Bir emek ürünü olan ve doğal olarak insana ait olan bilgi, mülkiyet ilişkilerini düzenleyen bir aracı meta olabilir mi? Olabilir, olduğunu görüyoruz. Çünkü mülkiyetin ya da sınıfın varlığı, en geniş anlamı ve kapsamıyla bilgiyi, ideolojiyi yeniden üreten bir argümana indirgerken, onu üretenleri de, onu kullananların hizmetinde birer aracı durumuna getirmiştir. Bilginin toplumsal olmaktan uzaklaşarak sınıfa ait kılınması, genel bir uzmanlaşmayı ve “ötekiler” karşında bir dayatmayı, bir zor aracını da tanımlar. Uzmanlaşma ise, toplumsal ve insansal tahribatı yüksek bir yabancılaşma-yabancılaştırma kurgusunun gizlenmiş adı olarak bu süreçte karşımıza çıkan bir unsurdur. Uzmanlaşma kavramının ete kemiğe bürünmüş, somut hallerinden birisidir “biliminsanlığı”. Bu durum, “biliminsanını”, devlet kurgusunun herhangi bir yerinde kendisini -çoğu zaman aksini iddia etse de- konumlandırmasına da neden olacaktır. Ne yazık ki var olabilmesi için bu bir zorunluluktur!
Biliminsanının iktidar/devletle ilişkileri, ister sınıflı isterse sınıfsız olarak kurgulanmış olsun devletin olduğu her yerde sofistike bir sorun olarak varlığını sürdürecektir. Bu türden bir var olma zorunluluğunun yarattığı sorunlar yanıtlanması zor -ideolojik göreceli yanıtlara sahip- soruların “ötekilerin” gündeminde tartışılmasına da neden olacaktır. Bu bağlamda basitinden bir soru “biliminsanı iktidar kurgusunun neresindedir?” şeklinde oluşturulabilir ki, bu basitlikte bir soru bile yanıltıcı ve sorunun niteliğini gizleyici özellikler içerebilir. Öncelikle belirtilmesi gerekir ki, bu soruyla ifadesini bulan yaklaşım, “biliminsanının” -bir kimlik olarak- sınıfsal niteliğini gizlemeye ve onu toplumsalmış gibi göstermeye yarayan açık uçlar içerir. İktidar devleti tanımlar. Örnek olsun “iktidarın üstünde” yanıtı bile bu bağlamda “sınıflar üstü toplum için” şeklinde özetleyebileceğimiz ideolojik bir saptırmanın ilkel bir söyleminden başka bir şey değildir.
“Bilim, sınıflar/iktidarlar üstüdür” yaklaşımı sınıfların/devletin varlığını meşrulaştırır. Sınıflar üstüymüş gibi duruş da, aslında egemen sınıfın yanında duruşu gösterir. İyi niyetli bir yaklaşımla; biliminsanı, kendisini böylesine çetrefilli bir yolla tanımlamaya çalışıyorsa en azından durduğu yer konusundaki utancını gizlemeye çalışıyordur. Ne var ki o, bu haliyle bu konumlanışa zorunlu, bu konumlanışa muhtaçtır. Pandemi sürecinde “bilim kurullarının”, “bilim danışmanlarının” hallerini anımsayın. Örnekler bu türden soruları kolaylıkla yanıtlayacak zenginlik içerir!
Tekrarlarsak; bilginin metalaşması / piyasalaşması durumu kaçınılmazdır. Bilgiye sahip olma ve bilgi üretme, ancak devletsiz bir toplumda, toplumsallaşabilme niteliğine sahip olabilecektir. Egemenler bilgiyi-bilimi lehine çevirebilecek ve kendine kullanacak tüm araçlara sahiptir. Bu araçlar bütünü, devletin bir başka tanımıdır. Devlet olgusu içinde sınıfsal ilişkilerin değişimi, bir taraftan biliminsanının sınıf bağlantısını gizlemeye yararken diğer taraftan da onu -herhangi bir şekilde yapılandırılmış- seçkinler grubunun üyesi yapar. Seçkinleşme durumu ise egemen yapıya bağımlılığı güçlendirecektir.
