Alevi kültürü, Türklerden ve İslamiyet’ten önce Anadolu topraklarında yaşıyordu. Türklerin ve İslamiyet’in Anadolu’ya girişi, Aleviliğin başlangıcı değil yalnızca köşe taşıdır. “Anadolu Aleviliği” Türkiye’de Alevi topluluklar için çatı isimdir. Bünyesinde Tahtacılar, Abdallar, Yörükler, Zazalar, Baraklar, Avşarlar, Nalcılar, Çepniler, Sıraçlar, Amucalılar, Türkmenler, Bedreddiniler, Terekemeler, Nusayriler, Kızılbaşlar ve Bektaşiler yer alır.
Toplu taşıtlarda, üzerinde “ihtiyaç anında camı kırınız” yazılı, içinde cam kırma çekici olan küçük güvenlik kutuları vardır. Alevilerin ülke içindeki konumu bu güvenlik kutularına benzer. Bir farkla, Alevi kutusunun üzerinde “ihtiyaç anında sırtını sıvazlayınız” yazar. İhtiyaç dışı zamanlarda Alevileri istediğiniz gibi vurup kırabilirsiniz.
Yeni bir seçim arifesine giriyoruz ve yine Alevilerin sırtının sıvazlanması zamanı geldi. Göl maya tutmaz ama yine de çalmak lazım. Olur ki kendini aciz ve çaresiz hissedenler içinde “iktidarla iyi geçinmek lazım, ne koparsak kârdır” anlayışında olanları kendimize çekeriz hesapları her zaman yapılır, çünkü zokayı yutan balık hiç eksik olmaz.
Böyle zamanlarda Alevilik nedir, Alevi kimdir sorusu hep gündeme gelir. Bu araştırmada aynı soruyu soralım ve yanıt arayalım.
Kavram
Kavramlar (sembol, isimlendirme) olguların ve varlıkların soyutlanmış, kelimelere indirgenmiş halidir. Aslında sorun ve amaç, gerçeğin karmaşıklığı anlaşılmazlığı değil, görünür gerçekliği bir kelimeyle anlatabilmek ve sınıflandırmaktır. Örneğin kuş dediğimizde genel olarak kanatları olan ve uçan, yumruk kadar küçük hayvanlar aklımıza gelir. Muhabbet kuşu dediğimizde imge biraz daha netleşir, gaga yapısı, renkleri, insana yakınlığı ile zihnimizde daha özel bir kuş imgelemi oluşur. Demek oluyor ki kavramlar, tek kelimeyle anlaşılmayı ve sınıflamayı sağlamaktadır.
Kavram, olgu gibi sürekli açıklanmaya muhtaç olursa yerini bulmamış demektir ve yok olmaya mahkûmdur. Kıstırgaçlı götürgeçi anımsayanlar vardır. Türk Dil Kurumu’nun tramvay yerine önerdiği kelime idi. Kıstırgaçlı götürgeçte kelimeler, anında imgelem yaratan değil, kendi içinde açıklamaya ihtiyaç duyduğundan tutmadı. Aynı şekilde, uçan taşıtların inip kalktığı alana “uçak” adı önerilmişti. “Hava alanı” kelimesi daha net ve açıklayıcı olarak kabul gördü. “Uçak” adı tayyare yerine kullanıldı.
Siyasi ve dinsel kavramlar sınıfsal özelliğe sahiptir. Kendi emeğiyle geçinen emekçilerle, emekçilerin emek ürünlerine el koyarak yaşayan hakim sınıfların, aynı kavramları algılayışları çok farklıdır. Farklı algılansa da, her iki sınıf tarafından kullanılması, kavramın günümüze kadar gelmesini sağlamaktadır. Emekçi sınıflar için inanırlığı olan herşeyin, hakimler tarafından kabullenirliği oluşur. Bu kabullenirlik hakimiyetin devamlılığı için gereklidir. Kabullenme, içeriğin boşaltılması ve yozlaştırarak kullanılır hale getirme aşamalarını içerir.
Dinsel kavramlar, emekçilerin inanması ve kullanması ile doğarlar. Hakimlerin ilk tepkisi reddetmek veya kayıtsızlıktır. Kavram kitleselleştikçe, kullanımı arttıkça, yasak ve cezalar çözüm olmaktan çıkar. Hakimlerin kavrama olan ilgisi artar, tolere edilir hale gelir. Ardından gelen süreç kabullenme ve kullanmadır. Kavram artık emekçilerin kullanılmasının yeni bir aracına dönüşmüştür.
Emekçiler açısından dinsel kavramları değerlendirme aşamaları: inanma, inandığını savunma ve geliştirme, inanılana getirilen yasaklara karşı direnme ve gizlenme, kavramın hakimler tarafından kabullenilmesinde uzlaşma, kavramın yasallaşması ve kavramın kurumsallaşması ardından kullanılma şeklinde olur.
Hakim sınıflar açısından dinsel kavram öncelikle reddedilir, sonra yasaklama, cezalandırma, yok etmeye çalışma gelir. Kavramın yaygınlaşması önlenemezse, kabullenilir; din temsilcileriyle oturulup uzlaşılır, yasallaştırılır. Kavramın kurumsallaşması sağlanarak kullanıma uygun hale getirilir.
Örnek Hıristiyanlık. İlk ortaya çıktığı zaman Roma imparatorluğu tarafından reddedilmiş, yok edilmek istenmişti. Emekçiler Hıristiyanlığın kendileri için kurtuluş yolu olduğuna inandılar. Hıristiyanlık kısa zamanda geniş kitlelere yayıldı hakimler tarafından yok edilmesi olanaksızlaşmıştır. Roma Hıristiyanlığı kabullendi. Yasaklamalar kalktı, Hıristiyanlığın yetkilileriyle uzlaşı sağlandı. Hırıstiyanlığın ruhban takımı Roma İmparatorluğu tarafından kurumsallaştırıldı. Yeni statü ve ekonomik güce ulaştırıldı. O günden itibaren papalık, feodal düzenin en büyük savunucusu oldu.
Kimlik
Kimlik, doğada var olmayan bir soyutlama, bir kavramdır. Günümüzde insanları fazlasıyla ilgilendirir. Biz de kimlik kavramına önce tanımlayarak, sonra sınıflayarak hakkını verelim.
Kimlik, kişinin veya toplumun, özellikleri ve kökeniyle açıklanmasıdır. Varlığın ifade edilmesidir. Toplumun ve insanın özgeçmişidir (curriculum vitae, CV).
