Anıl Ceren Altunkanat
bakardık bakardık imrenmeye korkardık
en özentisiz şeylerdi açlığımız
ölüme bir vardı süreç
dinmedi dinmedi acımız(1)
Poz’u temmuzun en sıcak günlerinden birinde elime aldım. Ayıptır söylemesi, bir ağacın gölgesinde, (ne yazık ki) sıcak esen rüzgâra karşı kapıldım sözcüklere. Yarım saat geçmedi, kan ter içinde ayağa fırladım, sevgilime dönüp “Sinir oluyorum ben bu kadına,” dedim (özür dilerim Banu Hanım). “Nasıl bu kadar sarsıcı, bu kadar iyi yazabilir? Kalbimi neden ve nasıl böyle hırpalayabilir? Hakkı var mı buna?” Var tabii.
“Bazı şeyler değişmiyorsa, eski hayatımız bu değişmeyen şeylerin içine saklanmıştır ve geri gelecektir belki, diyorum.”
Bu ufak kıskançlık krizi dışında Poz’un bana en sarsıcı sürprizi “Yapış Yapış” oldu – okuduğumdan beri endişe ataklarım dinmiyor, korkularım yatışmıyor. Yıllardır ilkim krizi hakkındaki tartışmaları, araştırmaları takip ediyorum, dilim döndüğünce bir şey söylüyor, anladığımı anlatıyor, anlamadığımı öğrenmeye çalışıyorum. Ama iklim krizinin bize ne yapacağını, ilkim kriziyle neye dönüşeceğimizi Banu Özyürek’in bu öyküsüyle anladım – edebiyatın gücü bu işte. Henüz okumamış olanlar için çok derinine girmeden, öykünün tadını kaçırmadan söyleyeyim: Çoraplarınızı özleyeceksiniz. (Bence bu öykü yediden yetmişe herkese okutulmalı; bizi neyin beklediğini, zaman kaybetmeden kapsamlı, hatta devasa önlemler almazsak – alınması için karar vericilere baskı yapmazsak – ne hale geleceğimizi onlarca bilimsel makaleden daha etkileyici biçimde anlatıyor.)
“Biz görmeyiz sanıyorduk bu kadar kötü günleri. Söylentiler ilk çıktığında kimse ciddiye almamıştı. Altı yedi yıl oldu herhalde. Yoksa sekiz dokuz mu? Kışı yitirince zaman kavramımızı da yitirdik. Alışkanlıklardan biri sekteye uğrayınca diğerlerinin anlamı da değişiyor birdenbire.”
Banu Özyürek’in öyküleri gücünü nereden alıyor, nasıl bu kadar sarsıcı biçimde okura işliyor, bilemiyorum. Kendi kendine konuşur gibi kalbe sokulmasından mı, ağdalı bir dilin arkasına saklanmayıp çıplaklığını ilan etmesinden mi? Bu çıplaklığı kırılgan bir cesaretle savunmasından mı? Ne desem eksik ne desem yansımadan ibaret. Ama şunu söyleyeyim, içimde kalmasın: Okudukça, sarsıldıkça içimde bir isyan uyandı, ifşa edilmişim hissine kapıldım. Beni tanımayan biri beni nasıl bu kadar iyi tanıyabilirdi? Kalbimi nasıl böyle avucunun içi gibi bilebilirdi? Acıma, korkularıma, ezginliğime nasıl bunca hâkim olabilirdi?
“Gülümsemesinin ardından yüzümüze fırlattığı bu acımasız şaka ile afallayıp kalıyoruz. Herkes odanın başka köşesine boş ve alık bir tebessüm gönderiyor. Bırak da şu oyunu oynayalım. O kadar uğraşıyorken. Ölen bir insanın karşısında yaşamak kolay sanki. Sanki acı çeken bir tek o. Ama belki de gerçekten acı çeken bir tek O.”
Bir Günü Bitirme Sanatı’nda da kalbime üşüşen hislerdi bunlar; sanki biri kalbimi okuyor, bu yetmemiş gibi oturup okuduklarını yazıyor; ruhumdaki kıvılcımları harlayıp kenara çekiliyor. Ve garip ama, sonra ben hafiflemiş bir kalple, yatışmış bir yalnızlıkla kitaba bakakalıyorum. Edebiyatın gücü bu işte.
“Bahsettiğim asla melankolik bir yalnızlık değil, hastalansanız su verecek kimsenin olmaması, ölseniz sesinizin duyulmaması gibi. Ya da daha çok, suyunuz verilse ve sesiniz duyulsa bile bunların yarınının güvencesinin olmaması, sizin de bunu yüreğinizde bilmeniz bakımından bir yalnızlık. Bir hayvan yalnızlığı.”
Yayımlandığı 2019 yılında Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü kazanan Poz, mahrem fısıltılarla esrik haykırışlar arasında gidip gelen öykülerden oluşuyor. Banu Özyürek’in her satırı içten, her satırı çıplak bir elektrik teli adeta. Öyküleri geçmişle gelecek arasında sürüklüyor beni. Kimi uydurduğum bir geçmiş, kimi korktuğum bir gelecek.
“Akıllıymışım gibi davranmayacağım çünkü ben bir kere sanıldım. Ve insan ilk ne sanıldıysa öyle kalmak zorundadır.”
Öykülerinde babaannemi buluyorum, çocukluğuma dönüp kendime acıyorum, kaybettiklerimin yasına boğuluyorum, sevgimi ve öfkemi irdeliyorum, mutluluğumu ve kederimi tartıyorum. Durup soluklanıyor, kalbim taştı taşacak, elime geçirdiğim ev sakinini öpüyorum. Belki biraz da ağlıyorum.
“Sevgi, onca şeyin arasından başını gösterip kendini hatırlatıyor. Elim bacağında ve artık tüy olmuş kıllarının arasında gidip gelirken, o direnen, o bir kere var oldu mu belki de hiçbir zaman, ölümün kara deliğine rağmen kaybolmayan sevgiyle birbirimize bakıyoruz.”
Poz’u bitirdikten bir hafta sonra, bu yazıyı hazırlamak, notlarımı toparlamak için kitabı yeniden elime aldım. Tuhaf, okumamış gibiydim öyküleri, satırlar yeni vaatlerle açılıyordu önümde. Sanki ilk okuduğumda sırrına vâkıf olamadığım sözcükler ısrarla çağırıyordu beni. Her öyküde atladığım bir şey kalmıştı da şimdi hakkını talep ediyordu benden. Göze girmek, kalbe sinmek istiyordu. Sesleniyordu sayfaların arasında. Sirenlerin büyüleyici ezgileri gibi… Edebiyatın gücü bu işte.
“Mutluluğun ne kadar bencil bir şey olduğunu, hem de kibirli bir şey olduğunu ve isteyenin bu mutluluğu bir iğne gibi başkalarına batırıp batırıp çıkarabileceğini onlardan öğrendim.”
Her sayfası esin dolu bir ay dilerim.
Poz, Banu Özyürek, Everest, 3. Basım, s.135.
DİPNOTLAR
1) Arkadaş Z. Özger, “Dinmez” şiirinden.