Devlet bir taraftan “biliminsanı” yetiştiren bir yapı olarak işlev görürken diğer taraftan da -haklı olarak- bu işlevinin karşılığını bekler, gerekirse zorla alır. Bu ilişki onun, “ötekiler/bizler” karşısına bir sorun olarak çıkmasına da aracılık eder. Çünkü bu ilişki her zaman doğrudan, doğruca algılanması mümkün olamayan bir zor aracını da niteler.
Bu bağlamda pandemi sürecinde yeniden karşılaşılan bir diğer sorunda bilginin bir erk aracı olarak kullanılmasına bağlı olarak gelişen, biliminsanının sınıf ve iktidar yanında “seçkinleşme” sürecinde, realite durumuna yaslanılarak, devlet ideolojisini, piyasa ilişkilerini ve bu ilişkilerin etiğini içselleştirmiş “biliminsanı durumunun” reddedilememesi oluşturur. Böylece “toplum/halk” adına bilgi üreten, hizmetinin ve kuşkusuz egemenler lehine yaptıkları bu üretimlerinin (!) karşılığını egemenlerden statü ve doğrudan gelir olarak alan biliminsanlarının yaşantımıza bilim kanalıyla hükmetmeleri de meşruiyet kazanmaktadır. Bu şekilde biliminsanları etik kaygılardan uzak, sorgulanmaksızın ve bu bağlamda bir sorumluluk üstlenmeksizin devlet adına toplumsal görevlerini yapmaya koyulurlar!
Geçtiğimiz günlerde bu içerikte yaptığımız tartışmada bir biliminsanı arkadaş durumunu şu sözlerle savunuyordu: “Halkın yaşamına onların sağlığı adına müdahalede bulunuyorsak kendimizi herhangi bir ideoloji ya da sınıfla ya da devletin hizmetinde olup olmama şeklinde tanımlamaya gerek var mı?” İşte en yalın haliyle elitizm; uhrevi bir yetkiyle donandıklarını sanırlar, gerçekten devlet kavramının büyüklüğü düşünüldüğünde (!) bu sanrının haklılığına da katılmamak mümkün değil! İşte bu uhrevi donanmışlığın kendilerine kazandırmış olduğunu sandıkları belirleyicilik yetkisi ile rejimin ve bilgisel egemenliklerinin desteğini de alarak yeni güçlerini sürdürülebilir kılma çabası içine girerler. Güç oluşturma çabası, kendisini toplumdan-sınıftan bağımsızlaştırmayı ussallaştıran sürecin bir aşamasıdır. Bu şekilde de kendilerine verilen seçkinlik onuru, kendileri tarafından korunmaya ve yeniden üretilmeye çalışılır. Giderek seçkinliği bir mutluluk kaynağı olarak görürler. Ne var ki bu, yabancılaştırıcı işlev gören bir yanılsamanın da göstergesidir. Doğal olarak her şeyin farkında olması gereken biliminsanı bilgiye sahip olduğunu zannettiği zamanlarda -çoğu kez olduğu gibi- mutlu iken, “bilgisine yeterince değer verilmediği” için işlerin ters gittiğini iddia ederken de mutsuz görünmeyi tercih edecektir.
Diğer taraftan “biliminsanı” sayılmanın yegâne şartı imiş gibi gösterilen “akademisyenlik” durumu da yanılgıların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bugün itibariyle piyasanın bir aracı konumuna indirgenen akademilerden alınan unvanlar bilim kavramı ile aynı potada harmanlanabilmekte ve bir “biliminsanı” kartvizitinin oluşumuna katkıda bulunmaktadır. Medyadaki pandemi oturumlarında kimi zaman kavga halini alan tartışmalarda akademik unvanların üstünlük aracı olarak kullanıldığına şahit olmuyor muyuz? Üstelik YÖK adındaki bir kuruma doğrudan ya da dolaylı bir biat!
Bilgiyi bir mülkiyete dönüştüren “biliminsanı” sadece kendisini topluma “bilimsel müdahalede” bulunmakla zorunlu sorumlu saymaz bunu bir zor aracı haline de dönüştürür. Pandemi sürecinde görülen budur; biliminsanlarının sosyolojik birer vakıa halini alan yaşantılarımıza davetsiz konukluk hali ve ürpertici ancak dayanaksız öyküleri çok değil birkaç on yıl sonra antropolojik bir olguya dönüşecektir.
2020 pandemi yılının fetiş -nesnesi değil- özneleri biliminsanları olmuştur. Fetişe edilen kendisini önemser. Ve kendisini önemseyen, seçkincilik sanrısının eklenmesiyle, söz ettiğimiz bağımsızlaşma döngüsünü alabildiğine daraltır. Artık o tek başına toplumun yol göstericisidir. Her şeyi bilen, her şeyi önceden gören, giderek, toplumun kaderini elinde tuttuğuna inanan bir ermiştir o!
Gerek iktidar/devlet yanında gerekse karşısında konumlansın -bunun çoğu zaman öyle imiş gibi olduğunu düşünürüm; kuşkusuz her zaman değil- seçkinlik ve fetişe edilme hali onun ilişkilerini belirleyen unsurlar olagelecektir. Sınıflı toplumlarda, herhangi bir devletin olduğu yerde biliminsanının devlete karşı konumlanışı ya da bu ilişkinin niteliği niceliği bir toplama çıkarma hesabından ötede değildir. Biliminsanı dayatmasının ve bilgi birikiminin bir egemenlik ilişkisine dönüşmesinin engellenebilmesi ve biliminsanının toplumdaki üretim ilişkilerindeki yerinin doğru tanımlanmasından geçer. Ve bu koşullarda “muhaliflik” durumu biliminsanları özelinde yeniden gözden geçirilebilir.
Pandemi sürecinde bu bağlamda gördüklerimiz, yaşadıklarımız ya da doğrudan şahit olduklarımız bizleri bu türden yargılara götürür. Sahip olduklarını düşündüğümüz bilginin dayatmaları, zor kullanımları, sahip olmadıkları, gerçek ya da doğru olmayan, bilmedikleri bilgilerin dayatılmasına aracılık etmiştir. Biliminsanlarına karşı oluşan güvensizliğin temelinde yatan “maddi” gerçekler bunlar iken bu güvensizliğin ana nedeni onların devlet ile olan soyut ve somut ilişkileri, iktidar kurumu ile olan gerek maddi “manevi” gerekse ideolojik doğrudan ya da dolaylı bağdaşıklık durumu olmalıdır.
Pandemi sürecinin bugün geldiği yer itibariyle biliminsanlarının yaptıkları her türlü dayanaksız bilgi dayatmalarıyla, söyledikleri, söylemedikleri ya da söyleyemedikleriyle, söylediklerini bir süre sonra olumsuzlamaları ya da söylemediklerini iddia etmeleriyle, söylemediklerini ya da söyleyemediklerini itiraf edemeyişleriyle ya da ediyormuş gibi yapmalarıyla, miş mış gibi halleriyle, doğrudan veya dolaylı politik destekleri ya da muhalifmiş gibi görünmeleriyle neyin ve kimin yanında oldukları ve neden orada oldukları bir kez daha net bir şekilde görülmüştür. Muhalif (miş gibi) olanların duruşları ve onların durdukları yer ayrı bir yazı konusudur.
NOT: Pandemi günlerinde bilim insanları aracılığıyla bir kavramla yeniden ve alabildiğine somut bir şekilde yeniden karşılaşma veya tanışma şansına da sahip olduk: Resmi Bilim…
Şimdilik sonlarken kendilerine “devletle bostan ekenin…” diye başlayan bir halk deyişini anımsatmak isterim.