Kimlik, bireysel yaklaşımda psikolojinin, toplumsal yaklaşımda sosyolojinin konusudur. Kimlik tanımında özelliklerden söz edilirken zorunlu olarak birileriyle ortak olduğumuz noktalar kadar, farklı olduğumuz noktalar da vurgulanmış olur. Bu anlamda kimlik tanımı bir aidiyet açıklaması ve farklılık vurgusudur. Kimliğimizden söz ederek “özelliklerim şunlar, kökenim şu” demiş oluyoruz. “Kimsiniz” sorusu özellikleri, “kimlerdensiniz” sorusu kaynağı sorgular. Köken ve kişisel özellikler birlikte kimliği belirler ve birbirinden bağımsız değildir. Anne babadan yani kökenden kalıtsal olarak aktarılan zekâ, mizaç gibi akılsal özellikleri; ten, saç, göz rengi gibi fiziksel özellikleri, kişisel özellikler içinde bulabiliriz. Toplumlarda ise kökenin izlerini kültürel değerlerin içinde arar buluruz. Başlıca toplumsal kültürel değerler; ekonomi, dil, bilim ve teknoloji, din, felsefe, sanat, ahlak, siyaset ve devlet, hukuk, eğitim ve tarihtir. Dil toplumun özüdür. Ekonomi toplumun temelidir. Din, siyaset ve devlet toplumun sömürülme araçlarıdır. Ahlak, hukuk ve eğitim toplumun terbiye edilmesidir. Bilim, teknoloji, felsefe ve sanat toplumun duygu ve düşüncesidir. Tarih toplumun belleğidir.
Kimlik, bireysel ve kolektif kimlik olarak ikiye ayrılır. Kolektif kimliğin belirleyiciliği altında her iki kimlik sürekli etkileşim halindedir.
Bireysel kimlik
Bireysel kimlik; biyolojik, sosyolojik, kişisel ve tarihsel kimlik olmak üzere dört bölümden oluşur. Biyolojik kimliğimiz, değiştirilmesi mümkün olmayan, kalıtımsal olarak bize geçen özelliklerimizdir. Erkek veya dişi cinsiyetle doğarız, ten, saç ve göz rengimiz, yüz hatlarımız, gülüşümüz, ses tonumuz vb. zekâ düzeyimiz, mizaç özelliklerimiz genetik yapımıza bağlıdır. Çevresel faktörler, birey yaşamı süresince biyolojik özelliklerde birtakım değişikliklere neden olsa da niteliksel dönüşüm olmaz.
Sosyolojik kimliğimiz toplumsal ve siyasal özellikleri gösterir. İçinde doğduğumuz ve bulunduğumuz toplum bizi eğitir, dil, din, adet, ahlak, zihniyet ve milliyet sahibi yapar. Devlet, adımızın soyadımızın olmasını zorunlu kılar. Bizi numaralandırır. Ülkede, okulda, iletişimde, bankada sayılarla, (Tc, okul, telefon, iban numarası ile) tanımlanırız. Sosyolojik kimliğin birçok özelliğini değiştirme şansımız vardır.
Kişisel kimlik, toplum ve devlet içinde kendi çabamızla elde ettiğimiz özelliklerdir. Edindiğimiz meslek, dernek, parti, kulüp üyelikleri, başkan, müdür, şeflik, uzmanlık, profesörlük gibi yönetsel ve akademik düzeyler bu tür özelliklerdir. Değişkendir.
Tarihsel kimlik bireyin anne baba ve daha eski soy kütüğünü ifade eder. Değişmez ama belirlenmesi zordur.
Ulus devlet
Bireysel kimlikte kolektif kimlik belirleyicidir demiştik. Kolektif kimlikte belirleyici olan ise fiziki coğrafyadır. Fiziki coğrafya; yeryüzü şekilleri, iklim özellikleri ve buna bağlı olarak fauna ve floranın oluşumunu ifade eder. Beşeri coğrafya yani insan topluluklarının dağılımı ve yaşam özelliklerinin oluşması fiziki coğrafyaya bağlıdır. Kentsel üretim devriminden (kapitalist devrim) sonra hakim sınıflar; emekçilere ve mazlum halklara milliyet ve ulus gibi bazı yeni payeler bahşederek keskin devlet sınırları (gümrükler) içine hapsetmişler, paranın gümrüklerüstü hakimiyetini (emperyalizm) kurmuşlardır. Beşeri coğrafyayı kontrolü altına almaya çalışan, fiziki coğrafyayı altetmeye çalışan yani bindiği dalı kesen yeni bir siyasi coğrafya doğmuştur. Yeni siyasi coğrafyanın kurucuları, sebep oldukları ülke içi (iç göç) ve ülkelerarası (dış göç) insan hareketlerinin kontrolü ve tasnifi için icat ettikleri yeni kolektif kimlik özelliklerini ön plana çıkarmışlardır.
Kentsel üretim devriminden önce halkların kolektif kimliği dil birliği, din birliği, toprak ve sosyo ekonomik yaşam birliği özelliklerine sahipti. Devrimden sonra bireylerin biyolojik kimliği genelleştirilerek milliyet adıyla halkların kolektif kimliğine uyarlandı. Irkçılığa bilim kılıfı geçirmek için antropoloji kullanıldı. Halk adı da torba isim kabul edildi ve gümrük duvarlarını çizme gücüne sahip olan halklara ulus, çevrilen alana ulus devlet, üzerinde yaşadıkları topraklarıyla gümrük duvarları içinde kalan halklara, diğer milliyetler ve azınlıklar dendi.
“Birleşmiş milletler kaynaklarında 2004 yılına göre 5000 civarında etnik grup, 6000 kadar dil kaldığı belirtiliyor. Buna göre:
1) Ulus kavramı, devletler ve resmi bakış açısından, genellikle bir etnik grupla özdeşleştiriliyor. Oysa dünyadaki tüm etnik gruplardan sadece yüzde 4’ü bir ulus-devlete sahip.
2) Etnik grupların yüzde 96’sının ise kendine özgü bir devleti yok.
3) O halde, bir ulus-devletin sınırları içinde, ister istemez birçok etnik grup yaşıyor. Demek ki, dünyada etnik kültürler açısından çok az homojen ulus-devlet var. Çoğu, az veya çok çeşitlilik sergiliyor.
