’in bir klasik olduğunu söylemekle yetineyim.
Üçüncü Tekir Şahıs’tan bu aylık bu kadar.
Her sayfası esin dolu bir ay dilerim.
Her Kötü Geceden Sonra, Baran Güzel, Everest Yayınları, 2020, 110 s.
Victor’un Balkabakları, Leyla Aslan, çizen Mısra Karahan, Paraşüt Kitap, 2020, 32 s.
Kopenhag Dağı, Kaspar Colling Nielsen, çeviren Duygu Bolut, Ayrıksı Kitap, 2020, 208 s.