Üçüncü tekir şahıs / Anıl Ceren Altunkanat
“Elbette savaş hakkında bir şeyler biliyorum. Yıllardır dipten dibe fokurdayıp duruyor. Farklı zamanlarda farklı yerlerde patlak veriyor: Annem bunlara parlama noktaları diyor. Her şey, güneydeki kuraklıkların ardından göçmenlere yönelik engellemelerle başladı. İklim krizi. Gıda krizi. Fiyatlar fırladı. İnsanlar işlerini kaybetti. Bankalar kapandı. Grevler. Protestolar. Şiddet, bombalar… İnsanlar tutuklandı. Sokaklarda tanklar belirdi. Polis ve ordu müdahale etti. Gitgide artan şiddet. Bazen televizyon haberlerinde gösteriliyordu.
Bunlar hep başka yerlerde olmuştu. Başka ülkelerde. Başka şehirlerde.”
Bizim şehrimize, bizim başımıza gelmeyeceğini düşünürüz. Felaketlerin, savaşların ne kadar kalbimizi sızlatsa da başkasının sorunu olduğunu düşünürüz. Şerbetli miyiz ne, bizim başımıza gelmez. Öyle mi? Ayak seslerini duyduğumuz şeyin, etkilerini gördüğümüz çöküşün sadece seyircisi olacağımızı düşünmeye meyilliyiz.
“Burada değil. Bizim şehrimizde değil.”
Oysa tam burada, bizim şehrimizde, bizim evimizde. Gözlerimizi kapatmaya çalışsak da, kulaklarımızı tıkasak da var, etkilerini yaşıyoruz, yıkımını hissediyoruz. Ama arkamızı dönüp kendimizi saçma sayıklamalarımıza bırakmayı tercih ediyoruz. Bomba başımıza düşmeden, iş işten geçmeden ayamayacağız. O zaman dek “Bize bir şey olmaz,” “Aman yahu, abartıyorlar,” hatta “Kardeşim başka dert mi kalmadı, get allaşkına.” Eh, belki de haklılar. Gezegenimizi bir kıyametin eşiğine sürüklemiş olmamız çok da büyütülecek bir dert değildir…
***
Roma’da gayet konforlu ve huzurlu bir hayat süren Isabella şehre bir anda yağmaya başlayan bombalarla alıştığı, sevdiği, bildiği her şeyden uzaklaşmak zorunda kalır. Başka ülkelerde, başka şehirlerde seyircisi olduğu çöküş artık onun yaşamını da ele geçirmiştir. Annesi ve ablasını, herkesten çok sevdiği arkadaşı Marta’yı geride bırakmak, babasıyla zorlu bir yolculuğa çıkması gerekir. İskoçya’ya, babasının doğduğu köye sığınmak için, geride bıraktıkları her şeyin ağırlığı omuzlarında yol alırlar. Kimlik ve pasaportların altından değerli olduğu bir yolculuk bu; yerinden yurdundan olmuş çaresiz insanların oradan oraya savrulduğu bir yolculuk. Çoğu insan için umutsuz bir göç hikâyesi.
Babasıyla terk edilmiş köye vardıklarında hiçbir şey Isabella’nın alıştığı, beklediği gibi çıkmaz: Elektrik yok, şebeke suyu yok, yiyecek yok, ev harap, başka insan yok, bilinmezin tehlikeleri her yere gölge düşürüyor. Ve en kötüsü, babası kopkoyu bir depresyonun kollarında, dermansız ve faydasız.
Annesi ve ablasından haber alamayan, babasına annelik yapmaya çalışan Isabella, babasının bir telefon bulma umuduyla yollara düşmesiyle tek başına kalır. Her şeyin yabancı, korkutucu ve tehlikeli olduğu bir yerde yapayalnızdır artık. Ama belki de…
Evet, köyün kuytularında yaşayan iki kardeş çıkar karşısına: Rowan ve Kelda. Kardeşler sayesinde hayatta kalmayı, doğanın beşiğinde yaşamaktan keyif almayı ve dayanışmayı öğrenir. Yaşamanın yeni yolları, başka çehreleri olduğunu keşfeder.
“Dışarı çıkıyorum, parlak ışıkta gözlerimi kırpıştırıyorum. Temiz, soğuk havayı derin derin içime çekiyorum. Ne insan sesi, ne trafik gürültüsü; yalnızca kuş cıvıltılarıyla babamın bahsettiği nehrin şırıltısı var. Nehrin sesi vardır, demişti babam. Onu dinlemeyi öğrenmelisin.”
Öğreniyor. Dinliyor, izliyor, çabalıyor Isabella. Başka bir dünya kuruluyor, başka bir yaşam doğuyor eskisinin yıkıntılarından. Başka çocuklar geliyor, çöküşten kurtulmuş, göçebe çocuklar. Yeni bir dünyayı dillendiriyorlar; bizlerin düştüğü hatalardan kaçınarak inşa edecekleri dünyayı. Azın aslında çok olduğunu bilen çocukların dünyasını.
Bekliyor Isabella; yaşam gürül gürül akarken, hastalık, korku ve sevinçler birbirini izlerken babasını, annesini, ablasını bekliyor. Marta’ya mektuplar yazıyor, bir gün onları dostuna ulaştırmanın hayalini kuruyor. İçten içe biliyor…
Julia Green’in Kırlangıç Bayırı Çocukları, Azade Aslan çevirisiyle Günışığı Kitaplığı’ndan çıktı. Green eli kulağında bir yıkım hikâyesini okuru hırpalamadan ama derine işleyerek anlatıyor. Bizlere doğanın engin gücünü, azın çokluğunu, dayanışma ve umudun bereketini gösteriyor. Çeviri ve editoryal çalışmanın tertemiz olduğunu da belirteyim.
“Hayatımız. Yalnızca ihtiyacımız olanı aldığımız, özgür ve mutlu bir hayat bu; basit bir hayat. Birbirimizle ilgilendiğimiz. Elimizde olanı paylaştığımız. Yardımlaştığımız ve iyileştiğimiz.
Gelecek için bir hayat.”
Geleceği olan bir hayattan söz etmek için bugünkü anlamıyla “insan”dan soyunmamız, kurtulmamız, hafiflememiz gerek. Yaşamı kolaylaştırmak adına doğaya ödettiğimiz bedelleri (ki bunlar aslında bizim ödeyeceğimiz bedeller) görmemiz, tüketerek ve sadece tüketmek için ömür sürmekten vazgeçip gezegenin, doğanın, yaşamın kutsallığını idrak edebilmemiz gerek. Tanrılara sığınmadan, öte dünyalara bel bağlamadan; sadece yaşayarak ve yaşama saygı duyarak. Bir ağaca sarılarak, bir kuşu izleyerek, bir tilkiye yol vererek. İnsandan soyunup yaşamı kuşanarak.
Her sayfası esin dolu bir ay dilerim.
Kırlangıç Bayırı Çocukları, Julia Green, çeviren Azade Aslan, Günışığı Kitaplığı, 200 s.