4) Kimi ülkelerde tepede, yönetimde, o ulus-devletin adıyla bütünleşmiş, çoğunluğu oluşturan bir etnik grup bulunuyor. Azınlıklar ise bazen kotalarla, bazen “demokratik” seçimlerle, yönetime katılmaya çalışıyor; bazen de iradeleri, sistemin, kamusal alanın tamamen dışında bırakılıyor. Etnik grup ismi taşımayan devlet sayısı neredeyse sadece Yeni Zelanda, Avustralya, Amerika, Kanada, Arjantin, Brezilya, Peru, Meksika gibi eski sömürgelerle sınırlı.” (Semra Somersan, “Sosyal Bilimlerde Etnisite ve Irk”)
Aslında gerçek anlamda bir ulus devlet olamaz. Yaşadığı topraklar devletin gümrük duvarları içinde kalmış, on kişi de olsa farklı dine, dile ve etnik özelliklere sahip insan toplulukları mutlaka vardır. Adolf Hitler ilk defa gerçek anlamda ve zor kullanarak “hemen” bir ulus devlet kurmak istemiş, ortaya soykırım çıkmıştır. Antropolojinin biyolojik yanının üstü örtülse de, ülke yönetimlerine demokrasi aksesuarı eklense de, uyum, entegrasyon ve asimilasyon adıyla değişik renk tonlarında sürece yayılmış soykırım günümüzde devam etmektedir. Birey özelinde, kolektif etnik kimlik özellikleri savunulduğu; buna uygun bireysel ve toplumsal tutum ve davranışlar geliştirildiği sürece, devam edecektir.
Emperyal güçler tarafından beğenilmeyen devletlerin içindeki halklara; milliyetleri hatırlatılarak “kendi kaderlerini tayin hakları” olduğu söylenir. Emperyal güçler tarafından beğenilen devletler içindeki “kendi kaderini tayin hakkı” savunucuları vatan haini ve terörist ilan edilirken; beğenilmeyen, parçalanması istenen devletler içinde kimlik kavgası verenler, özgürlük savaşçıları olarak alkışlanır. Çözüm milliyetlerin reddedilmesi, insanların yurt edindikleri, geçimlerini sağladıkları topraklarda, eşit haklarla çok kültürlü yaşamlarını sürdürmesidir.
Kolektif kimlik
Kolektif kimliğin dört boyutu vardır. Etnik boyut, dini boyut, felsefi boyut ve tarihsel boyut. Kolektif kimliklerde her dört boyutta süreç içinde sağlanan mutlak uyum vardır. Boyutların çelişmesi toplumsal olaylara neden olur. Toplum içinde her bireyin kendi yaşamında hangi boyutu öne çıkardığı değişken olduğu gibi, birey niceliğine bağlı olarak kolektif kimlik içinde öne çıkan boyut da değişir. Öne çıkmak belirleyici olmak değildir; zamana ve şartlara bağlı olarak değişkendir.
Aleviliğin dinsel boyutu
Alevilik özde dinsel bir kelimedir. Bir cemaati çağrıştırır. Günümüzde Alevilik, felsefesiyle, tarihiyle, inancıyla bir topluluğun, bir kimliğin adıdır. Bu nedenle Alevilik kolektif kimliğinde dört boyutu da incelemeliyiz. Alevi kolektif kimliğinde etnisite yoktur, çünkü Alevilik içinde Türk, Kürt, Arap halkları ve Türkçe, Kürtçe, Zazaca, Arapça dil çeşitliliği vardır. Dil ve milliyet anlamında etnisite yalındır. Çeşitlendiği yerde etnik kimlik kaybolur.
Anadolu Aleviliğinden önce Aleviliğin dinsel kökenine bir bakalım.
İslamiyet’te ilk büyük ayrılık peygamber Muhammed’in ölümünün hemen ardından onun yerine halife olarak kimin geçeceği konusunda yaşanmıştır. Muhammed’in daha cenazesi kalkmadan toplananların uzlaşmasıyla Ebubekir halife olarak seçilmişse de, başını peygamberin kızı ve Ali’nin eşi olan Fatma’nın çektiği kesim, ısrarla peygamberin vasiyeti olduğu, halifeliğin Ali’ye verilmesi gerektiği ve halifeliğin peygamber soyu ile (ehli beyt) imamet şeklinde devam etmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu anlaşmazlık Fatma’nın kalan yaşamı boyunca devam etmiştir (6 ay). Fatma’nın ölümüyle birlikte Ali direnmekten vazgeçmiş ve Ebubekir’e biat etmiştir. Peygamber soyunun en önemli temsilcisi Ali’nin biat etmesiyle birlikte ayrılık küllenmiştir. Ebubekir’in ardından seçilen Ömer’e ve sonra seçilen Osman’a, Ali’nin biatı devam etmiştir. Halife Osman’ın önemli yerlere kendi soyundan kişileri vali olarak ataması ve yapılan haksızlıklar muhaliflerin ve ehli beyti savunanların, Ali’nin etrafında tekrar toplanmasına neden olmuştur. Osman’ın öldürülmesi olayında Ali taraftarlarının parmağı olduğu söylentileri ile birlikte Şam valisi Muaviye, Ali’ye biat etmeyerek başkaldırmıştır. Ardından Sıffin savaşında bir düzmeceyle Ali’nin mücadeleden vazgeçmesi, hariciler denilen üçüncü bir ayrılık kolunun doğmasına neden olmuştur. Ali’nin öldürülmesinin ardından Ali’nin oğlu Hüseyin’in peygamber soyu olarak halifelik ısrarına devam etmesi ve Kerbela olayı ile birlikte halifelikte imameti savunan ehli beytçiler (Şiiler) ve hilafeti savunan ehlisünnetçiler (Sünniler) ayrımı tüm İslam âlemine yayılarak günümüze kadar gelmiştir.
Dikkat edilirse şimdiye kadar anlattıklarım İslamiyet’in yönetilmesi yani siyasi yönü ile ilgilidir. Sonraki dönemlerde ayet ve hadislerin yorumlanması ve uygulamalarla ilgili her iki mezhep kendi içinde kollara ayrılmıştır. Anadolu Aleviliği siyaseten ehli beytçilerin içinde yer alır. Ancak ayet ve hadislerin yorumlanması ve bunun yansıması olarak ibadet tarzı gibi uygulamalarının kısaca felsefesinin farklı olmasıyla diğer ehli beytçilerden temelden ayrılır. Bu ayrım Şiilik ve Sünnilik arasındaki siyasi ayrımdan çok daha derin ve uzlaşmazdır.
