Paul de Kruif
Çeviren: Mithat Enç
Eğitimsizdi. Manifaturacı olarak hayata atıldı. Hollanda’nın Delft kentinin belediyesinde kapıcılığa başladı. Mercek yontmaya karşı delice bir sevgisi vardı. Kimsenin yapamadığı güçte mercekler yaptı. Yağmur damlası içindeki “sefil hayvancıkları” ilk kez o gördü. Royal Society’nin büyük bilginleri onun keşiflerini kabul etmek ve içlerine almak zorunda kaldı. İlk mikrop avcısı olarak, insanlık için herhangi bir kıtanın keşfinden daha önemli olan bilimsel atılımın yolunu açtı.
Okuyacağınız makale, bir zamanların Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1951 yılında yayımlanan “Mikrop Avcıları” adlı kitabın (Bilim Eserleri Serisi, Paul de Kruif, Çev. Mithat Enç) ilk bölümüdür. Mikropları ilk kez gören Hollandalı mercek ustası Leeuwenhoeck’un öyküsünü anlatıyor. 350 yıldır insanlığın yaşamına en fazla etki eden bilimsel atılımı Leeuwenhoeck başlattı. Ardından Pasteur’lar, Koch’lar gelecektir. Bu belediye kapıcısının inanılmaz öyküsünü ilgiyle okuyacağınızı sanıyoruz. Sonraki sayılarımızda “mikrop avcıları”nın diğer büyük isimlerinin öykülerini de okurlarımıza sunacağız.
Bundan üç yüz elli yıl önce, Leeuwenhoeck adında kimsenin tanımadığı bir adam, ilk olarak, binlerce çeşit ufacık yaratığın yaşadığı esrarlı bir dünyayı seyretmişti. Bu yaratıklardan bazıları canavar gibi yırtıcı, bazıları da dost ve faydalıydı. Birçoklarının keşfi ise insanlık için herhangi bir kıta veya takımadaların keşfinden daha önemliydi.
Adı anılmayan ve pek az hatırlanan Leeuwenhoeck, bugünün insanları için o küçücük bitki ve hayvanlar, onun keşfinden önce ne kadar meçhul idiyseler, hemen hemen o kadar meçhuldür. İşte şimdi anlatacağımız mikrop avcılarının ilki olan bu Leeuwenhoeck’un hikâyesidir. Bu, onu takip eden cesur, azimli ve meraklı araştırıcıların, ölüm savaşçılarının masalıdır. Bu, onların efsane alemine benzeyen yeni dünyayı yorulmadan ve usanmadan gözetleyişlerinin sade bir tarihidir. O mikrop avcıları ve ölüm savaşçıları bu dünyanın haritasını meydana getirmeye çalıştılar. Bu işle uğraşırken karanlıklar içinde bocaladılar. Becerisizlikler ve hatalar yaptılar; yersiz ümitler uyandırdılar. Fazla cüretli olanları canlarını verdi, daha doğrusu inceledikleri küçük katiller tarafından öldürüldüler, küçük ve belirsiz bir zafer içinde kayboldular.
Bugün, bir fen adamı olmak saygıdeğer bir şeydir. Fen adamı sıfatını taşıyanlar memleketin önemli bir unsurunu meydana getirmektedirler. Bunlar için her şehirde laboratuarlar kurulmuştur. Çoğu zaman başarıları, daha iyice başarılmadan, gazetelerin ilk sahifelerini doldurmaktadır. Hemen her genç üniversite öğrencisi araştırma alanına girebilir ve yavaş yavaş rahat bir kolejde dolgunca maaşlı, keyfi yerinde bir fen bilimi profesörü haline gelebilir. Fakat kendinizi bir de Leeuwenhoeck’un zamanında, üç yüz elli yıl önce tasavvur edin. Liseyi bitirmişsiniz, bir meslek seçmeye hazırlanıyorsunuz ve içiniz öğrenmek isteği ile doludur. Kabakulaktan yeni kurtulmuşsunuz. Babanıza bu hastalığın sebebinin ne olduğunu soruyorsunuz. O, size şişirici kötü bir cinin içinize girdiğini söylüyor. Onun bu izahı, sizin üzerinizde derin bir etki yapmamış olabilir. Fakat onun söylediklerine inanmış görünmeye ve kabakulağın neden olduğu hakkında daha fazla kafa yormamaya karar verirsiniz. Çünkü babanızın sözüne inanmadığınızı açıkça gösterecek olursanız adamakıllı bir kötek yemeniz ve belki de evden kapı dışarı edilmeniz muhakkaktır. Babanız otoritenin ta kendisidir.
