Tam bir karantina gibi geçmeyen fa kat karantina değilmiş gibi de geçiremediğimiz tuhaf bir yılı geride bıraktık. İnsanlığın yeni bir ortak sorun karşısında en çok bilgiyi en kısa sürede ürettiği süreçlerden birini yaşıyoruz. Gazete okuma alışkanlığı dahi sınırlı olanlar uluslararası tıp ve biyoloji dergilerinden makale çevirip özetleyebilir hale geldi. Böyle giderse bilim okuryazarlığıyla ilgili karamsarlığımın yersiz olduğuna hükmetmek zorunda kalacağım için umutlanıyor ve seviniyorum. Sonra da sözü kitaplara, önermek istediğim bir romana getirmek istiyorum.
Corona ve Covid bizim için yeni fenomenler olsa da salgın insanlık için yeni bir konu değil. Kitaplar evreninde de genetikten sosyal tarihe kadar hemen her disiplinin ilgisini çekmiş olduğu gibi sanat ve özellikle edebiyat ona karşı kayıtsız kalamamış. Doğası ve tanımı gereği salgına her seferinde hazırlıksız yakalanan toplumlar açısından bir çeşit küçük kıyamet olduğu düşünülmüş. Geçmişten günümüze ulaşan bütün anlatılar öyle yaşandığını veya öyle hissedildiğini gösteriyor.
Sosyal hayatımızın sınırlandığı ilk günlerde dört duvar arasında kendimizi nasıl oyalayacağımızın hesaplarını yaparken karşımıza salgın temalı film, sonra dizi ve kitap önerileri çıkmaya başladı. Önerilerin karşılık bulduğunu ve en çok takip edilenler listelerinde üst sıralara tırmandıklarını da gördük. Camus’nün, Saramago’nun, Defoe’nun, Jack London’ın her zaman okunan meşhur anlatıları ve ardından daha az popüler olan diğerleri daha da geniş bir okur kitlesine ulaştı. Kurgu dışında ise Nikforuk’un kitabı sanırım hâlâ başı çekiyor. Corona/Covid edebiyatı, sineması, sanatı henüz ortalıkta görünmüyor fakat er ya da geç görünecektir. Corona ve Covid’e dair edebiyat dışında, genellikle deneme ve makalelerden oluşan çok sayıda derleme kitap yayımlandı. Takip edebildiğimiz kadarıyla çoğunu Kitapçıl sayfalarında duyurmaya gayret ettik. Okuyarak, izleyerek, dinleyerek anlamak ne kadar mümkün, bilmiyorum. Başa geldiğinde anlaşılanla naklen öğrenilen arasında kapanmayan bir açı mutlaka olacaktır.
Bulunan aşılarla, geliştirilen ilaçlarla ilgili her gün yeni bir haber almaya başladığımıza göre geleceğe dair iyimser ve umutlu olmak için de yeterince neden birikmeye başladı elimizde. Peki ya sonrası? Salgının sona erdiği söylendiğinde, mevcut olanı kaybetmemek, korumak kaygıları ortadan kalktığında elimizde kalanlarla yetinebilecek miyiz? Şimdilik “aman sağlık olsun da gerisi kolay” diyerek geçiştirdiğimiz salgın anılarımızla, hastalık mirası duygularımızla başa çıkabilecek miyiz gerçekten? Galiba o günleri yalnızca aydınlık ve güneşli sabahlar olarak hayal ediyoruz.
Halbuki bir trajedinin atlatılması çoğu zaman somut olayın sona ermesiyle mümkün olmuyor. Hayatımızın en kötü günleri sandıklarımız hâlâ dokundukça sızlayan yaralardır bizim için. Salgında kaybettiklerimiz yalnızca tanıdığımız sevdiğimiz insan hayatlarıyla sınırlı kalmayacak. Beden sağlığı yerinde kalsa da işini, eşini, dostlarını, inançlarını, prensiplerini, erdemlerini kaybedenler olacak. Kaybetmediğimiz bazı şeylerin de anlamı, değeri değişecek.
Elbette hayatta yalnızca kayıpları biriktirerek ilerlemiyoruz. Bizzat kaybettiklerimize, tanık olduğumuz kayıplara dair öğrendiklerimizle de hayatımızın kalan kısmına daha derin anlamlar katabiliriz. Tecrübelerimiz insanla, hayvanla, doğayla, toplumla, şehirle, kısacası
bir bütün olarak hayatın kendisiyle ilişkimizi gözden geçirmemize, yolun kalanını daha salim ve daha az kırıp dökerek tamamlamamıza yardımcı olabilir.
Bu noktada salgın kitaplarıyla ilgili öneri listelerine birini daha eklemek istiyorum: Geçtiğimiz yüzyılın büyük yazarlarından sayılan Philip Roth’un ölmeden önce yayımladığı son romanı Nemesis. Nemesis’e bir salgın romanı demek kolay değil. Belgesel açıdan
da güçlü bir gerçekçilik taşıyor olmasına rağmen amacı yalnızca salgını anlatmak değil. 1944 yazında, II. Dünya Savaşı’nın en şiddetli günlerinde, Newark şehrinde bir polio(çocuk felci) salgınının başlaması ve Yahudilerin yoğun olarak bulunduğu bir mahalleye doğru gelişmesiyle kurulan atmosferde bireysel hayatların bu trajediden nasıl etkilenebildiğini, trajedinin kurbanlarının da yalnızca hayatını ve sağlığını kaybedenlerden ibaret olmadığını, ama kişilerin kaderleriyle bambaşka biçimlerde başa çıkma yolları bulabildiklerini gösteren kısa bir roman.
Bucky görevi salgın döneminde çocukların oyunlarına gözcülük etmek, kontrollü ve eğlenceli vakit geçirmelerini sağlayarak onları salgında korumak olan 23 yaşında mesleğinde başarılı, çocukların gözündeyse kahraman bir beden eğitimi öğretmenidir. Olayların gelişimi onun çevresinde hastalığın yayılmasından, kendini sorumlu hissetmesine neden olur ve bütün hayatı değişir. 1971’de, yani olayların geçtiği yazdan 37 yıl sonra Polio kurbanı öğrencilerinden biri sokakta onu tanır ve düzenli olarak buluşup sohbet etmeye başlarlar. Geçmişi masaya yatırırlar, tarihle, kaderle, tanrıyla hesaplaşırlar ama geçmişte kalmış bu trajedinin bıraktığı izleri ve hayata dair kalan her şeyi neredeyse tamamen farklı değerlendirmektedirler.
Yazar olayları ve bu tartışmaları çocuğun ağzından aktardığı için taraf tutar gibidir. Son romanında bize, sanki hayatın kaçınılmaz olarak karşımıza çıkardığı trajedilere karşı alçak gönüllü fakat dirayetli bir bakış açısı önermektedir. Acıyı, hayal kırıklığını da küçümsemeden, hafife almadan yapar bunu. Gururumuzu kırmadan eleştirir kibrimizi. Nemesis, yeni yılda Corona virüsünün hakkından gelebileceğimizi umarak, salgın sonrasında kendimize ve başkalarına nasıl yaklaşabileceğimize, yola nasıl devam edebileceğimize kafa yormak için bence iyi bir başlangıç.