Dinsel tanım olarak Alevilik, Ali’yi sevenler ve Ali’nin yolundan gidenler anlamında İslamiyet’e özgü genel bir terimdir. İslami Aleviliğin tarihi, İslami Anadolu Aleviliğinden daha eskidir. 10. Yüzyıl Şii alimlerinden Nevbahti’nin Şii kollarını anlatan ünlü eseri Firaq al-Shiah’da “al-Alawiyah” olarak “Alevi” ismi geçer. Örneğin Yemen Zeydiyesi, İsna Eşariye (Oniki İmamcılar), Lübnan’daki Mutawilah (Mütevelliler), Irak’taki Shabak ve Sarliyah-Kakaiyah, Ali İlahiler veya Ehl-i Hak’lar, Suriye’de Nusayriler Alevi olarak bilinirler. Hatta Fransızlar, Birinci Dünya Savaşı sonrası Suriye’yi işgal ettiklerinde mezhepsel ayrımlardan yararlanmak için Lazkiye bölgesinde Dawlat al-Alawiyin (Alevi Devleti) kurdurmuşlardır. Bugün Ortadoğu’da Alevi adı geçtiğinde öncelikle Suriye’deki Nusayriler akla gelmektedir. Türkiye’de güneydoğusunda ve Hatay’da varlığı bilinen Nusayriler, Arap Alevileri olarak Suriye Nusayriliğinin devamıdır.
Formel ve batıni İslam
“Anadolu Aleviliği” Türkiye’de Alevi topluluklar için çatı isimdir. Bünyesinde Tahtacılar, Abdallar, Yörükler, Zazalar, Baraklar, Avşarlar, Nalcılar, Çepniler, Sıraçlar, Amucalılar, Türkmenler, Bedreddiniler, Terekemeler, Nusayriler, Kızılbaşlar ve Bektaşiler yer almaktadır. Ayrıca Osmanlı belgelerinde ışık taifeleri, Rafıziler, mülhidler gibi isimlendirmeler de geçmektedir.
Ülkemizde ağız alışkanlığı ve yaşam getirisi olarak Sünniliğin karşısına Alevilik çıkartılsa da mezhepsel anlamda Sünniliğin karşıtı Şiiliktir. Alevilik üzerine değerli araştırmaları olan Fuad Köprülü’nün, birbirinin karşılığı olmayan Sünnilik ve Aleviliği tanımlama sözcükleri ortodoksi ve heteredoksi olmuştur. Bir türlü tam oturmasa da, araştırmacıların içine sinmese de ortodoksi ve heterodoksi, paradigma olarak Alevi-Sünni tanımlamasının üzerine çökmüştür. Ayfer Karakaya Stump bu paradigmayı kırma yolunda Anadolu Aleviliğinin “batıni”liğini etraflıca incelemiştir. Sünni (ortodoks) İslam’ı “şeriat merkezli İslam”, Alevi (heterodoks) İslam’ı “batıni İslam” olarak tanımlamıştır. Köprülü’nün ortodoksi heterodoksi tanımlaması, aynı şekilde çift taraflı tanımlamayla kırılabilir. Ortodoksi “ana akım”, “esas olan”, “doğru olarak kalıplaşmış, kabul edilmiş” anlamları taşır. Doğal olarak heterodoksi de ana akımdan, esas olandan, doğru olarak kabul edilenden sapmak anlamını taşır. Ortodoksiyi İslami fıkıh açısından ele aldığınızda içinde bir evrensellik, değişmezlik içerdiği anlaşılır. Köprülü, Sünniliği ortodoksi tanımlamasıyla, hakimiyeti ve doğruluğu değişmeyecek özel bir yere koymaktadır. Oysa İslamiyet’e göre inancın imani, ahlaki ve şekli (ibadet ritüelleri) boyutları vardır ve her üç boyut da değişkenlik içerir. Görünmeyen boyut olan iman, inancın dışavurumu olan ahlak ve ibadet, birlikte ve tutarlı olmak zorundadır. Dini bütünlüğün ifadesidir bu.
Ülkemizde Milli Selamet Partisi’nin kuruluşu ile birlikte siyasal İslam beden buldu ve her geçen gün büyüdü. Büyüme ve ülkeye hakim olmayla ters orantılı olarak inancın görünen yüzü, ahlak ve ibadet ritüelleri birbirinden koptu. İbadet ritüelleri abartılıp şova dönüşürken, ahlak görmezden gelinme düzeyine indirgendi. “Günümüzde artık şekli ibadetlere bağlılık gösteren, namaz kılan, oruç tutan, tesettüre bürünen, hacca giden ancak söz konusu bu ibadetlerin içsel anlamından haberdar olmayan dindar/nicelik olarak ibadeti artıran ancak ahlâkî zafiyetler gösteren bir dindarlık anlayışına sahip bir kesimin varlığı görülmektedir. Kişilerin ibadete dair sorduğu sorulardan, ahlâkî yanlışlıklardan daha ziyade şekilsel yanlışlık yapmamayı daha dikkate değer gördükleri anlaşılmaktadır. Namaz, oruç vb. ibadetlerin kişilerin hayatlarında karşılık bulan anlamı “sadece Allah’ın bir emrini yerine getirmek, Allah’ın rızasını kazanmak” anlayışıyla sınırlı kalabilmektedir. Söz konusu bu anlayışın nihai süreçte geldiği nokta anlam ve ahlâktan yoksun olan ve sadece forma/şekle indirgenmiş bir dindarlık anlayışı yanında ibadet kavramının da anlam ve eksen kaymasına uğramasıdır. Bu durum namaz kılan ancak insanlara karşı enaniyet ve egosundan bir şey kaybetmeyen, zekât veren ancak toplumsal sorunlarla ilgilenmekten uzak kalan, oruç tutan ancak Allah için değil bireysel çıkar ve gösteriş için iş yapan bir zihniyetin de tezahür etmesine zemin hazırlamıştır.” (Havsa Kesgin, “Günümüzde İbadetlerin Forma İndirgenmesinin Dini ve Ahlaki Sonuçları”)
İslamiyet’te siyasi (yönetsel) anlamda ayrım Sünnilik ve Şiiliktir. İslamiyet’te felsefi anlamda ayrım formellik ve batıniliktir. Batın; karın, bir şeyin içi ortası, görünmeyen yönü anlamına gelir. Batıni inanç, şekle (ibadet ritüelleri) özel bir önem vermeden yaşamın içindeki tanrısal özü kavramaktır. Ahlak bu özün doğal görüntüsüdür. Bu yüzden cemevleri yalnız inanç (ibadet) değil aynı zamanda eğitim ve hukuk merkezidir. Bir camide birlikte namaz kıldığınız, saf tuttuğunuz, sağınızdaki kişinin rüşvet yiyen, harama el uzatan olduğunu, solunuzdaki kişinin dolandırıcı olduğunu bilebilirsiniz. Onları camiden atmak, namazlarının kabul olmadığını söylemek kısaca çıngar çıkarmak sizin işiniz değildir, namazı kıldıran imamın işi de değildir. “Allah katında herkes kendi günahlarının hesabını verecektir” der çıkarsınız işin içinden. Ama cemlere birbirine küs olanlar bile giremez. (Kentlerdeki cem törenleri camideki formata uygun ibadetlere dönüşmüştür.)