Dört yüz yıl önce, Leeuwenhoeck doğduğu zaman dünya işte böyleydi. Dünya kendini batıl inançlardan kurtarmak işine henüz girişmiş bulunuyor; bilgisizliğinden ötürü yüzü daha yeni yeni kızarmaya başlıyordu. Bu, dikkatli gözlem ve aydın düşünme yolu ile gerçeği bulmak anlamına gelen fen biliminin henüz beceriksiz çocuk bacakları üzerinde emeklediği dünya idi. Bu, ölü bir adamın vücudunu kesip incelediği için Seretus’un yakıldığı ve Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü ispata cesaret ettiği için Galile’nin zindana atıldığı bir dünya idi.
Eğitimsiz, ama…
Antony Leeuwenhoeck 1632’de Hollanda’da Delft şehrinin mavi yel değirmenleri, çukur sokakları ve yüksek kanalları arasında doğmuştu. Ailesi dürüst ve çok saygıdeğer insanlardı. Çok diyorum, çünkü sepetçilik ve bira imali ile uğraşıyorlardı. Bira imalatçılarına da Hollanda’da çok saygı gösterilir.
Leeuwenhoeck babasını pek küçükken kaybetmişti. Annesi de oğlunu, memur olarak yetişmesi için okula göndermişti. Fakat o, on altı yaşında okuldan ayrılarak Amsterdam’da bir manifaturacının yanına çırak olarak girmişti. Onun üniversitesi burası oldu. Günümüzün genç fen adamlarından birinin, basma topları arasında, para çekmecesinin çıngırağını dinleyerek, insanı yıldıran bir metelikçilikle alışveriş ettiğini, Hollandalı ev kadınlarına nezaket göstermeye çabalayarak öğrenimini tamamladığını bir tasavvur edin! İşte Leeuwenhoeck bu üniversitede tam altı yıl tahsil etmişti.
Yirmi bir yaşında manifaturacı dükkânını bırakarak Delft’e döndü, evlendi ve orada kendi manifaturacı dükkânını açtı. Bunu takip eden yirmi yıl içinde onun hakkında birbiri arkasına iki defa evlendiğinden ve çoğu ölen birçok çocukları olduğundan başka pek az şey bilinmektedir. Yalnız bu arada Delft belediye dairesine kapıcı tayin edildiğini ve mercek yontmaya karşı delice bir sevgi peydahladığını da kesin olarak biliyoruz. Saf camdan itina ile ufacık mercekler yapabildiği takdirde, cisimleri gözle göründüklerinden çok daha ileri bir şekilde görebilmenin mümkün olduğunu işitmişti. Onun yirmi yaşından kırkına kadar olan ömrü hakkında çok az şey bilinmektedir. Fakat o günlerde, cahil bir adam sayıldığına hiç şüphe yoktur. Bildiği tek dil ana diliydi. Bu, kültürlü insanların balıkçı, çerçi ve hark kazıcılarının dili diye dudak büktükleri anlaşılmaz bir dildi. O zamanlar bilgili insanlar Latince konuşurdu. Fakat Leeuwenhoeck bu dili okumayı bile bilmiyordu. Okuyabildiği tek kitap Felemenk dilinde basılmış bir İncil’di. Bununla beraber bilgisizliğinin kendine büyük faydası dokunmuştur. Çünkü günün bilgince sayılan tüm saçmalarından habersiz olarak, yalnız kendi fikirlerine, kendi akıl yürütmesine ve kendi gözlerine inanmak zorunda kaldı. Bu iş de kendisi için hiç güç değildi. Çünkü Antony Leeuwenhoeck kadar dik kafalı ve inatçı bir adam dünyaya gelmemiştir.
‘Kendi merceğimi kendim yaparım’
Bir mercekle bakarak eşyayı göze görünüşlerinden daha iyi görmek herhalde eğlenceli bir şey olacaktı. Fakat mercek satın almak mı? Bu onun yapabileceği bir iş değildi. Yeryüzünde onun kadar vesveseli insan az bulunurdu. Mercek satın almak mı? Onu kendisi yapacaktı. Hayatının karanlık kalan bu yirmi yılı içinde gözlükçüleri dolaşmış ve mercek yontmanın esaslarını öğrenmişti.
Simyacıları ve eczacıları ziyaret ederek maden filizlerinden madenlerin nasıl çıkarıldığının sırlarını öğrenmeye çalıştı ve kuyumcuların marifetlerini acemi acemi taklide girişti. Olağanüstü titiz ve mükemmeli seven bir adamdı. Bu yüzden Hollanda’nın en iyi mercek yontucusu kadar mükemmel mercek yontmak bile onu memnun edememişti. Kendi yaptıklarının mevcudun en iyisinden daha iyi olması lazımdı. Bunu başardıktan sonra bile, üzerlerinde saatlerce uğraşmaktan kendini alamazdı. Sonra bu mercekleri alevler, garip koku ve dumanlar arasında kendi eli ile eritip yaptığı bakır, gümüş veya altından küçük çerçevelere yerleştirirdi. Bugün bir bilgin yetmiş beş dolar vererek mükemmel ve pırıl pırıl bir mikroskop satın alabilir. Vidalarını çevirip gözünü merceğe uydurur ve aletin nasıl yapıldığı hakkında kafasını yormadan da keşifler yapar. Hâlbuki Leeuwenhoeck’un durumu böyle değildi.
