İstanbul’da Berkin Elvan’ı öldüren polislerin isimlerinin belli olduğu halde açıklanmamalarını gerekçe göstererek, davaya bakan savcı Mehmet Selim Kiraz’ın rehin alındığı ve savcıyla birlikte 2 eylemcinin öldüğü olayın ardından, şehit edebiyatı, yine duygusal kırılma yaşayan topluma bir kez daha can simidi oldu. Önbellekteki söylem klişelerinden en alelade olanı seçilerek bir kez daha sözde toplumsal vicdan rahatlatılmaya çalışıldı. “Bir Savcı kolay yetişmiyor!..” Metanet ruhunu bir miktar cenazelerde ortaya koyabilen, (ama o kadar!) akil değil duygusal tepkimelerle matuf Türk toplumunun, aynı kurguyu “Bir polis kolay yetişmiyor”, “Bir asker kolay yetişmiyor”, “Bir pilot kolay yetişmiyor…” biçiminde çeşitlediğine sık tanık oluruz. Bu genelleştirmeyi, mizah örneği tekilleştirip “Bir Özal kolay yetişmiyor”, “Bir RTE kolay yetişmiyor”, “Bir Necdet Paşa kolay yetişmiyor”a kolayca evirebildiğini de görürüz. Peki bu söylem, neden, örneğin, hastane acil servisinde öldürülen bir doktorun ardından, öğretmen cinayetinin ardından, bir sanatçının ardından, hatta bir milletvekilinin diyelim ki Meclis’te kalp krizi geçirip ölümünün üzerinden kurgulanmaz? Öyle görünüyor ki bu soru, üst statü sosyolojisi veya eğitimin maliyeti süreçleriyle açıklamaktan daha öte bir anlam taşıyor.
Tapınma-kutsama kültü
Mesele, Türk toplumsal arketipi diyebileceğimiz kutsama kültüyle ilişkili olabilir mi? Ya da birey-devlet ikileminin içine sıkışıp kalan yurttaş olamama ruhsallığıyla… Yukarıdaki olumlama-kutsama çabası üzerinde düşünmeme yol açan uyarıcı, apolitik öğretmen profiline sahip birinin, söylemin sınırlarını zorlayarak “Televizyondan savcının cenaze törenini izledim, çok üzüldüm. Bence ulusal yas ilan edilmeli” sözleri oldu. Aslında ne oldu, ya da oluyor?’a bakmak yerine, idealize edilmiş duygusal dışavurumla paydaş arayan birinin, bildik klişesi bağlamında özelde tek bireyin, genelde tüm bir toplumun karakteristik fotoğrafı çekilebilir mi? Zira, idealize edilmiş bakış açılarının, bilgiden beslenmeyen ama duygusal tazyikle eş tutumlu, duyusal kirlenmeyle süregiden halinin, analitik düşünme refleksinden yoksunluk olarak karşımıza çıktığını iddia edebiliriz. Sığ sularda balık avlama, bu topraklar insanının ortalama resmi biçiminde karşımıza çıkıyorsa, bunun kültürel kodlarını ne tür parametreler kullanarak çözümleyebilir ya da iz sürebiliriz.
Baştan savlayabiliriz ki, tapınma-kutsama kültü, tüm tarihselliğini aşıp toplumsal olaylara kendini kolayca mayalama özelliğiyle, birey-kitle duygulanımında kendini kolayca ele verir. Yeni durum ve söylemlere uyarlanmada oldukça başarılıdır kısacası. Bu nedenle “Çalışıyorlar, biraz da çalıversinler, ne olmuş ki?” repliği, özne’nin, giderek öteki’nin dili olmaktan kolayca sıyrılıp toplumsal meşruiyetini sinsice kazanabilmektedir. Eylemsel alanda ise, atıfta bulunulan, sözde değer yüklenen lider özne, toplumsal bellekte sanılanın aksine bir itibar kaybı yaşamaz. Esasen tümden akıl oyunlarıyla yazılan senaryoların toplumsal bellekteki aynalaması akıl tutulması şeklinde tezahür etmektedir. İstanbul’daki savcı cinayeti olayını da, tüm bileşen ve boyutlarıyla ancak bu akıl tutulmasından kurtularak ve bilgiyle iz sürerek anlamak ve toplumsallıkta bir yere konumlandırmak mümkündür.
