İnkâr. Öfke. Pazarlık. Depresyon. Kabullenme.
Hangi aşamadayım, inanın bilmiyorum. İnkâr ettim, uzunca bir süre kendimi her şeye kapatmaya çalıştım, olmadı. Hep öfkeliydim. Evet, pazarlık da yaptım. Sonra bu da yetmedi, depresyonun o taş duvarlarına hapsettim kendimi. Ama hayır. Öfkem, acım dinmedi. Hayır. Kabullenmedim.
Sanki her gün, her aşamayı tekrar tekrar yaşıyorum. Kabullenme dışında. İnsan doğal bir yas sürecinde kabullenmenin şifalı gücüne sığınabilir. Oysa bizim yaşadığımız kabul edilemez bir şey. Kabullenmek yok. Helalleşmek yok.
Buradan hayatımıza nasıl devam ederiz? Bilmiyorum. Yardımlaşma, dayanışma bir ölçüde rahatlatıyor kalbi ama yetmiyor. İnsan hep bir şeyi eksik, yanlış yaptığını hissediyor. Çünkü acı kifayetsiz kalıyor. Bu acıyı, bu içine itildiğimiz bu kâbusu kabul edemiyorum. Kabullenmek yok. Helalleşmek yok.
Acıdan, tanıklığın acısından söz etmek de bir yandan ayıp geliyor. İnsanlar hâlâ çaresiz, insanlar hâlâ akıl almaz derecede zor koşullarda yaşam savaşı veriyor. O yüzden lafı çok uzatmayacağım, sözcüklerin yetersiz ve belki de yersiz kaçtığını hissediyorum. Geçen ay köşemin yazısız kalması da bu yüzdendi (sizden ve dergiye emek veren tüm arkadaşlardan özür dilerim).
Kabullenmeyeceğiz. Hiç unutmayacağız. Helalleşmeyeceğiz. Bütün ülkeyi bir enkaza gömenlerden kurtulacağız. Kaybettiğimiz her cana borcumuz bu.
***
Korku ve kaygıya teslim olduğumu fark ettiğim günlerde elime ulaştı Korku. Korku ve arzu arasındaki ilişkiyi, korkunun beslendiği döngüleri anlatan Thich Nhat Hanh, hayatı köstekleyen bu duyguyla yüzleşmek ve korkuyu anlamak için yapabileceklerimizi duru bir dille aktarıyor. Yaşam ve ölüm hakkında söyledikleri insanın yüreğini sakin bir limana çekiyor; sözlerine kulak verince yaşamın manzarası değişiyor. Tabii işin zor kısmı o manzarayı koruyabilmek, nefesin müjdeli gücünü her şeye rağmen bedende hissedebilmek…
Ezgi Kırış’ın akıcı çevirisi ve titiz bir editör çalışmasıyla okurun karşısına çıkan Korku, alt başlığının da işaret ettiği gibi, fırtınayı atlatmak için bir sığınak olabilir.
“Hepimiz korku hissediyoruz ama eğer korkumuza gerçekten bakabilirsek, kendimizi onun pençesinden kurtarıp neşeye dokunmayı başarabiliriz. Korku bizi geçmişe takılı veya geleceğe dair endişeli hâlde tutar. Eğer korkumuzun varlığını kabul edebilirsek, aslında şu ânın içinde iyi olduğumuzu görebiliriz. Şu an, bugün hâlâ hayattayız ve bedenlerimiz harika bir şekilde çalışıyor. Gözlerimiz hâlâ o güzel gökyüzünü görebiliyor. Kulaklarımız sevdiklerimizin sesini duyabiliyor.”
***
Ya uyku olmasaydı? Ya bedeni ve zihni arındıran o masalsı âlem kapılarını bize kapatsaydı?
Ya rüya olmasaydı? Ruhu ve kalbi hafifleten rüya bize sırtını dönseydi?
Kimine döner. Kimi rüyalarını anımsayamaz. Uyanıkken gözlerini kapayanlardır bunlar; uykuya düştüklerinde kendi yüreklerine açarlar gözlerini. Ve karanlıktır gördükleri şey; karanlık rüyalar, suskun sıkıntılar, yıpratılmış kayıtsızlıklar. Rüyaları cezalandırır onları. Sabah, gözlerini yeniden kapamak için açtıklarında yorgun ve unutuşla taçlanmış bir yaşama geri dönerler. Uykunun ve rüyanın büyülü cazibesi onlar için yalnızca kâbustur.
Peki, ya uyuyamayanlar? Ya da olmadık anda, yaşamla rüya arasında sıkışmış bir uykuya düşenler? Sarah gibi, Terry gibi yaşamları uykuyla kurdukları – yahut kuramadıkları – ilişki çerçevesinde şekillenenler? Jonathan Coe ödüllü romanı Uyku Evi’nde uykunun peşine düşüyor. Coe’nun yöntemi okuru için tanıdık: ironi, yanlış anlaşılmalar, müzik, sinema, tiyatro ve kitaplara göndermeler, kimi kesişen kimi paralel yollarla örülen bir olay örgüsü… Romanın farklı köşelerinde konum alan, hareket halinde bir anlatım.
Uyku Evi iki düzlemde ilerliyor: 1983-84 arası ve 1996 yılı. Geçmişte öğrenci pansiyonu olan konak şimdi bir uyku bozuklukları kliniği. Geçmişin pençesinden kurtulan var mı? Eskinin pansiyonerleri şimdinin hastaları, doktorları. Ve Gregory… o sinsi zorba… uykudaki gücü zapt etmeye çalışan bir erk avcısı. Hem öğrenciliğinde hem klinik yönetiminde.
Özünde ister erk olsun ister huzur, uyku denince herkes kendini bulma derdinde; kendini uykuda olsun anlama ve anlamlandırma, arındırma isteğinde. Ve uykuyla, rüyalarla – arınmış bir benlikle – barışıp bir diğerine uzanmak; kardeş uykuların huzuruna ermek… Mümkün mü?
***
Yasla başladım, korkuya uzandım. Sonra sıra uykuya, rüyalara geldi. Hepsi birbirine bağlı, hepsi bir günlük gibi anlatıyor yaşadıklarımızı. Çığlıklarla uyandığımız günler geçecek, korku yerini dayanışmaya, direnişe ve umuda bırakacak. Ama hayır, yasımız hiç bitmeyecek. Kabullenmek yok. Helalleşmek yok.
Her sayfası esin ve umut dolu bir ay dilerim.
Korku, Thich Nhat Hanh, çeviren Ezgi Kırış, Omega, 144 s.
Uyku Evi, Jonathan Coe, çeviren Gülden Şen, E Yayınları, 352 s.