Türkiye’de formel İslamiyet’i Sünnilik, batıni İslamiyet’i Alevilik temsil eder. Formel yapısıyla Şiilik ve Sünnilik aynıdır. Ülkemizde Formel İslam olan Sünnilik, batıni İslam olarak karşılığını Anadolu Aleviliğinde bulmaktadır.
Alevi doğmak
“Alevi doğulur, sonradan Alevi olunmaz” tümcesi yanlış bir ifadedir. Bu ifade “toplumda doğuştan farklı bir yerim var” anlamında birçok Alevinin gönlünü okşadığından kabul görmüştür. Aslında “Alevi doğmak” kavramı Aleviliğin tarikat ve diğer toplumsal örgütlenmelerden farklı olduğunun, doğmakla başlayan bir yönlenme, yola girme şeklinde yetişme vurgusudur. Tarikat ve diğer örgütlenmeler bireyin kişiliğinin oluşmakta olduğu veya oluştuğu yaşlarda düşünerek girmeye karar verdiği kurumlaşmalardır. Oysa Alevilik, aile olarak içinde doğup yetişilen, ebeveyn eğitimiyle zihniyet olarak benliğe işleyen yapılanmadır.
Olaya biyolojik yaklaşırsak, “doğuştan olma” kavramı kalıtımdır ve genetik biliminin konusudur. Her yeni doğanın hücre çekirdeğinde bizim fenotip denilen özelliklerimizi taşıyan genlerimizin bulunduğu 23 çift kromozom ipliği vardır. Babanın spermiyle gelen ve babanın özelliklerini taşıyan 23 kromozomlu gamet ile annenin yumurtasında bulunan annenin özelliklerini taşıyan 23 kromozomlu gamet kaynaşır (rekombinasyon) yeni bir 23 kromozom oluşur. 23 kromozomun çiftini oluşturmasıyla bir benzeri olmayan yeni bir insanın ilk hücresinin genetik kodları oluşur. Genlerde kodlu özellikler aşamalı olarak kendini gösterir. Saç, göz ve ten rengi, boy ve fiziksel yapı, yüz yapısı, cinsiyet genetik olarak belirlenir. Beyinsel fonksiyonlar olarak zekâ düzeyi ve mizaç özellikleri de kalıtımsaldır. Kalıtımsal özellikler çevresel faktörlere bağlı olarak önemli değişikliğe uğrarlar. Örneğin klasik olarak çocuğun ulaşacağı boy anne boyu ve baba boyunun ortalamasıdır. Ancak uzun süreli beslenme bozukluklarında çocukta gelişme geriliği oluştuğu ve boyunun kısa kaldığı bilinmektedir. Tip olarak birbirinin benzeri olan tek yumurta ikizlerinden biri Norveç’in soğuk ikliminde diğeri ekvator hattında büyüsün 20 yaşında yan yana geldiklerinde kardeş olduklarını anlarsınız ama ten renginden yüz hatlarına kadar oldukça değişmiş olduklarını fark edersiniz.
İnsan genomunda Alevilikle ilgili bir gen ve özellik yoktur. Yani Alevi bir anne ve Alevi bir baba çocuklarına Aleviliklerini kalıtımla geçiremezler. Bebeklerini Alevi gibi yetiştirdikleri için çocukları Alevi olurlar. Alevilik sonradan edinildiğine göre sonradan da terk edilebilir. Bu bir hissetme ve kavrama olayıdır. Kişi, kendini bir Alevi gibi hissetmiyorsa (aidiyet) ve Aleviliğin kendisinde bir anlamı yoksa “ben Alevi değilim” dediğinde Alevi değildir. Alevinin terk edemeyeceği şey Alevi kökenli olmasıdır. Alevilik tanımlamasının diğer yönü karşıdaki kişinin Alevi’yi nasıl tanımladığıdır. Bu da karşıdaki kişinin Alevi olup olmamasına göre değişiklik gösterir. Her Alevinin zihninde kendisiyle büyük oranda özdeşleşen bir Alevi tanımlaması vardır; ve bu tanımlamanın olmazsa olmaz kırmızı çizgileri vardır. Örneğin eline, beline, diline sahip olmak, canlıya can hakkını vermek, laiklik gibi kırmızı çizgileri çiğnemiş kişi artık Alevi değil yalnızca Alevi kökenlidir. Geleneksel Alevilikteki düşkünlük daha farklı bir olgudur. Geleneksel Alevilikte, Alevi toplumu içinde, hatasını görerek düzelten ve bunu cemde beyan eden düşkünlükten kurtulur, topluma karışır. Kent ortamında kişinin kendini düzeltmesi değil karşısındaki Alevinin onu değerlendirmesi ön plandadır. Hata düzeltilse de kırmızı çizgi çiğnenmesi güveni yok etmiştir, kişi Alevi olmaktan çıkmış, “Alevi kökenli” olmaya sabitlenmiştir. Örneğin Prof. İzzettin Doğan bir kısım Alevi için artık Alevi değil Alevi kökenli biridir.
Sünni biri içinse Alevi Alevidir. İster namaz kılsın, ister hacca gitsin. En fazla dönme Alevi olur.
Zihniyet
Kolektif kimliğin üçüncü boyutu felsefi boyut, yani zihniyettir. Zihniyet, kolektif kimliğin asıl belirleyicisidir. Bireyde eğitime bağlı olarak dini boyut ön plana çıksa da kolektif kimlikte ortak zihniyet belirleyicidir. Neolitik devrimle başlayan 10 bin yıllık kırsal üretim toplumunda doğa koşulları (fiziksel coğrafya) toplumların üretim ve yaşamını belirler (beşeri coğrafya) üretim ilişkileri yaşam felsefesi (zihniyet) yaratır. Teolojik inanç sonrasında din, zihniyete uygun olarak oluşur ve şekillenir. İslami inancın ahlak ve ibadet olarak dışavurumunda Arap zihniyetini, Arap zihniyetinde üretim koşullarının belirlediği yaşamın izlerini bulabilirsiniz. İslami eserlerde yer alan köle ticareti, kız çocuklarıyla evlenmek, deve sidiği içmek dinin getirisi değil yaşamın getirisidir. Ayetlerde sözü edilen öbür dünyadaki tomurcuk memeli hurilerle dönemin Arap yaşamının ilintisi üzerine bir kitap yazılabilir.
Bireysel kimlikte inançla zihin, kolektif kimlikte dini boyutla zihniyet, mutlaka uyumlu olmak zorundadır. Zihnin çoğulu olan zihniyet tiplerine geçmeden önce zihnin ne olduğunu inceleyelim.
Beynin biyolojik yapı ve işlevleri nörobilimin konusudur. Psikoloji bireye özgü işlevleri, sosyal psikoloji topluma özgü işlevleri inceler. Zihin, akıl, zekâ, bilinç, mizaç, karakter, kişilik, huy beynin işlevleriyle ilgili kavramlardır.
Beyin bilgiyi işleyen bir fabrikadır. Bilgi işlemde dört kavram rol alır. Zihin, zekâ, akıl ve bellek. Hayvanlarda insanlardan farklı olarak zihin yoktur. Akıl çatı kavramdır. İnsan aklı zihin, zekâ ve bellekten oluşur. Hayvan aklı zekâ ve bellekten oluşur. Aklın olgulara karşı tutum ve davranışlarda tutarlı olma haline zihin denir. Zihnin doğuştan varolma özelliği yoktur. Yeni doğan bebeğin zihni boştur. Zihin, beynin çevresel faktörlerle yani eğitim, bilgilenme ve deneyimle oluşan bir özelliğidir. Akılda iyi, kötü, doğru yanlış kelimelerinin anlam kazanması zihnin oluştuğu anlamına gelir.
Bilinç zihinsel durumun varlığının ifadesidir.
Zekâ kalıtsaldır. Otomatik bilgi işlem merkezidir. Bilgiyi öğrenerek keskinleşir. Aynı zamanda algı ve sezgideki hızı belirler. Zekâ eğitilmez, yani yönlenmez. Yönlenme karar verme işini aklın diğer argümanı olan zihne bırakır. Zekâ ölçülebilir, zihin ölçülemez. Zihin toplum tarafından yaratıldığından topluma özgü vicdan, ahlak, onur gibi erdemlere sahiptir. Zekâ genetiktir, topluma özgü erdemleri yoktur. Bağlı olduğu akıl hangi erdemlere sahipse onlara uygun çalışır. Bir hümanist de, bir diktatör de çok zeki olabilir.
Akıl, zekâ ve zihni en iyi araba şoför örneği anlatır. Araba zekâdır. 100 km hıza kaç saniyede ulaşacağı, saatte kaç kilometre hız yapacağı motor özelliklerine bağlıdır. Tıpkı zekânın kapasite ve keskinliği gibi. Arabanın deposundaki yakıt bellekteki bilgidir. Örneğimizde şoför akıldır. Şoför arabayı çalıştırmadığı, gaza basıp yürütmediği sürece arabanın motor gücünün yani zekânın anlamı yoktur. Bu örnekte aklın ve zekânın konuşlanmasını görüyoruz. Şimdi aklımıza şöyle bir soru gelebilir. Arabayı çalıştıran ve gaza basan şoför ne yöne gidecek? Zihin arabanın hem yönünü belirler, hem de hızını ayarlar. Şoför (akıl), arabanın (zekâ) sahibidir ve nereye gideceğine karar verme (zihin) bilincine sahiptir.
Zihnin oluşumu
İnsanın psikolojik varlığının oluşumunda 0-6, 7-12, 13-18 yaşlar belirleyicidir.
0-6 yaş zihniyetin oluşum evresidir. Aile, toplumda en küçük birimdir ve birey değerlerinde doğrudan etkilidir. Aile içi ilişki, ana babanın verdiği eğitim, öğretim zihniyette belirleyicidir. Din, ahlakı sahiplense de (zaten dinin sahiplenmediği veya fikir ileri sürmediği hemen hiçbir alan yoktur.) ahlak aslında zihniyetin bir argümanıdır. Ateistler ve deistler ahlaki değerlere sahiptirler.
0-6 yaşta zihniyette aile eğitimi belirleyicidir Zihniyet oluşumunda annenin etkisi esastır kalanı baba ve yakın akrabalar paylaşır. Bu oranlar aile özelinde değişkendir. Değişmeyen, zihniyette anne etkisinin içgüdüsel yönüyle birlikte, her zaman ağırlıklı olmasıdır.
7-12 yaş zihniyetin gelişim evresidir. Bu aşamada annenin ve ailenin etkisi azalır. Yerine muhatap erişkin olarak öğretmen geçer. Ebeveyn ve yakın çevre etkisi, birbiriyle yarışırlar. Zihniyetin gelişim aşamasında devletin ilköğretimi etkilidir. Gelişim aşamasının sonunu belirleyen, kişiye özgü ergenliğe geçiş, tüm hormonların aktive olduğu, cinsel kimlik ve kalıtsal mizaç özelliklerinin ortaya çıktığı yıllardır.
13-18 yaş kişiliğin oluşum evresidir. Kişilik oluşum yıllarının başı ve sonu görecelidir. Başını bireyin hormonlarının aktive olma zamanı belirler. Kişiliği, kişinin söze “bence” diye başladığı, sıkça görüş belirttiği zamanlar belirler. Zaten sonraki evre kişinin ölümüne kadar devam eden olgunlaşma evresidir ki kişiliğin oluşum evresiyle ayrışım yılları net olamaz.
Zihniyet dünyaya bakış açısı, dünyayı birbiriyle tutarlı algılamaların dışavurumudur.
Zihniyet aklın zoraki yönlenmiş halidir.
Yeni doğan; boş zihin, kalıtsal hayvansı içgüdüler ve kalıtsal zekâ ile anneye teslim olur. Duyumsal bilgiler belleğe hızla akarken (öğrenim), gerekçeli yap-yapma’lar yönelim (eğitim) yaratır. Zekâ düzeyi öğrenim ve eğitimde katalizördür. 0-6 yaşın son dönemlerinde öğrenilenlerle yönelimler arasındaki ilintiyi değerlendiren beyin, benliğini oluşturmuştur artık. Dil ile yaptıklarını ifade etmeye, düşüncelerini savunmaya başlayabilir.
Zihniyet tipleri
Üç temel zihniyet vardır. İçe dönükler, dışa dönükler, orta yolcular (sürfileciler).
İçe dönükler benmerkezcidir (ego sentrik). Metafiziği temsil ederler. Zorunlu düalistlerdir. Onlara göre dünya, ben ve diğerlerinden kuruludur. Güçlü ve hakim olanın yanında yer almak, ona göre davranmak “ben”i selamete çıkarır, diğerlerini ezer. Materyalist veya idealist olabilirler. İçe dönüklerde pragmatistlikle rasyonellik özdeştir. İçe dönüklerin felsefi temsilcisi Descartes’tır. İslamiyet’te Arap zihniyeti ve Sünnilik içe dönük zihniyeti temsil eder.
Dışa dönükler (eko sentrik) iyisiyle kötüsüyle bir bütünün ayrılmaz parçası olduklarını bilirler. Diyalektiği temsil ederler. Zorunlu monisttirler. Bütünün iyi olması için ellerinden geleni yaparlar. Materyalist veya idealist olabilirler. Dışa dönüklere göre rasyonellik ve pragmatistlik apayrı olgulardır. Dışa dönüklerin felsefi temsilcisi Spinoza’dır. İslamiyet’te Anadolu Aleviliği zihniyeti, dışa dönük zihniyeti temsil eder.
İçe dönükler ve dışa dönükler, toplumu ardından sürükleyen, bilime ve felsefeye öncülük yapan yaratıcı kesimdir. Toplumun büyük çoğunluğu orta yolcudur. İçe dönük ve dışa dönük söylem ve davranışlarla sürekli git geller yaşadıklarından bunlara sürfileciler diyorum. Zihniyette orta yol, nabza göre şerbet veren genel yaşam felsefesidir. İçe dönüklerin ve dışa dönüklerin sürüklediği toplum kitlesinde çoğunluğu oluştururlar.
Hiçbir toplum tüm bireyleriyle zihniyetlerden birini temsil ediyor denemez. Ancak genelleme yapmak mümkündür. Anadolu Aleviliği zihniyetinin özelliklerini, oluştuğu fiziki coğrafya ve kırsal üretim toplumu yaşamıyla uyumlu beşeri coğrafyanın içinde bulabilirsiniz. Kentsel üretim toplumu (kapitalist toplum) fiziki coğrafyadan etkilenmeyen ve onun yarattığı beşeri coğrafyadan bağımsız olan metropol kentlere sığınmış yeni bir yaşam biçimi pompalamaktadır. Paranın hakimiyeti üzerine kurulu değerleriyle ve doğa ilişkisini, kent parkları ve eğlence dolu tatil günlerine indirgemiş kent yaşamı, dışa dönük zihniyetle çelişir. Bu çelişki Anadolu Aleviliği zihniyeti özelinde çözülmelere neden olmaktadır. Tarihte ölüm fetvaları ve Osmanlı istibdadının başaramadığı çözülmeye, kent yaşamı neden olmaktadır. Kapitalizmin “her koyun kendi bacağından asılır”, “paranın açamayacağı kapı yoktur” düsturları popülerliklerini devam ettiriyor.
Aleviler iç göçte 5. kuşağı, dış göçte 4. kuşağı yaşıyorlar. Ailenin verdiği 0-6 yaş eğitiminde ısrarcı olmak; onu ideoloji ile örgütlenmiş, dışa dönük zihniyeti teşvik eden öğrenimle desteklemek kapitalizmin çözücülüğüne direnmektir. Solcu Alevi gençler bunun örnekleridir. Aile eğitimi, sol ideoloji ve yükseköğrenim birlikteliği güçlü bir direnç oluşturuyor. Alevi zihniyetinin diyalektik idealizmi, diyalektik materyalizme dönüşerek ayakta durabilir.
Aleviliğin tarihsel boyutu
Kolektif kimliğin dördüncü ve son boyutu tarihsel boyuttur. Anadolu Aleviliğinin tarihsel boyutuna özetle değinelim.
Tarih yazıyla başlar, yazıyı ilk icat edenler Güneydoğu Anadolu’nun hemen aşağısında Mezopotamya yerleşimli Sümer medeniyetidir. Sümerlerin çivi yazısı denilen yazıyla yazılmış binlerce kilden yapılmış tabletleri, günümüze kadar gelmiştir. Sümerlerin peşi sıra komşu Anadolu’da Hitit, İyon, Lidya, Frigya ve Urartu medeniyetlerini ve Luvi kültürünü görüyoruz. Luvilerden özellikle kültür diye söz ediyorum. Çünkü Avrupa’dan Hindistan’a kadar birçok yerleşim yerinde, günümüze kadar gelen Luvi dilinden isimler olduğu ve onlara ait ayrı bir çivi yazısı olduğu halde baskın Hitit medeniyeti altında yönetim olarak kimlik kazanmamışlardır. Luvilerle ilgili Eberhard Zagger’in yazılarını ve diğer ayrıntılı bilgileri internetten bulabilirsiniz. Luviler, çok tanrılı bir dine, monist diyalektik bir dünya görüşüne sahipti. Anadolu’da tarih boyunca kayıtlara geçmiş 63 medeniyet yer almıştır.
Alevi kültürü, Türklerden ve İslamiyet’ten önce Anadolu topraklarında yaşıyordu. Türklerin ve İslamiyet’in Anadolu’ya girişi, Aleviliğin başlangıcı değil yalnızca köşe taşıdır. Türklerin ve İslamiyet’in Anadolu’ya girişini birlikte ele alıyoruz, çünkü Araplar Sünni İslamiyet’i Anadolu’ya sokamamışlardır. İslam devleti doğuda Hindistan’dan, batıda İspanya’ya, güneyde orta Afrika’ya kadar uzandığı halde kuzeyde Suriye’den yukarıya çıkamamıştır. Bizanslar, Arapları yenerek, Arapların ve İslamiyet’in Anadolu’ya girmesine engel olmuşlardır. Anadolu’ya İslamiyet’i, Selçuklu Türkleri getirmişlerdir.