Tabi komşuları Leeuwenhoeck’un biraz kaçık olduğunu söylüyorlardı. Fakat o ellerini yakıp kabartmakta devam ediyordu. Ailesini unutup dostlarına aldırış etmeden sessiz gecelerde tek başına, karışık ve esrarlı işlerinin üzerine eğilmiş uğraşıp duruyordu. Komşuları ona kıs kıs gülerken bu adam, ufacık şeyleri büyük bir mükemmellik ve açıklıkla gösteren, çapı üç milimetrelik ufacık, kusursuz mercekler yapmanın yolunu bulmuştu. Evet, o çok kültürsüz bir adamdı. Lakin bütün Hollanda’da bu mercekleri yapmayı başaran da oydu. Komşuları hakkında da “Akılları bir şeye ermediği için onların kusuruna bakılmaz” diyordu.
Mikroskop başında yirmi yıl
Artık bu kendini beğenmiş manifaturacı, merceklerini, eline geçen her şeyin üzerine çevirmeye başladı. Bununla bir balinanın kas dokusunu ve kendi derisini seyretti. Kasaba giderek öküz gözleri dilendi veya satın aldı. Öküz gözünün billur cisminin yapısına hayran oldu. Cam parçacığı altında narin lifleri halat gibi kalınlaşan koyun yününü, kunduz tüyünü ve geyik kıllarını saatlerce seyretti. Bir sineğin kafasını itina ile açtı. Beynini mikroskobunun incecik iğnesine geçirdi. Bu sineğin koca beyninin hayret edilecek kadar açık olan ayrıntısına hayran olmuştu. Düzinelerle çeşitli ağaç kesitlerini inceledi ve bitki tohumlarını şaşı gözlerle seyretti. Pirenin iğnesi ile bitin bacaklarının büyütülmüş eşsiz mükemmeliyetini ilk gördüğü zaman “olur şey değil” diye homurdandı. Bu Leeuwenhoeck denen adam, rahatsız edeceğini düşünmeden etrafındaki her şeyi koklayıp karıştıran bir finoya benziyordu.
Leeuwenhoeck kadar, her şeyden şüphe eden insan dünyaya gelmemiştir. Arıların iğnesini ve bitlerin bacaklarını usanmadan tekrar tekrar seyrederdi. Bu örnekleri garip mikroskobunun iğnesine saplı olarak aylarca bırakır, başka şeyleri de seyredebilmek için yeni mikroskoplar yapardı; böylece yüzlerce mikroskobu olmuştu. Sonra yeniden o eski örneklerine, ilk hatalarını düzeltmek için dönerdi. Gözlediği şeylerden hiçbirisi hakkında bir kelime bile yazmıyor; aynı şartlar altında yüzlerce gözlem esnasında aynı şeyleri görmeden hiçbir şeyin resmini çizmiyordu. Bundan sonra da gene emin olamıyordu.
“Mikroskopla ilk defa bakanlar, şimdi bunu, sonra da şunu görüyorum derler. Usta bir gözleyici bile aldanabilir” demişti. “Ben bu gözlemlere birçok kimsenin inanmayacağı kadar çok vakit harcadım, fakat bunu severek yaptım. Bu kadar sıkıntıya niçin katlandığımı ve bunun faydasının ne olacağını soranlara hiç kulak asmadım. Ben bunları, bu gibi insanlar için değil yalnız filozoflar için yazıyorum.” Leeuwenhoeck yirmi yıl böylece hiçbir dinleyicisi olmadan çalıştı.
‘Görünmeyen Kolej’
Fakat tam bu sıralarda, 17. yüzyıl ortalarında, yeryüzünde büyük işler hazırlanıyordu. Fransa, İngiltere ve İtalya’nın şurasında burasında tek tük insanlar, bilgi diye ortada dolaşan her şeye burun kıvırıyorlardı. Bu asiler; “Artık biz Aristo şöyle demişti, Papa böyle buyurmuştu”lara kulak asmayacağız. “Biz ancak tekrar tekrar kendi gözlerimizle görebildiklerimize ve terazilerimizin hassas ibrelerine inanacağız ve deneylerimizden alacağımız cevaplardan başkalarına kulak asmayacağız” diyorlardı. Bu asilerden birkaçı İngiltere’de “Görünmeyen Kolej” adını verdikleri bir kurum meydana getirmişlerdi. Bunun görünmez olması gerekti. Zira, cevap bulmaya çalıştıkları bazı soruları Cromwell denen o adam işitecek olursa, kendilerini hainler ve dinsizler diye astırabilirdi. O ciddi, ağırbaşlı araştırıcılar ne deneyler yapıyorlardı!
“Ejderha boynuzunun tozu ile yere bir daire çizip içine bir örümcek koyarsan dışarı çıkamaz.” İşte o zamanın bilgilileri böyle diyordu. Fakat Görünmeyen Kolej’in adamları ne diyecekti? Birisi ejderha boynuzunun tozu olduğu söylenen bir şey, bir ötekisi ise kavanoz içinde küçük bir örümcek getirmişti. Kolej mensupları uzun mumların ışığı altında toplanmıştı. Önce sessizlik, sonra gürültüsüz bir deney ve işte raporları: “Ejderha boynuzunun tozu ile bir daire çizilip örümcek ortasına yerleştirildiğinde örümcek hemen dairenin dışına kaçtı.”
Tabii “ne kaba saba bir iş” diyeceksiniz. Lakin bu kolejin üyelerinden birinin kimya biliminin kurucularından Robert Boyle ve diğerinin Isaac Newton olduğunu unutmayın. İşte Görünmeyen Kolej böyleydi. İkinci Charles tahta çıkar çıkmaz uydurma bir bilim kurulu olmak sefaletinden kurtularak, “Royal Society of England- İngiltere Krallık Kurumu” haline geldi. Antony Leeuwenhoeck’un ilk dinleyicileri bunlar oldu. Delft’de Antony Leeuwenhoeck’un haline gülmeyen bir tek adam vardı, bu da Renier de Graaf’tı. Royal Society of England’ın lord ve centilmenleri, insan yumurtalığında bulduğu ilgi çeken şeyleri kendilerine bildirdiği için Renier de Graft’ı kurumun muhabir üyesi yapmışlardı. Leeuwenhoeck ise aksi bir adamdı. Herkesten şüphe ederdi. Buna rağmen Graaf’ın ne Hollanda ne İngiltere ne Avrupa ve ne de yeryüzünde eşi bulunan mercekleri ile bakmasına müsaade etmişti. Graaf’ın bu mikroskoplarla gördüğü şeyler kendisini şöhretinden utandırmıştı. Hemen kaleme sarılarak Royal Society’ye haber verdi.
“Leeuwenhoeck’un, keşifleri hakkında size bilgi vermesini sağlayın.”
‘Kapıcı’nın keşifleri
Leeuwenhoeck de, hitap ettiği filozofların derin bilgilerini takdir etmekten aciz, cahil bir adamın bütün kendine güveni ile bir gün Royal Society’nin isteğini cevaplandırmıştı. Bu, uzun bir mektuptu ve yeryüzündeki her konuya dokunuyordu. Mektup, onun bildiği tek lisan olan Hollanda konuşma dilinin sadeliği ile yazılmıştı. Mektubun başlığı: “Bay Leeuwenhoeck tarafından imal edilmiş olan bir mikroskopla deri üzerinde, siyil, et ve saire, bir arının iğnesi ve saire üzerinde yapılan gözlemlerden örnekler” idi. Royal Society esas itibariyle Leeuwenhoeck’un yeni mercekleri ile görebildiğini söylediği şeylerden derin bir hayrete düşmüştü. Royal Society’nin Sekreteri Leeuwenhoeck’a teşekkür etmiş ve ilk mektubunu diğerlerinin de izleyeceğini umduğunu eklemişti.
Gerçekten bunu takip eden elli yıl içinde ondan yüzlerce mektup daha alınmıştı. Bunlar, cahil komşuları hakkında acı sözlerle dolup taşan, şarlatanları teşhir eden ve batıl inançların nasıl kurnazca istismar edildiğini anlatan, kendi sağlığı hakkında gevezelikler eden uzun mektuplardı. Fakat bu lordlar ve centilmenler, hemen her mektupta, abur cuburla doldurulmuş satır ve paragrafların arasına sıkıştırılmış olan, bu kapıcı ve manifaturacının sihirli gözlerinin yaptığı ölmez keşiflerin, mükemmel ve eksiksiz betimlemelerini okumak şerefini elde edebiliyorlardı. Hem de ne keşifler!
Geriye bakacak olursak, bilimin esaslı keşiflerinden birçoğu basit, hatta şaşılacak kadar basit gözükür. İnsanlar, binlerce yıl burunlarının ucunda duran şeyleri görmeden nasıl bocalayıp çabalamışlardı! İşte mikroplarla da böyle olmuştu. Bugün bütün dünya onların sinema perdeleri üzerinde oynayışlarını seyredebiliyor. Pek de bilgin sayılmayacak birçok kimseler onları mikroskop altında yüzerken gözlemiştir. En acemi tıp öğrencisi de size, bilmem kaç türlü hastalığın basillerini gösterebilir. Öyle ise mikropları ilk defa görmenin güçlüğü ne olabilir ki?
‘Bu yağmur damlasının içinde ufacık hayvanlar var!’
Fakat hadi küçümsemeyi bir tarafa bırakalım da Leeuwenhoeck doğduğu zaman mikroskop olmadığını ve ancak on paralığı beş kuruş kadar büyüten el pertavsızları bulunduğunu hatırlayalım. Eğer kendi eliyle durmadan yenilerini yonttuğu sayısız mercekleri olmasaydı, bu Hollandalı, peynir kurdundan daha ufak bir şey keşfedemeden ihtiyarlayıp giderdi. Onun bir deli azmiyle daima ve daima daha iyi mercekler yapmaya uğraştığını okudunuz. Münasebetsiz bir fino köpeğinin merakı ile en mahrem ve iğrendirici şeyleri muayene ettiğini gördünüz. Evet, işte bütün bu arı iğnesi, bıyık kılı ve bilmem ne üzerinde durmadan göz yorması, onu, oyuncağı altın çerçeveli bir mercekle, bir yağmur damlasını seyrettiği günkü ani keşfine hazırlamıştı.
O gün gördükleri işte bu tarihin başlangıcı olmuştur. Leeuwenhoeck gözlem yapmaya bağımlılık derecesinde düşkündü. Gökten yeni düşmüş iri bir yağmur damlasına bakmayı onun gibi garip bir adamdan başkası düşünebilir miydi? Suyun içinde sudan başka ne olabilirdi? Hafif tertip kaçık babasına çok iyi bakan kızı on dokuz yaşındaki Maria’nın halini bir düşünün, ihtiyarın cam bir tüp aldığını, kızıl aleve tutarak kıl gibi incelttiğini seyrediyor. Maria babasına çok bağlıydı. Şu budala komşularından hiçbirinin babası ile alay etmesine izin veremezdi… Fakat Allah rızası için söyleyin, o da bu kıl gibi cam boru ile ne yapacaktı.
Bu, dalgın, gözleri faltaşı gibi açık ihtiyarın elindeki ince cam boruyu, ufak parçalara kırıp, bahçeye düşen yağmur miktarını ölçmek için konmuş toprak çanağın üzerine eğildiğini, kızın gözetleyişini bir düşünün. İhtiyar, toprak çanağın üzerine eğiliyor, sonra laboratuarına dönüyor, küçük cam boruyu mikroskobunun iğnesine geçiriyor…
Bu sevgili ve kaçık babası neyle uğraşıyordu? İhtiyar, merceğine gözünü uyduruyor, gırtlaktan hafif bir sesle birkaç kelime homurdanıyor.
Derken birdenbire Leeuwenhoeck’un heyecanlanmış sesi işitiliyor: “Buraya gel çabuk… Bu yağmur damlasının içinde ufacık hayvanlar var, yüzüyorlar, oynaşıyorlar. Gözlerimizle görebildiğimiz yaratıklardan bin defa daha küçük bunlar… Bak, ne keşfettiğimi gör.”
Leeuwenhoeck’un şeref günü doğmuştu. Büyük İskender Hindistan’a kadar gitmiş ve hiçbir Yunanlının o zamana kadar görmediği muazzam filler keşfetmişti. Fakat İskender için at ne idiyse Hindular için de bu filler o kadar doğal ve günlük şeylerdi. Caesar, İngiltere’ye gitmiş ve gözlerine inanamadığı vahşiler görmüştü. Lakin bu Britanyalı yabaniler birbirlerine göre, Romalı komutanların Caesar için olduğu kadar doğaldılar. Kim bilir Balboa, Pasifik Okyanusu’nu ilk gördüğü zaman ne kadar büyük bir gurur duymuştu? Oysa Balboa’ya göre Akdeniz ne ise, Orta Amerika’da yaşayan bir kırmızı derili için de Pasifik o kadar günlük ve doğal bir manzara idi. Fakat ya Leeuwenhoeck. Delft şehrinin bu belediye kapıcısı, gözle görülmeyen küçük mahluklara özgü masal aleminin anahtar deliğine gözlerini uydurmayı başarmıştı. Dünyanın kuruluşundan beri bunlar, kimse farkında olmadan yaşamışlar, üremişler, dövüşmüşler ve ölmüşlerdi. Bunlar kendilerinden on milyon defa daha iri olan insan sürüleri üzerine atılıp bütün bir ırkı mahveden canavarlardı. Bunlar ağızlarından alev püsküren ejderhalardan ve yüz kafalı masal canavarlarından daha korkunç yaratıklardı. Bunlar bebekleri ılık beşiklerinde ve kralları sağlam kalelerinde öldüren sessiz katillerdi.
Leeuwenhoeck’un yeryüzündeki bütün insanlardan önce seyrettiği bu alem, görünmeyen, değersiz, fakat amansız, bazen de dost varlıkların dünyasıydı. İşte bugün, Leeuwenhoeck’un en büyük günüydü.
‘Sefil Hayvancıklar!’
Bu adam şaşırtıcı olaylar ve imkânsız şeylerle dolu olan doğaya karşı duyduğu hayranlık ve şaşkınlığı göstermekten hiç utanmıyordu. İnsanların, mucizelere inanmamaya, fakat daha mucizeli gerçekleri meydana çıkarmaya başladığı o masum günlere kadar gitmeyi, sizi de götürmeyi ne kadar isterdim. Bu basit Hollandalının yerinde olmak, bu “sefil hayvancıkların” kabadayıca dolaşmalarına ilk göz attığı zaman onunla bir arada bulunabilmek; onun kafa ve gövdesinin içine girerek onun heyecanlarını duyabilmek ne olağanüstü bir şey olurdu. Bunu düşünmek bile baş döndürüyor.
“Sefil Hayvancıklar!” Evet işte onlara verdiği isim buydu ve size evvelce de söylediğim gibi Leeuwenhoeck her şeyden şüphe eden bir adamdı. Bu hayvancıklar gerçek olamayacak kadar ufacık ve gerçek olamayacak kadar gariptiler. Böylece elleri mikroskobunu tutmaktan uyuşuncaya kadar bunları seyretti; uzun müddet gözlemenin doğurduğu yakıcı yaşlar gözlerini perdeleyinceye kadar baktı. Fakat sonunda aldanmadığını anladı. İşte şurada da onlardan var. Hem aynı cinsten değil. Bak şu ilk gördüğümden daha iri. Fakat iki taraflarındaki inanılmayacak kadar ince bacakları ile çabuk çabuk hareket ediyor. Dur… İşte bir üçüncü, bir dördüncü çeşidi daha. O kadar küçük ki şeklini bile iyice seçemiyorum. Fakat canlı oldukları muhakkak. Çünkü küçük tüpün içindeki bir damlalık su aleminde koşarak büyük mesafeler alıyorlar… amma da kıvıl kıvıl mahluklar ha!
“Duruyorlar… Adeta bir yere tutunuyorcasına hareketsiz kalıyorlar. Sonra bir topaç süratiyle kendi etraflarında dönüyorlar ve içinde hareket ettikleri dairecik de ancak ufak bir kum tanesi kadar.” Leeuwenhoeck işte böyle yazmıştı.
Bütün bu, ilk bakışta faydasız gibi gözüken çabalamalar Leeuwenhoeck’un dik kafalılığından ileri geliyordu. Bütün ömrünce hemen hemen hiç kuramla uğraşmamıştı. Şunu bunu ölçüp biçmekte ise şeytanca bir ustalığı vardı. Fakat bu kadar küçük olan şeyleri ölçebilmek için nasıl bir ölçek yapabilirdi. Dar alnında çizgiler belirdi.
“Acaba bu ufacık yaratıkların en küçüğü ne büyüklüktedir?” Kafasının örümcek ağı gibi karışık hatıraları içinde, ne kadar mükemmellikle incelediğini tahmin edemeyeceğiniz binlerce şey arasında bir hayli uğraştı. Hesaplar yaptı. “… Bu son söylediğim hayvan büyükçe bir bitin gözünden bin defa daha küçüktür”. Leeuwenhoeck çok dakik bir adamdı. Çünkü bugün biz, yetişkin bir bitin gözünün on binlerce dişi ve erkek kardeşlerininkinden daha büyük veya daha küçük olmadığını biliyoruz.
Nereden geliyorlar?
Fakat bu yağmur damlasının görülmemiş küçük sakinleri acaba nereden gelmişlerdi? Bunlar gökten mi düşmüşlerdi? Yoksa kimse farkına varmadan yerden toprak çanağın içine mi girmişlerdi? Veya kaprislerle dolu bir Tanrı’nın aklına esmiş de yoktan mı var edilmişlerdi? Leeuwenhoeck da 17. yüzyılın bütün Hollandalıları gibi Allah’ın varlığına samimiyetle inanıyordu. Allah’tan daima, her şeyin yaratıcısı diye söz ederdi. Tanrı’ya yalnız inanmakla kalmıyor, ona karşı derin bir hayranlık duyuyordu. Arıların kanatlarına böyle harikulade bir güzellik verebilmek için o nasıl bir varlık olmalıydı? Bununla beraber Leeuwenhoeck bir materyalistti. Sağduyusu ona hayatın yine hayattan çıktığını öğretmişti. Basit inancı da ona Allah’ın, yaşayan her şeyi altı günde yarattığını ve bu makineyi işlettikten sonra, iyi gözlemcileri ödüllendirmek, tahmincilerle blöfçüleri de cezalandırmak üzere makamına kurulduğunu söylüyordu. Bu küçük yaratıkların gökten yağmur halinde yere düşmeleri gibi olmayacak bir ihtimal üzerinde tahmin yürütmekten vazgeçti. Tabi Tanrı bu hayvanları yoktan da var edemezdi. Fakat dur hele… kim bilir belki de… Evet, bunların nereden geldiğini anlayabilmek için tek bir yol vardır. “Deney yapacağım” diye kendi kendine mırıldandı.
Bir şarap bardağını iyice yıkayıp temizledi, kuruladı ve evinin saçağındaki oluktan hızla dökülen yağmur suyunun altına tuttu. Sonra kıl kadar ince cam tüplerinden birisi ile ufacık bir damla aldı. Bunu merceğin altına yerleştirdi. Evet… İşte yine oradaydılar. Bu hayvancıklardan birkaçı damlanın içinde yüzüp duruyordu. “Hatta çok taze yağmur suyunun içinde bile bulunuyorlar.” Fakat gerçekte bu da bir şey ispat edemezdi. Çünkü bunlar oluklarda yaşayabilir ve yağmur suları onları sürükleyip getirebilirdi.
O zaman büyük, porselen bir tabak aldı. Tabağın içi mavi sırlıydı. Bunu tertemiz yıkadı. Bununla yağmurun altına çıkarak, düşen damlalar içine çamur sıçratmasın diye, büyük bir sandığın üzerine koydu. İlk toplanan suları, tabağı daha iyi temizlemiş olmak için, çalkalayıp döktü. Sonra toplanan yeni damlacıkları dikkatle cam tüplerinden birine alarak laboratuarına döndü.
“İspat ettim. Bu suyun içinde ufak mahlûklardan bir tek bile yok. Bunlar yeryüzüne gökten düşmüyorlar”.
Gene de son yağmur suyunu muhafaza etti. Saatlerce ve günlerce onu seyretmeye devam etti. Nihayet dördüncü günün sonunda küçük hayvanlar toz zerrecikleri ve ince tüy parçaları ile birlikte suyun içinde gözükmeye başladılar.
Ama o bunlara hemen kulak asacak bir adam değildi. Bir insan topluluğu düşünün ki gayet emin bulundukları hükümlerini bir Leeuwenhoeck’un sağduyu ile yaptığı basit deneyimlerinin zorluğu ile karşılaştırsınlar.
Acaba Royal Society’ye keşfettiği bu bilinmeyen hayat aleminden hemen bahsetmeli miydi? Hayır, o kadar aceleye gerek yoktu. O ağırkanlı bir adamdı. Merceğini her çeşit suların üzerine çevirdi. Laboratuvarının değişmeyen havası içinde tuttuğu suya, bir testi içinde evinin yüksek damında muhafaza ettiği suya, Delft şehri kanallarının pek de temiz olmayan suyu ile kendi bahçesindeki derin kuyunun soğuk suyuna baktı. Her yerde bu hayvanları buldu. Akıl almayacak ufaklıkları karşısında ağzı açık kaldı. Binlercesi bir araya getirilse bir kum tanesi kadar tutmayacaklarını buldu. Onları peynir kurtları ile karşılaştırdı. Bir at karşısında ufak bir arı neyse, bunlar da bu pis hayvanın karşısında öyle kalırlar dedi. Bir sürü sivrisineğin havada uçuşları gibi, kendi aralarında halim selim yüzüşen bu hayvanları seyretmekten hiç yorulmuyordu. Bu adamın, el yordamı ile araştıran biri olduğu muhakkaktı; yordamlıydı ve aradığı şeye ayağı takılıyordu. Bütün insanların en yordamlısı olduğu gibi geleceğe ait hiçbir görüşü olmayan ve daima aradığından başka şeyler bulan biriydi. Yeni hayvancıkları harikuladeydi. Fakat bu ona yeterli gelmiyordu. Daha iyi görmek, sebepler bulmak için burnunu durmadan her yere sokuyordu. Biberin acılığı neden ileri geliyordu? Kendi kendine sorduğu sorulardan biri de buydu. Biber taneciklerinin üzerinde herhalde tırtıklar olsa gerek. Biber yediğimiz zaman bunlar dili tırmalıyor, diye tahmin yürüttü. Fakat biberde acaba gerçekten böyle tırtıklar var mıydı?
Böylece bir zaman karabiber ile uğraştı durdu. Aksırdı, terledi ama merceğin altına yerleştirecek kadar ufak biber tozu bulamadı. Bunun üzerine biberi yumuşatmak için haftalarca suda ıslattı. Sonra incecik bir iğne ile görünmeyecek kadar ufak biber taneciklerini bir yana ayırdı ve bir damla su ile birlikte kıl gibi ince cam tüplerinden birinin içine çekti ve baktı…
Burada, hatta bu irade sahibi adamın bile zihnini allak bullak eden bir şey vardı: biber taneleri üzerinde bulunmakta olan ufak tırtıkları unuttu. Meraklı küçük bir çocuk gibi sayılamayacak çok çeşitli küçük hayvancıkları seyretmeye başladı. Bunlar sevimli hareketlerle yürüyor, yan yatıp yuvarlanıyordu.
Royal Society’nin huzurunda
Böylece Leeuwenhoeck aramadan küçük, yeni hayvancıklarını üretecek bir yol keşfetmişti. Artık bütün bunları Londra’daki o büyük adamlara yazabilirdi. Duyduğu hayreti açıkladı. Bir kâtibin özenli el yazısı ile onlara çok uzun sayfalar içinde, sade küçük kelimelerle, bu ufacık hayvancıklardan bir milyonunun bir kum tanesi kadar tuttuğunu ve kolayca çoğaldıklarını ve biberli su damlasında tam iki milyon yedi yüz bin tane bulunduğunu anlattı.
Bu mektup İngilizceye çevrildi. Artık ejderha boynuzunun mucizeli kerametlerine inanmayan ağır başlı, şüpheci bilginlerin huzurunda okundu ve bu bilgin topluluğunu şaşırttı. Ne… Hollandalı, memleketinin nüfusu kadarını bir tek damlaya sığdırabileceği hayvanlar keşfettiğinden söz ediyordu. Saçma. Allah’ın yaratabildiği en küçük mahlûk hiç şüphesiz peynir kurduydu.
Fakat üyelerden birkaçı onun yazdıklarına dudak bükmediler. Bu Leeuwenhoeck, hayret edilecek kadar hesaplı ve her işi eksiksiz yapan bir adamdı. Şimdiye kadar kendilerine yazdığı her şeyin doğru olduğunu bulmuşlardı. Böylece bilgin kapıcıya, mikroskobunu nasıl yaptığını ve gözlem metotlarını ayrıntıları ile anlatmasını rica eden bir mektup gönderildi.
Bu, Leeuwenhoeck’u telaşlandırdı. Delft’in kaba ahmaklarının kendisine gülmelerine aldırış etmiyordu ama, ya Royal Society. O, bunları filozof sanmıştı. Bu ayrıntıları onlara yazmalı mıydı? Yoksa bugünden itibaren yaptığı her şeyi onlardan saklamalı mıydı? “Hey yarabbi, bu esrarlı şeyleri ortaya çıkaracak usulleri mi yazmalı imişim?.. Bunları başarmayı öğrenmek için ne kadar terleyip didindim, mikroskop ve gözlem yollarımı mükemmelleştirmek için bir alay ahmağın alaylarına katlandım” diye kendi kendine homurdanışını göz önüne getirebilirsiniz.
Fakat yaratıcılara dinleyici lazımdır. Royal Society’nin bu şüphecilerinin de, küçük hayvancıklarının yokluğunu ispat edebilmek için, kendinin onları keşfederken terlediği kadar didinip terleyeceklerini biliyordu. İncinmişti. Fakat yaratıcılara dinleyici de lazımdır. İşte bunun için onlara uzun bir cevap yazarak asla abartmadığını belirtti. Hesaplarını açıkladı (Modern mikrop avcıları da, ellerindeki bütün aletleri ile ondan ancak biraz daha doğru hesap yapabilmektedirler). Bu hesaplarını bölme, çarpma, toplama işlemleriyle destekledi. Bu yüzden de mektubu bir ilkokul öğrencisinin aritmetik defterine benzemişti. Nihayet Delft’de birçok kimsenin bu garip küçük hayvanları merceğinin altında alkışlarla seyrettiğini ekleyerek mektubunu bitirdi. Onlara Delft’in saygıdeğer hemşerilerinden alınmış şahitlik belgeleri yollayabilirdi. Bunlardan birisi rahip, diğeri noterdi; ayrıca sözlerine inanılacak sekiz kişi daha vardı… Ama onlara mikroskoplarını nasıl yaptığını anlatamazdı.
O kuşkucu ve güvensiz bir adamdı. Seyretmek isteyenlerin gözlerine küçük aletlerini kendi elleriyle tutardı. Daha iyi görebilmek için onlara dokunmaya kalksalar hemen kendilerini evinden kapı dışarı edebilirdi. Tıpkı elindeki iri, kırmızı elmayı arkadaşlarına uzaktan gösteren, fakat elinden kapıp yerler korkusuyla onları yanına yaklaştırmayan mağrur fakat korkak bir çocuğa benziyordu.
Bunun üzerine Royal Society, Robert Hooke’la Nohemiah Grew’yu en mükemmel mikroskopların yapılmasına ve karabiberlerden en iyi bir su hazırlamaya memur etti. 1677’nin Kasım ayında Hooke, yaptığı mikroskop koltuğunda olduğu halde derin bir ilgi ile toplantıya geldi. Zira Antony Leeuwenhoeck yalan söylememişti. Evet, o sihirli hayvancıklar işte buradaydılar. Üyeler yerlerinden kalkarak mikroskobun etrafına toplandılar. Gözlerini merceğe uydurup baktılar: “Bu adam sihirbaz bir gözlemci olmalı” diye haykırdılar. Bu Leeuwenhoeck için büyük bir gün olmuştu. Bir müddet sonra da Royal Society ona üyelik verdi. