Ana Sayfa Dergi Sayıları 165. Sayı Ya kapitalizm ya oyun!

Ya kapitalizm ya oyun!

561
0

Popüler futbol kitaplarında genellikle yıldız futbolcuların yaşamları veya büyük takımların öyküleri, unutulmaz maçlar anlatılır. Hele bir de seyretmişsek onları, büyük bir zevkle ve tekrar tekrar okuruz. “Futbol Taktikleri Tarihi” tam böyle bir kitap değil. Öylesi tatlar da yok mu, var; ama Jonathan Wilson’un kitabında daha fazlası da var. Divana kaykılıp okurken birdenbire masa başında altını çizerek ve aralar verip düşüncelere dalarak okur buldum kendimi. “Yarı-popüler” veya “yarı-kuramsal” bir çalışma denebilir.

Ele aldığı konu da bunu gerektiriyor zaten: futbol taktikleri ve bu taktikleri yaratan/geliştiren futbol adamlarının (ki futbolculara veya takımlara göre daha az popülerdirler) düşünceleri. Aslında “futbol stratejileri” veya “futbol kuramları” diye adlandırmak daha isabetli olabilirdi, alışageldiğimiz strateji-taktik ilişkisi göz önüne alındığında.

Bu tanıtım yazısında kitabın içeriğini özetlemeyeceğim; modern anlamda 150 yıllık özel bir tarihi birkaç sayfada hakkıyla özetlemenin de pek imkânı yok. En genel (ve kısa) özet kitabın başlığında verilmiş zaten: “1-2-7’den tiki-taka ve ötesine”. Ara aşamaları da içindekiler kısmında bulabilir okur. Bu düzlemi, her futbol tutkununun, özellikle futbol konusunda kafa yoranların mutlaka okuması gereken bir kitap deyip geçelim.

“Futbol Taktikleri Tarihi” okurun zihninde sorular doğuruyor. Gebe bir kitap… Oldukça hacimli olan (yaklaşık 600 sayfa) kitabı bitirdiğimde kafamı yakan soru şu: Peki, futbol taktiklerinin (stratejilerinin) evriminin altında yatan temel dinamik ne? Kitap bu soruya yanıt vermiyor mu? Hem veriyor hem de vermiyor. En iyisini yapmış: Bu soruya yanıt aramanız için son derece zengin bir malzeme sunmuş. Hem de bu taktikleri bizzat oluşturan kuramcıların, teknik direktörlerin deneyimlerini aktararak. Bu kuramcılar, kuramlarını hangi koşullarda, hangi itkilerle, hangi problemlere yanıt ararken geliştirmişler? Bu konuda zengin bir malzeme içeriyor kitap ve önünüze dört başı mamur bir biçimde yukarıdaki soruyu koyuyor. Top artık sizde!

***

Kolay yanıtları olan bir soru değil bu. İlk olarak, bir oyun olarak futbolun kendine özgü dinamikleri var. Bu dinamikler oynandığı yerin sosyo-kültürel yapısının zemininde işliyorlar. Kendi başına bırakılsa (örneğin herhangi bir misket oyunu gibi), -taktikler bağlamında- nasıl bir gelişim gösterirdi veya gösterir miydi, bilemeyiz. Fakat klasik söylemle (Simon Kuper’in kitabının adına atıfla), futbol asla sadece futbol olamamış. Başlangıçta, endüstri devrimi Britanya’sında sınıf çatışmalarının bir unsuru olmuş. Dünyaya yayıldığında, gerek ülke içi gerekse ülkeler arası siyasetin bir nesnesine dönüşmüş. Dahası sistemler arası rekabetin de aracı olmuş. Son 50 yıldır ise profesyonelleşmiş, oyun niteliğinden tavizler verilmiş, yeni kurallara kavuşmuş ve giderek günümüzde muazzam bir endüstriyel sektöre dönüşmüş (endüstriyel futbol). Teknolojik gelişmeler, özellikle televizyon ve son yıllarda bilgisayarlar futbol oyununa belirleyici etkiler yapmışlar.

Kısacası karşımızda çok bilinmeyenli bir denklem var. Wilson, kitabının satır aralarında, bütün bu unsurların futbol taktiklerinin gelişimini nasıl etkilediğine ilişkin ayrıntılı ipuçları veriyor. Bir örnek verelim. “Total Futbol”un dönemlerindeki en iyi iki uygulaması olan Rinus Michels’in Ajax’ı ve Valeriy Lobanovski’nin Dinamo Kiev’i hakkında şu saptamayı yapıyor Wilson: “Ajax ve Dinamo Kiev’in; o dönemin Avrupa’sındaki en seküler iki toplum olduğu iddia edilebilecek olan Hollanda ve SSCB’de ortaya çıkmış olması da anlamlı bir tesadüf.” (s.326)

Belki bu genel saptamayı biraz daha özelleştirebiliriz. Sarışın uzun saçlı çiçek çocuklarının (Cruyff ve arkadaşları) takımı Ajax’ın (ve dönemin Hollanda milli takımının) ortaya çıkışını 68 Avrupa’sının yarattığı iklimden bağımsız düşünebilir miyiz? Fakat aynı zamanda bu Ajax -kitaptan öğrendiğimize göre- “büyük bir futbol takımını bir işçi kooperatifi gibi çalıştırmaya en çok yaklaşan takım” olarak da nitelenmiş. (s.336) 19. yüzyılın ikinci yarısında endüstri devrimi İngiltere’sinde ilk futbol takımlarını oluşturan proleterlerden daha farklı bir proletarya! (Bu arada total futbolun babası Michels’in, sonra öğrencisi Cruyff’un ve sonra onun öğrencisi Guardiola’nın son dönemlere damga vuran Barcelona takımlarını yarattıklarını da ekleyelim.) Öte yandan kusursuz bir otomatik kontrol sistemi gibi işleyen Lobanovski’nin Dinamo Kiev’inin oluşumunu, yine 1960’lı yıllarda iyice keskinleşen kapitalist ve sosyalist sistemler arasındaki rekabetten ve SSCB’nin sosyalizmin daha üstün olduğunu kanıtlama çabasından ayrı düşünebilir miyiz?

Kitapta ince ince anlatılan daha genel süreçler de var: Futbolun, önce milliyetçi iktidarlarca bir araç olarak kullanılması, sonraları profesyonelleşme, endüstrileşme ve 1990’lardan sonra küreselleşme süreçlerinde naif bir oyun olmaktan çıkıp “ille de kazanma” ilkesinin başat olmasının futbol taktiklerinin gelişimini nasıl etkilediği örneğin. Tabi “ille de kazanma” ilkesinin, “oynayarak kazanma” ve “oynatmayarak kazanma” gibi iki biçimi var ve bunlar taktik gelişmenin iki farklı dalını oluşturuyor.

Sonuç olarak, futbolun giderek “kapitalize” oluşunun, taktiklerin evriminin altındaki temel dinamik olduğu söylenebilir mi? İlk bakışta öyle gibi gözüküyor: Futbol kapitalizmin hakim bir sistem olarak kendini kabul ettirmesiyle doğmuş ve sistemin gelişimine paralel olarak bugün artık küresel çapta dev bir endüstriye dönüşmüş; yani kapitalizmin gelişimiyle futbolun gelişimi birbirine paralel. Fakat fazlaca basit ve mekanik bulduğum bu yaklaşımın, futbola da (onu kapitalizmin oyunu ve kapitalistlerin proleterlere karşı “oyunu” olarak damgalamaya yol verip) haksızlık anlamına geleceğini düşünüyorum.

Bence daha temel bir belirleyen var. Olmalı! Yoksa anti-kapitalist olduğundan şüphe duymadığım (kendim de dahil) birçok kişinin birer futbol tutkunu olmalarını nasıl açıklayacağız? (Hakim sistemin ideolojik ve kültürel hegemonyasının bizim üzerimizdeki tezahürü mü; hadi oradan!)

Futbol oyununun özünde bulunan güdülerin, niteliklerin ve değerlerin, futbolun kapitalistleştirilmesine karşı direnişidir (yani bu alana özgü bir tür sınıf mücadelesidir) bu oyunun (ve taktiklerinin) gelişiminin motoru. En temeldeki dinamik kanımca budur. Nasıl uygarlık tarihini art arda gelen sistemler (üretim ilişkileri) tarihi (zinciri) basitliğinde okumuyorsak ve tarihin motorunun sınıf mücadelesi olduğunu saptıyorsak; kanımca futbolun gelişiminin altındaki temel çelişkiyi de böyle saptamamız gerekir. (Bu arada, büyük bir zevkle seyretmiş olmama karşın, Lobanovski’nin Dinamo Kiev’ini “sosyalist futbol örneği” olarak kutsadığım sanılmasın. Sosyalizm, anti-kapitalizmden ve kapitalizm ile yarıştan daha öte bir şeydir, olmalıdır.)

Temel dinamiği böyle koymak çok mu zorlama, çok mu uçuk oldu? Bence değil. Biraz daha düşünelim.

***

Kitapta da kendisine bir bölüm ayrılan ünlü Arjantinli teknik direktör Cesar Luis Menotti, “Sağın futbolu ve solun futbolu” başlıklı yazısına şöyle başlamış: “Futbolun, mülksüz ve hakları elinden alınmış insanlar arasında doğmasının elementar bir nedeni var: Ucuz, neredeyse bedava oluşu… Bu oyunu yoksullar buldular ve ona karakterini verdiler.” (1)

Bu karakteri biraz daha açalım. Futbol ayakla oynanan tek takım oyunu. Futbolcu maharetini -ele göre- pek de maharetli olmayan bir organını kullanarak göstermeli. Bu hem bir eşitlik sağlıyor ve kolektivizmi zorunlu kılıyor, hem de üst düzey bir bireyselliğe olanak veriyor: ayağını ustalıkla (neredeyse eli gibi) kullanan oyuncuyu seyre doyum olmuyor.

Futbolun basit bir oyun olması, kolay oynanabilmesi, fazla malzeme gerektirmemesi, hemen her zeminde oynanabilmesi, çok özel fiziksel özellikler gerektirmediğinden herkes tarafından oynanabilmesi, bu oyunun hem oyuncu hem de seyirci olarak kitleselleşmesini sağlıyor.

Çoğu takım oyunundan farklı olarak doğadan soyutlanmamış olması, geniş alanda oynanması, aynı anda çok sayıda oyuncunun katılım sağlaması, topla bilinçli temasta fazla organ kullanılması, kurallar çerçevesinde rakiple temas düzeyinin yüksek olması, hareket türü ve mücadele zenginliği, bu oyunu diğer takım oyunlarının bir adım önüne çıkarır ve olasılıkların sonsuz olduğu, tesadüflerin de belirleyici olabildiği, her an sürprizlere gebe, zayıfa da şans tanıyan, demokratik bir oyun buluruz karşımızda.

Futbolun özünü oluşturan bütün bu nitelikleri üst düzey bir kolektivizme zemin hazırlar; oyuncuyu ve takımı, hedefine ulaşabilmek için kolektivizme zorlar; bireysel yaratıcılığa olanak veren ve geliştiren bir kolektivizme. Bireysel yaratıcılık ne kadar gelişirse, o kadar üst düzeyde bir kolektivizme ulaşılabilir. Wilson’un kitabının başlığındaki “1-2-7’den tiki-takaya” bu hedef doğrultusunda gelinmiştir.

17 yıl önce şöyle yazmıştık: “Futbol kolektivizminde, aşırı uzmanlaşma değil, işbölümüyle birlikte bütünü kavrama; rekabet ve bireycilik değil, dayanışma ve paylaşma; yabancılaşma değil, hedefe yönelik irade birliği; tektipleştirme, sıradanlaştırma, makineleştirme değil, kolektif oyun ile bireysel yeteneğin sentezi; kâr hırsı değil, zevk alma ve verme; tekdüzelik değil, sınırsız coşku, heyecan ve aşk ön plandadır. Tadına ve seyrine doyamadığımız gerçek futbol budur.” (2)

İşte futbol oyununun özünü belirleyen bu niteliklerle, oyunu kapitalizmin girdabına çeken ve endüstrileştiren hakim yapı arasındaki çelişkidir, futbolun ve taktiklerinin gelişiminin altında yatan temel dinamik. (3)

Karmaşık bir çelişkidir bu. Günümüz futbolunu yöneten küresel sermayedarlar ve uluslararası kurumlar, oyunun özündeki bu nitelikleri yadsıyamazlar, ama denetim altına almaya ve kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışırlar. Bugün onların hegemonyası vardır. Fakat bizim âşık olduğumuz futbol, kâh sahada kâh tribünlerde her karşılaşmada uç verir, kendini gösterir. En iyi zamanlarındaki tiki-takacıların sanki toplu halde bir bilimsel deney yapıyorlarmış gibi hedefe yönelik paslaşmalarında; Xavi veya Iniesta’nın Rieman geometrisini bile zorlayan bir pasında; Messi’nin inanılmaz bir solosunda (hem de endüstriyel futbolun simgelerinden biri diyebileceğimiz bir takımda, Barcelona’da)… Liverpool veya Beşiktaş taraftarlarının tribün şovlarında…

Ya kapitalizm ya oyun! Jonathan Wilson’un kitabının bu sorunsalın ışığında okunmasını öneririm.

Dipnotlar

1) Cesar Luis Menotti, “Sağın futbolu ve solun futbolu”, Bilim ve Ütopya, Sayı: 72, Haziran 2000, s.9.

2) Halil Halit Toker / Ender Helvacıoğlu, “Futbolun sırrı”, Bilim ve Ütopya, Sayı: 72, Haziran 2000, s.25.

3) Endüstriyel futbol konusunda ayrıntılı bir inceleme için bkz: Tuğrul Akşar, Endüstriyel Futbol, Literatür Yayınları, birinci baskı, Ocak 2005.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz