Gül soldu/Çiçek koparıldı/Deniz durdu/Güneş doğmuyor/Tohum dağıldı/Bahçe kurudu/Serçe gelmiyor/Dal kırıldı/Su dondu/Rüzgâr esmiyor/Gazino kapandı/Ay çıkıyor bulanık/Güneş doğuyor şüpheli/Serçe geliyor yaralı/Rüzgâr esiyor isteksiz/İnanmıyorum bitmedi.(1)
Çocukken annem okumuştu bu şiiri bana. Siyasete kafamın yeteceği bir yaşta değildim (belki hâlâ değilim), “Hayır”ın ilkesel gücünden haberim yoktu. Toplum bilincine ermiş değildim, çekirdek aile kafamı yeterince karıştırıyordu; kenetlenmiş halkın ağzından çıkan “Hayır”ın gücünü bilmiyordum. Ama çocuk kalbinin bütün adanmışlığıyla tutunmuştum bu şiire. “Hayır”da bir ışık vardı, seziyordum bunu. Bitmediğine inanmamanın, bahçeye serçelerin geleceğini, yaralı serçenin iyileşeceğini ummanın verdiği bir güç, hatta bir onur vardı. Hayır diyebilmenin verdiği onur. Yeter diyebilmenin verdiği onur. İnsan olmanın, insanca yaşamaya çalışmanın onuruydu bu; şimdi görüyorum.
Bugünlerde sık sık okuyorum bu şiiri. Gözlerim doluyor dizelerin gücünden, haykırmamak için zor tutuyorum kendimi: HAYIR! BİTMEDİ! Sonra dişlerim sıkılı, tırnaklarım avuç içime geçmiş, bir kez daha okuyorum şiiri. İflah olmaz bir karamsardan umutlu sözler beklemesin kimse. Ama yine de… İnanmıyorum, bitmedi.
Bu satırları yazarken Gelibolu’da bir gencin daha intihar ettiğini öğrendim. Son üç ay içinde ikinci genç intiharı bu. Biri on yedi yaşındaydı, biri yirmi. Bu gençleri öldüren umutsuzluk, zifiri karanlık; bu gençleri öldüren artık doğmayan güneş. Bu gençleri öldüren kimsenin çıkıp var gücüyle “Hayır, bitmedi!” diye haykıramaması. Bu gençleri öldüren çoğumuzun içten içe bittiğine inanması. Bu gençleri öldüren ülkeyi bu karanlığa teslim etmiş olmamız.
Deniziyle ormanıyla, geyiğiyle sülünüyle doğamız katledilirken, ülke parsel parsel satılırken, halk açlığa mahkûm edilirken, gençler umutsuzluktan ölüme sürüklenirken; tam da bu kadar bitmişken haykırmak gerek: Hayır! İnanmıyorum, bitmedi. Çünkü bitmesine izin veremeyiz.
***
Martin Beck serisine daha önce bu köşede yer vermiştim. Ama serinin sekizinci kitabını, Kilitli Oda’yı okuyunca tekrar değinmek kaçınılmaz oldu. Keşke sabırlı davranıp bütün seriyi okuduktan sonra genel bir değerlendirme yapabilseydim… Ama ne mümkün, heyecanlı ruhlar tarafından ele geçirildim. Ve sanırım – Martin Beck (ve daha birçok şey) söz konusu olduğunda – bu ilk değil.
Kilitli Oda toplumsal eleştiriyle dokunmuş, bezgin bir insan ruhunun ilk kımıldanışlarıyla ışıyan, klasik kilitli oda kurgusunun tüm lezzetini veren ve zenginleştiren bir öykü. Boşanmanın ve ağır bir yaralanmanın ardından yaşama yeniden yüzünü dönen Martin Beck bürokrasinin ve aptallığın çözümsüz sorunlarıyla uğraşırken, suçun ve suçlunun doğasına ilişkin hedefi vuran gözlemler yaparken hayranlıktan öte bir yakınlık duyuyor okur ister istemez. Yara kardeşliği, umut kardeşliği, akıl kardeşliği gibi bir şey.
Daha önce belirtmemiş, eksik bırakmışsam: Bige Turan Zourbakis’in çevirisi son derece akıcı, kılçıksız. Editörel çalışma da bir o kadar övgüye değer.
***
Bu ay Erik Vogler’le tanıştım. On beş yaşındaki bu arkadaşımız pek yanınızda, yörenizde istemeyeceğiniz ergenlerden. Sıra dışı huyları, takıntıları ve küçümseyici bakışlarıyla gerçek bir ömür törpüsü. Ama kafa zehir. Ve dışarıdan bakınca (yani okuyunca) pek keyifli.
Beatriz Osés’in yazdığı, Zeynep Ataş’ın (hakkını vererek) çevirdiği Erik Vogler/Ve Beyaz Şahın Suçları gençlik polisiyesi dalında özgün ve güçlü bir kitap. Olay örgüsü ve akışı güçlü, karakterler, bana sorarsanız, daha da güçlü. Edilgen (hani neredeyse yok) bir baba, höt demeyi bilen ama sevecen ruhlu bir babaanne, hazmı zor, kelimenin tam anlamıyla “dişli” bir arkadaş ve huzur bulamamış bir hayalet… Üstüne Erik. Ha, bir de bunlar yetmezmiş gibi acımasız bir katil. Kaosa hoş geldiniz.
***
Bu yazıyı hazırlarken Kuzey Ormanında Bir Gece’yi yeniden okudum. Buna ihtiyacımız vardı; yazının da benim de.
Özge Akkaya’nın sözcükleri, Mavisu Demirağ’ın çizimleriyle yaşam bulan Kuzey Ormanında Bir Gece dayanışmanın gücünü, birlikteliğin verdiği umudu kaybedince, korkuya teslim olunca insanın neye döneceğini anlatan güçlü bir öykü. Güneşli köyünün sakinleri kendilerini, yaklaştığını içten içe bildikleri ama tanıklık ettikleri sürece ses çıkarmadıkları (“Önce Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım…”) bir kapanın içinde bulurlar. Onları diğerleri pahasına hayatta kalmaya zorlayan bu kapan, korku ve yalnızlığın kapanıdır aslında.
Kendini kurtarmak mı, birlikte kurtulmak mı? Can derdine düşüp ötekini kurban etmek mi, birlikte savaşmak mı? Gitgide daralan odalarda, gitgide azalarak sağ kalmak mı yoksa el ele verip, olanca gücümüzle “Hayır!” diye haykırmak mı? Karanlığa, zorbalığa, bir avuç insan için milyonları feda eden doymak bilmezlerin zulmüne boyun eğmek mi yoksa insanca yaşamak mı?
Bana sorarsanız; inanmıyorum, bitmedi.
Her sayfası esin dolu bir ay dilerim.
DİPNOT
1) Süreyya Berfe, “Hayır”.
Kilitli Oda, Martin Beck Serisi 8; Maj Sjöwall, Per Wahlöö, Çev. Bige Turan Zourbakis, Ayrıksı Kitap, 400 s.
Erik Vogler ve Beyaz Şahın Suçları, Beatriz Osés, Çev. Zeynep Atbaş, Bilgi Yayınevi, 155 s.
Kuzey ormanında Bir Gece, Özge Akkaya, Resimleyen Mavisu Demirağ, Paraşüt Yayınları, 50 s.