Bir gün yerli ve milli uçak üretmeye başlıyorlar, ertesi gün yerli ve milli enerji üretimine geçiyorlar. Üstelik Cumhuriyet tarihi boyunca yaratılan kamu birikiminin, milli sanayinin neredeyse tamamını 10 yıl içinde özelleştirmekle övünenler de aynı kişiler. Bildiğiniz gibi böyle lüzumsuz çelişkilerin gündeme getirilip kafamızın karıştırılmaması için tedbir olarak yerli ve milli olmayan bir kısım gazeteciler ve biliminsanları memleketin çeşitli hapishanelerinde kontrol altında tutuluyor. Nihayet yerli ve milli cumhurbaşkanlığı sistemi imal edilecek noktaya da gelindi. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde hem dışarıda, hem içeride kavgaya tutuşulmayanların sayısı bir elin parmaklarını geçemediğinden galiba görünürde “yerli ve milli” olmaktan başka çare de yok.
Kolomb’un “Hintliler”i
Yerli ve milli. Bu iki sözcüğü “ve” ile birleştirmeyip, olsa olsa virgülle ayırarak yan yana kullanmayı tercih edeceğimden bendeki çağrışımları biraz farklı. Yerli sözcüğü ne vakit kulağıma çalınsa, aklıma Kristof Kolomb’un Hindistan’a varmak için çıktığı deniz yolculuğu beklediğinden kısa sürmüş olmasına rağmen, ayak bastığı Güney Amerika kıyılarını Hindistan’ın adaları sanması gelir. Dolayısıyla bu kıyılarda karşılaştığı insanları pek benzetemese de Hintli saymıştır. Meselenin ilk bakışta göründüğü gibi olmadığı sonraları anlaşılmış, fakat yine de Amerika yerlilerini günümüzde hâlâ “Hintli” diye çağrılmaktan kurtarmaya yetmemiştir.
Yerliliği kendi adına kullanan dilin ise bambaşka sorunları var. Bir başına anlamlı değil yerlilik. Yabancıyı bilmeyenin yerlilik gibi bir tasası da yok muhtemelen. Yerli olmayanlar ortaya çıktıktan sonra şekillenen bir tanım bu. Yerliyle birlikte asıl yabancıyı teşhis etmek ve tabii hemen ardından bu yabancıları bazı söz ve eylem haklarından men etmek için kullanılan bir sıfat. Daha çok da içe dönük bir yerlilik/yabancılık arayışının aracı. Zaman zaman geleceğe dair farklı tezleri, beklentileri olan bir grubun, toplumun bütünü adına hareket edebilmek, kendi dışında kalanların geleceğinde de söz ve hak sahibi olabilmek için diğerlerinin yabancı olduğu iddiasıyla öne çıkması veya çıkartılması.
Siyasi yelpazenin dört bir yanına bakıldığında yönetimler tarafından kültürleri, yaşam tarzları, tüketim alışkanlıkları çok da farklı olmayan geniş kesimlerin radikalleştirilmeye çalışılıp birbirlerine karşı düşmanlığa kışkırtıldıklarını görmek zor değil. İşi buraya vardırmayanlar da “diğerlerinden” doğabilecek tehditleri gündemde tutarak bir teyakkuz hali yaratma çabasında en azından. Halbuki arada sırada grup halinde saf değiştirenlerin veyahut birey olarak bir taraftan ayrılıp başka bir tarafa katılanların yeni ortama uyum sağlamakta zorlanmadıkları görülüyor. Bu nedenle arzunun farklı bir gelecek hayali yerine, suyun başını tutmaya yönelik olduğu izlenimine kapılıyor insan ister istemez. Çünkü bu kaynakları ele geçirenler kendilerinden saymadıklarını sürekli olarak dışlayıp uzak tutmaya çalışıyorlar. Millinin tek başına yeterli bulunmayıp ilaveten yerlilikle sıfatlanmasının şart koşulması bundan olsa gerek. “Yerli ve milli” demek, milli olanın yerli olmayan kısımlarının da varlığının tespitine, yerli olmamanın milliliği de şaibeli hale getirdiğine işaret ediyor. Her iktidarın kendini borçlu hissettiği odaklara ve kesimlere göre değişken bir yerlilik/yabancılık tanımı var. Halihazırda “milli”liği delik deşik eden bu kullanımla, hele maksat böyle bayağı çıkarların gözetilmesi olunca aslında Kolomb’un Hintliler’inden daha isabetli tariflere varılamıyor.
“Millici Abi”
Sözcük olarak “milli” ise bir hikâyeyi getiriyor gözlerimin önüne. Kemal Tahir’in ölümsüz karakteri ve “esir şehrin mahpusu” Kâmil Bey işgal İstanbul’unda “Kuvvacılar”a yardım etmeye çalışırken yakalanınca Harp Divanı tarafından mahkûm edilerek Sultanahmet Cezaevi’ne konur. Yanlışlıkla adi suçluların koğuşuna yerleştirilir. Alttan almasına rağmen sürekli üzerine gelinmesine, iyi niyetinin suiistimal edilmesine, dahası aptal yerine konulmasına fazla dayanamayıp koğuş ağası Osman’ı ve adamlarını bir güzel benzetir. Olay yatıştıktan sonra avluya ilk çıkışında mahkûmlardan biri gardiyanlar tarafından falakaya yatırılmayı göze alarak “Haaayt be! Millici Abi, nur ol!” diye narayı patlatır. O günden sonra mahkûmlar arasında “Millici Abi” kalır adı Kâmil Bey’in. Kötülerden oluşan küçük bir azınlığa karşı herkesin takdirini kazanmasını sağlayacak cesareti göstermiştir. Osman Ağa pisliğin tekidir. Yerine göre yobaz, yerine göre hapishanede dönen kirli işlerin idarecisi, ortağı. Üstelik işgalcilerden ve İstanbul hükümetinden yana, Anadolu’da direnenlere karşı küfürbaz. Koğuşa milli mücadeleden haber veren gazetelerin girmesine dahi engel olur.
Kemal Tahir romanında açıkça belli eder millicilerden yana olduğunu. Aslında ne yazarın ne de Kâmil Bey’in milli olmak veya öyle görünmek gibi özel bir gayesi yoktur. Onların milliciliği insanlıklarından, tarih ve yurt bilinçlerinden ileri gelir. İşgalcilerin milliyetinden olsalardı dahi yine aynı nedenlerle Kuvay-ı Milliye’den yana olmaları beklenirdi. Kemal Tahir’in derdi millicilikten ziyade yaşadığı coğrafyanın, içinde bulunduğu toplumun insanlarının karakterini tanımaktır. O günlerin geçerli sosyoloji, psikoloji anlayışlarına, iktisadın arz-talep dengelerine göre belirlenemeyen, cetvelle ölçülemeyen, teraziyle tartılamayan, kendisini tanımayan dostunu da, düşmanını da zaman zaman hayrete düşüren bu insanları, bu toplumu anlamaya çalışmaktır. İnsana dair hakikatleri arayan bir romancı olmaktır arzusu. Bu sürekli arayışı onu aynı zamanda Türk sosyologlarına, tarihçilerine, iktisatçılarına ilham veren bir düşünür yapmıştır ve milli bir değer haline de getirmiştir. Bugün yerlilik ve millilik adına biliminsanlarını laboratuvarlarından, kütüphanelerinden, öğrencilerinden koparmak suretiyle üzerinde tepinilen işte bu ve benzeri arayışlardır.