Ama önce birey-devlet ilişkisi, yurttaş olamama hali ve tapınma kültüne, psikoprojeksiyon bağlamında bakmaya çalışalım: Psikanalitik’in babası Sigmund Freud’un özgün örneğidir aysberg. Hani şu coğrafik bir terim olarak müfredattan öğrencinin önbelleğine üfürülen, ders çıkışında da yöntemin kötürümü nedeniyle uçup giden buzdağı meselesi. Kişi merkezli bilinç-bilinçaltı çözümlemesinden isabetle, kolayca toplumsal olaylara devşirilebilen aysberg benzetmesi, günümüzde Psikanalitik’in terminolojisini aşıp sosyal olgu ve olaylarda sağlam bir pozlama işlevi görebilmektedir. Freud, bilinci buzdağının suyun üstündeki kısmıyla, bilinçaltını ise su altındaki bilinebilir ama çıplak gözle görülemez dev kütleyle eşleştirir. İnsan zihninde bunu birebir oranlamak pek mümkün değildir ama nesnel olarak bunun yüzde doksana yüzde on gibi bariz farkı işaret ettiği kabul edilebilir. Bilinçaltı, malum doyumsuzlukların, yaşayamamışlıkların veya kötü yaşantıların, hayal kırıklıklarının, beklentilerin, travmatik takılmaların yuvalandığı depo alanı ya da çöp sepeti gibi iş görür. Freud terminolojisiyle yoldaşlık yapan Lacan daha da ileri giderek arzunun öznede açığa çıkacak yol bulamadığı her durumda öteki üzerinden bir çıkış aradığını ve daha fazlası, kendini simge karakterler üzerinden var ettiğini savunur. Toplumun zihin döngüsünün de kolektif bir bilinçaltına uygunluğundan söz edebiliriz. Arzular bilinç düzeyine taşınamayınca bilinçaltı kendi çatışma alanını “ham düşünce” yoluyla bilincin eylem alanı olarak genişletir.
Savcıya ulusal yas isteyen zihin tam da bu kolektif bilincin bir parçası olarak kendini açık eder. Savcıya olumlama yaparken, onunla aynı akademik eğitimden geçen ve eş hukuk nosyonuna sahip avukatları, “Bir polis kolay yetişmiyor”u teyit edercesine, polislerce kolayca tartaklatabilir, ki bu, tam da militer devlet anlayışına uygun düşer. Aynı olayda ölen eylemciler için destek gösterisi düzenlemek isterken gözaltına alınıp, yüzüstü yerlere yatırılan gençlere, zorla “ölürüm Türkiyem” türküsünün söyletilmeye çalışılması ise doğrudan arzunun paradoksudur. Buradaki “Türkiyem” kılık değiştiren ‘lider özne’den başkası değildir. Gücün, otoriter hazzına varmış olan ego, bununla yetinmeyecek ve kutsanmasını da talep edecektir. Artık, gücü onayanlar, kutsal ittifakın iflah olmaz yandaşları olarak olası her olayda kendiliğinden biçimde ‘durumdan vazife’ çıkaracaktır. Ruhsal doygunluk taşımayan, eğitim ehilleşmesi kazanamamış “birey”imsilerin düşüncesi, hiçbir zorlukla karşılaşmadan fiile dönüşebilir ve hatta denilebilir ki fiil onun için daha ziyade düşüncenin bir telafisidir. Bu yönüyle göz karadır para militer tebaa.
Biat kültürünün de buradan yani feodal bağlılık ve koşulsuz görev yetisinden doğduğunu unutmayalım. Türkiye’de geçmişte yaşanan tüm sözde karanlık cinayetleri de bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Hep buzdağının görünen yüzünde, faili belli ya da meçhul, kandırılmış adi tetikçiler yer alıyor görünmekle birlikte, suyun altında onların eylemini zihinlerinden ve kalplerinden onayıp “oh olmuş çeken” geniş bir toplumsal bellek vardır. Geçmişteki Abdi İpekçi cinayetinde de, Bedrettin Cömert, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu cinayetlerinde de… Hrant Dink cinayetinde hatta Fenerbahçe otobüsünün kurşunlanmasında da bu kutsal görev bilinci yanılsamasının yattığını söylemek yanlış olmaz.Tetikçi ya da tetikçiler kuvvetle muhtemel kendilerine karşıt görünen simge karakterler üzerinden, bir karşı dünya nefreti yaşamaktadırlar ve tek ya da birkaç kurşun sıkarak toptan bir hesaplaşma illüzyonuna kapılmışlardır. Yani rasyonel bir hayat tarzına karşı, tapınılanın irrasyonel söyleminde karşılık bulan ve can yakıcı bir eylemde dirim kazanan monist dünya arzusu… Tapınan ve kutsayıcı açısından lidere yönelen her eleştiri, açık bir saldırı olarak algılanmakta, tabusal bir refleksle, karşı fiil istemine yol açmaktadır.
Biat, özgürleşmenin önündeki en büyük engeldir ve koşulsuz itaat ister. O nedenle, toplumsal bellekte, “Bir akademisyen, bir gazeteci, bir sanatçı… kolay yetişmiyor!” bilinç ışımasını hiç ama hiç göremeyiz. Örneğin Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en önemli kalemlerinden Aziz Nesin’in de Sivas’ta 34. can olarak yanmasını arzulayan söylem ve replikler tarihte not düşülüdür.
Egemenlerin tabusu mu ölülerin tabusu mu?
Egemenlerin tabusunu hakim ve süreğen kılmak isteyen anlayış, yıllardır milletin iradesi söylemi üzerinden oluşturduğu son derece bayağı retorikle, az sözcüklü çok duygu yoğunluklu bir kurmaca dil yaratarak gücün çeperlerini oldukça genişletmiştir. Ancak egemenlerin tabusu, en-üst tabu ya da tabunun tabusu olarak nitelenebilecek, ekümeniklikle yetinmeyen tanrısal arzusunu yine “iradesi ölmüşler” üzerinden var eder. Bu kurmacanın basit işleyişi şöyledir: Egemen kendi nihai arzusunu önce örtük dille muştulayacak, ölülerin iradesi bunu bir vahyi isteme sayıp örneğin pankart, duvar yazısı, reklam spotu, trol paydaşlığı vs biçiminde hızla organize olup çeşitli mecralarda “mübarek kişi” kutsamasına girişecektir. Mabet algısı yaratacak simge yapılar oluşturup, buralardan tebaaya seslenmek, egemenlerin kitlelerle direkt ilişki kurarak gücün gözler ve naralarla onanması talebine denk düşer. Hitler’in Brandenburg kapısı konuşmaları, Kuzey Kore’nin yeni yetme liderinin, ağlama mangaları oluşturtmaya dair şizoid tutumu, Türkmenistan devlet başkanının dağa taşa adını yazdırma emirleri veya memlekette köşk kesmez Saray’ın merdivenlerinde kostümlü tarihsel miras paranoyası da simgesel dilin -büyüsel olan- örgütlü yapılandırmalarla olduğu kadar maddi yapılarla da desteklenerek, tabusal olanın putlaştırılmasını talep ettiğini gösterir örneklerdir.
Cengin kazanılacağı son siper olan seçim sandığı ise muazzam bir iştahla beklenecektir. Her oy yeni bir kutsama inancı içinde kararlı ve ama intikam kokan gözlerle diriltmeye çalışacaktır ölmüşlerin iradesini. Ama her defasında yeniden dirilenin egemenin tabusu, her defasında yeniden ölenin ölmüşlerin iradesi olduğunu itaatkar kitleler göremez, dahası görmek istemez. Zira, feodalite meşru temellerini kölelikten alır ve kölenin nihai arzusu serbest kalmak değildir. Onun tüm talepleri mevcut yaşama koşullarının biraz daha iyileştirilmesi doğrultusundaki bir ruh ehilleşmesi şeklinde tezahür eder. Kölelerin, sahibe nadiren baş kaldıran yazgıdaşlarına karşı linç üzerinden bir öğrenilmiş çaresizlik yaşaması bu durumu yeterince açıklar. Tarihselllik ve toplum ruhsallığı içinde, “her Türk asker doğar” şiarıyla, “eli sopalı, palalı iktidar milislerinin” bu gönüllü köleliğin neferleri olmayı nasıl içselleştirdiğini değerlendirmek mümkündür.
Ancak aynı tarihsellik, sarayın kralı, sultanı olmakla soytarısı olmak arasındaki çizginin çoğu zaman örümcek ağından daha ince olduğunu her defasında yeniden göstermiştir. Kral çıplak anlatısı bütün güç zehirlenmesi yaşayanlara karşı üretilmiş bir anlatıdır. İlla ki bir gün biri çıkıp binlerce kez ve her gün haykırılmış salt gerçeği tek bir söyleme/eyleme halinde doruğa taşıyacak ve o saat egemenlerin tabusu parçalanmaya başlayacaktır. Yetki hastalığına yakalandığı belli olan bir valinin işgüzarlığı bağlamında da esasen dışa vuran olay, egemenlerin tabusuna dair koşulsuz biat beklentisinin geri tepmesi meselesidir. Gürültü geldi diye sınıfa baskın yapan okul müdürü kafası, müfettiş, giderek vali kafası olarak ayyuka çıkmışsa şaşırmamak gerek. Her şeyi ilk elden kontrol etme ve denetleme arzusu tipik diktacı bir tutumdur ve egemen muktedirlerin en tepesindekini rol model alan bir zihniyetin okulda hortlamasından başka bir şey değildir. Bir ülkenin cumhurbaşkanının spor kulüp başkanı veya federasyon başkanının kim olacağını bile tercih ve tasarrufa yeltenmesi, hiyerarşinin ast muktedirlerini de heveslendirip pervasız tutumlara yol açacaktır. Valinin sınıf baskınında dile getirdiği ifadeler durumu yeterince açıklar: “Saçın sakalın birbirine karışmış, sen öğretmen misin yoksa dilenci mi?” öğretmenler odasında fırçaya toplu olarak devamla, “Devletin kılık kıyafet kurallarına karşı gelerek, anarşist mi olmak istiyorsunuz…”
Muktedirlerin saldırgan ve öfke dili, Hitler’den beri modernist diktatörlerin bilgi kirliliği, çarpıtma ve yalan söylemi üzerinden epey iş görmüştür. “Eyyyy!…” diye başlayan cümlelerle birinci tekil şahısa (aslında tüm topluma) dair meydan okumaları, kara propaganda araçlarıyla da destekleyerek kolektif bilinci uyarma ve zinde tutma isteklerine hizmet eder.
Son söz: Biat tenasübü, görünüşte özsel, gerçekte biçimsel ve informal bir ilişki türüdür. Muktedirin gücü parçalanmaya yüz tuttuğunda hiyerarşik olarak ilk terk edenler, goygoyla yemlenenler ve son olarak kutsama kültü etrafında öbekleşen kitlelerdir. Şımarık ve pervasız muktedirler olarak kutsatılmış gücün sarhoşluğunda kaybolan, Saddam’ın, Kaddafi’nin, Hitler’in, Marcos’un, Çavuşesku’nun, Pinochet’nin…..trajik sonlarını unutmamak gerektir. Güç zehirlenmesi içinde yalnız kaldılar ve yalnız öldüler. Tarih, güçlülerin yazdığı eril bir olgudur ama yazıcıların kendilerini de bir kalemde silip atan nesnelliğe de sahiptir.