Polatlı’da askerdim. Ancak birkaç kez çarşıya çıkabildim. Bu sınırlı süreli çıkışlarda ilçenin bir kitapçısı olup olmadığını öğrenemedim. Bir iki seferinde yasak olmasına rağmen Ankara’ya gittim. Dost’u, İmge’yi deyim yerindeyse tavaf etme fırsatı bulduğum halde kışlaya girişte nereden bulduğumun hesabını veremeyeceğim için kitap alamadım. Yaklaşık altı ayı kitap almadan geçirdiğim bir dönemdir.
Acemi birliğine teslim olmak üzere yola çıkarken çantama koyduğum tek kitap Vüs’at O. Bener’den Dost/Yaşamasız birlikte basımıydı. Bir ay boyunca sabahtan akşama türlü komutla hareket etmeyi, emir almayı, itaat etmeyi, başkalarıyla eşit olarak aynı şartları paylaşmayı deneyimlerken verilen kısa molalarda, akşam yemeğinden sonra boş kaldığımız dar vakitlerde günün on sekiz saati üzerimde olan kaputumun içinden daha evvel en az birkaç kez okuduğum öyküleri açar bazılarını tekrar okurdum. Altı ayımı bu tek kitapla geçirebilirdim. Son zamanların moda deyimiyle kitapsızlığa “mental olarak” hazırlanmıştım.
Öyle olmadı, kitapsız geçmedi askerliğim. Aksine, ömrümün sıkı okuduğum, düşündüğüm, yazdığım dönemlerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Çarşı izninden dönerken gazeteciye uğrayıp Milliyet Sanat, Gösteri, Atlas gibi izah gerektirmeyecek dergileri toplar, onların içinde tanıtılan yeni yayınlar arasından seçtiklerimi İstanbul’daki arkadaşlarıma sipariş ederdim. Birkaç gün içinde yanına kendi istediklerini de ekleyerek armağan kitaplarla dolu koliyi kışlaya ulaştırırlardı. Tomris Uyar’ın Kitapla Direniş, Patti Smith’in Çoluk Çocuk adlı kitaplarını bu şekilde adlarını dergilerden görüp not alarak getirtmiştim asker ocağına.
Kitaplar bir yana, onları takip edebilmek için aldığım dergilerin sayfaları arasında kayboldukça Polatlı’dan sanki Ankara’ya ve İstanbul’a, hatta Avrupa’ya, dünyaya doğru bir tünel açıyor da bir sonraki yoklamaya kadar gidip oralardaki etkinliklere katıldıktan sonra geri dönüyor gibiydim. Dergiler sayesinde zihnim nefes alıyordu.
Birkaç yıl sonra aniden değişen şartlar gereği birkaç aylığına Bakü’de çalışmam gerekecekti. Bu kez bagaj kısıtlaması ve geri dönüş zorluklarını dikkate alarak yanıma tek olmasa da yine az sayıda kitap alacaktım. Dost/Yaşamasız yine çantamdaydı. Vüs’at O. Bener gurbet yoldaşım olmuştu artık.
Bakü’de ilk birkaç gün içinde Azerbaycan’ın zincir kitapçısı AliNino’nun AVM’ler içine kurulu iki mağazasını keşfetmiştim. Azerbaycan Türkçesine aşinalık amacıyla önceden okuduğum birkaç klasiği gözüme kestirdikten sonra bir sorun fark ettim. Güncel Azerbaycan edebiyatı raflarda yoktu. Enis Batur’un Türkiye’de baskısı tükenmiş Elma‘sı bile vardı, günümüzün Azerbaycan romanı, öyküsü, Azerbaycan şiiri yoktu. Hani taşrada kırtasiye irisi kitapçılar vardır, lise müfredatına yardımcı olabilecek, Reşat Nuri, Mehmet Akif, Yakup Kadri gibi erken cumhuriyet kuşağı yazarlardan birkaç kitap, bir de örneğin bugün olsa Ahmet Ümit ve Zülfü Livaneli’nin son kitaplarını ancak bulabilirsiniz şansınız varsa. Manzara benzerdi. Anar’ın birkaç romanı ve modern şiirin kurucuları sayılan birkaç şairin toplu şiirleri vardı.
Askerlik deneyimim aklıma geldi. Dergi sordum, dergi yoktu. Çıkışta bizim Kadıköy iskele meydanındakilere benzer gazete bayilerine sordum, edebiyat veya kültür sanat dergisi yoktu. Yerel dilde National Geographic, birkaç moda, yaşam tarzı ve bulmaca dergileri vardı. Dünya ile ilişki kurabilmek için Polatlı’da askerlik ortamında kolayca eriştiğim gizli geçide Bakü’de ekonomik ve sosyal şartlarım bakımından çok daha iyi durumda olmama rağmen erişemiyordum.
Benim bulamamam elbette aktüel bir edebiyat, kültür sanat ortamı olmadığı anlamına gelmiyordu. Nitekim şehirde konserler oluyor, filmler gösteriliyor, oyunlar sahneleniyor fakat bunların nerede konuşulduğu, tartışıldığı, eleştirildiği, önerildiği sıradan bir okur olan benim için sır olarak kalıyordu. Boş vakti sınırlı, sıradan bir beyaz yakalı olarak süper marketlerde, AVM’lerde, zincir mağazalarda, gazete bayilerinde ancak belli bir yüzüne erişebiliyordum yazın dünyasının. Bakü’nün bir Mephisto’su, bir Pandora’sı, bir Dost’u da olmalıydı ama ben yerini bilmiyor, bulamıyor ve öğrenemiyordum.
Türkiye’ye döndüğümde iyi kötü bir kitap ve sanat meraklısı olduğumu bilenler Azerbaycan’da neler yaptığımı, bu açıdan nasıl değerlendirdiğimi sorduklarında uzun süre her fırsatta dergisizliğinden dem vurdum. Zorluklara rağmen Türkiye’de çok şanslı olduğumuzu iddia ettim. Cemil Meriç “hür tefekkürün kalesi” diyordu ya dergi için. Dolayısıyla orada hür tefekkür var mı, yok mu, bundan emin olamamıştım. Varsa nerede, nasıl dolaşıma girdiğini görmek bana nasip olmamıştı.
Öte yandan, Türkiye de son yıllarda aynı yönde sürükleniyor. Ekonomi kötülediğinden beri küçük yayınevleri gibi bağımsız dergiler de dövize endeksli giderleri nedeniyle soluk alıp vermekte zorlanıyor. Pandemi ve karantina koşulları da bu zorlukların üzerine eklendi. Güç bela basılanlar da köşe başlarını tutmuş dağıtım tekellerinin, süper marketlerin ve zincir mağazaların isteklerini karşılayamadıkları için ulusal dağıtıma giremiyor. “Takipçi” olmayan okur giderek dijital medyaya, kişisel verilerini paylaşması karşılığında sözde “beleş” içeriğe yöneliyor. Her ay bir başka dergi basılı son sayısını çıkardığını, artık devam edemeyeceğini duyuruyor. Artık mahalledeki AVM’ye gidip reyondaki yığın arasından dişime göre çok az dergi bulabildikçe, bir dergiye ulaşmak için merkeze doğru bir saat yol gidip kitapçı kitapçı dolaşmak zorunda kaldıkça, beni de Bakü’deki o eski günlerimin kaygısı sarıyor: ya bunu da bulamazsam? Ya geçitsiz, kılavuzsuz kalırsam? Ya tümüyle kaybolursam dergisiz kaldığım için?