Büyük Orta Asya göçü başladığında batıda sarp Ural dağları büyük engeldi, bu dağları aşabilenler Avrupa’ya gittiler. Güney yolunu Çin Seddi kesmişti. Geriye tek bir yol kalıyordu güneybatıda Amuderya ve Siriderya nehirlerinin arasındaki Maveraünnehir bölgesine oradan da daha güneydeki Horasan bölgesine inmek, sonra İran toprakları aracılığıyla Ortadoğu’ya ve Anadolu’nun bereketli topraklarına ulaşmak. Burada biraz ayrıntıya giriyorum Çünkü Maveraünnehir bölgesi MS 1000 dolaylarında Sünni İslam’ın merkezi, Horasan ise Şii İslam’ın merkezi durumundaydı. Maveraünnehir’de kışlaklayan Oğuzların Kınık boyundan Selçuklular, Sünni İslam’ı benimsediler. Selçuklular, Araplara esir düşerek Müslüman olmuş bir Türk komutanın kurduğu Gaznelileri yenerek Irak topraklarına kadar geldiler. Bulundukları yer parçalanma ve yıkılma aşamasına gelmiş ve melik adı verilen küçük İslam krallıklarına dönüşmüş büyük İslam devletiydi. Bu devlet içinde Arabistan, Irak, Suriye topraklarında, Emevi ve Abbasîlerden kalanlar onlarca küçük yerleşime bölünmüşlerdi. İran topraklarına Şii İslam mensubu Karmatiler, Büveyhoğulları ve diğer batıni Şiiler hakimdi. İslam’ın zayıf anını kollayan Papalık, Kudüs ve kutsal toprakları ele geçirmek için Akdeniz’den ve Anadolu üzerinden Haçlı Seferleri düzenlemekteydi. Ayrıca batıda Afrika’da Fatımiler adıyla, Ali’yi değil de karısı Fatma’yı ehlibeytin merkezi kabul eden yeni bir Şii İslamiyet doğmuştu. Fatımiler Fas, Cezayir üzerinden Mısır’a yerleşmişti. Fatımilere göre Hz Fatma ehli beytin başlangıç noktasıdır. Fatma’nın, Ali’den daha dik duran, mücadeleci bir kişiliği vardır. Ali biat ederek Ebubekir’in halifeliğini kabul ettiği halde Fatma biat etmemiş ölene kadar Ali’nin halifeliğini savunmuştur. Hasan kişilik olarak babası Ali’ye, Hüseyin annesi Fatma’ya benzer.
İşte böyle bir ortamda Selçuklular İslamiyet’i toparlamaya ve merkez olmaya soyunur. Güçlü Selçuklu ordusu büyük bir direnişle karşılaşmadan Ortadoğu ve çevresindeki bütün İslam topraklarını ele geçirir. Bununla da kalmaz Bizans’ı 1071’de Malazgirt’te yenerek Anadolu topraklarına kendileriyle birlikte Sünni İslamiyet’i sokarlar.
Büyük Selçuklu devleti Şii, Sünni, gayrı-Müslim ayrımı yapmayan hoşgörülü bir yönetimdir. Arapların bile Sünni Müslümanları mevali yani Arap olan ve olmayan diye ikiye ayırdığı, güçlünün güçsüzü ilk fırsatta ezdiği Ortadoğu topraklarında Selçuklular fazla dayanamadı, kısa sürede parçalandı. Alpaslan’ın yönetimindeki Anadolu Selçuklu kolu ayakta kalırken, diğerleri yok oldu gitti. Sünni Selçuklular, Anadolu’da buldukları halka Sünniliği aşılarken, Horasan’dan yola çıkan Şii dervişler tüm bilgi ve birikimleriyle Anadolu’nun açılan kapılarından içeri giriyorlardı. Anadolu’da Ermeniler, Rumlar, Yahudiler gibi tek tanrılı din ve iman temelli yaşayan halklara İslamiyet’in vereceği bir şey yoktu.
Ama Luviler, Hattiler, Frigler, Urartular gibi Anadolu’nun kadim kültürlerinden gelenler, İslamiyet’i kendi yaşam felsefelerini bozmayacak haliyle benimseyebilirlerdi. Daha önce bu yöntemi Hıristiyanlığa karşı uygulamışlardı. Ortaya Pavlikanlar yani Pavlusçuluk çıkmıştı. Bu kez aynı yöntemi İslamiyet’e uyguladılar, İslamiyet’i kendi felsefelerine, yaşamlarına göre değiştirdiler ve Alevilik ortaya çıktı.
Bizans Anadolu’da hakimken, Hıristiyanlık Pavlusçuluğu İslamiyet’ten daha tehlikeli buluyordu, Haçlı Seferleri esnasında Pavlikanlara soykırım yaparak, yok ettiler. Aynı haçlı seferlerini benzer inanışa sahip İspanya’daki Katalanlara da düzenlediler ama yok edemediler. Bugün İspanya’da Barselona bölgesi Katalan halkından oluşur.
Selçuklu Sünniliği Anadolu’da tutunamadı. Osmanlılar da bir Oğuz boyudur. Selçukluların geldiği yoldan Maveraünnehir Horasan üzerinden Anadolu’ya geldiler. Selçuklular onları, Bizans saldırılarına tampon güç olsunlar diye, Bizans Selçuklu sınırına, bugünkü söğüt Domaniç bölgesine yerleştirdiler. Sonradan Osmanlı sultanlarına Selçuklu şahının ayağı anlamında padişah adı verildi. Padişahlık payesi Osmanlıya özgü olarak Osmanlı devleti yıkılana kadar devam etti. Osmanlının büyümesinde, Bizans topraklarının ele geçirmesinde yerel halk inancı olan Bektaşi tarikatının büyük katkısı oldu. Osmanlılar Balkanlara ve Avrupa’ya yayıldıkça bu katkı devam etti. Bugün Balkanlardaki yerleşik Müslüman Türklerin büyük çoğunluğu Bektaşi kökenlidir. Osmanlı ordusunun temeli olan yeniçeriler inanç olarak Bektaşi tarikatına bağlıydı. Fetret devriyle Osmanlı’nın Anadolu halkı üzerindeki kontrolünü yitirmesi, Kızılbaş dedikleri batıni köylülerin Babai tarzı ayaklanma başlatacakları korkusu, doğuda Türk Şii Safevi devletinin güçlenmesi ve müritlerinin çoğalması yeni Osmanlı padişahı Yavuz Selim’in Anadolu’yu ön plana almasına neden oldu. İsimleri tespit edilmiş 40 bin Kızılbaş öldürüldü. Anadolu’da Kızılbaşların tespit edildikleri yerde öldürülmesi ile ilgili fetvalar verildi. Çaldıran savaşında Safevi devletinin yenilmesiyle Kızılbaş direnişinin önü alındı. Kutsal emanetler ve halifelik Mısır’dan savaş zoruyla getirildi. Böylece Sünnilik, halifelikle güçlendirilmiş olarak ikinci defa Anadolu’ya girdi. Kızılbaşlık Alevilik fetvalarla yasaklanmış Anadolu’nun gizli kültürü olarak, Türkiye Cumhuriyeti kurulana kadar sır perdesi altında yaşamını sürdürdü.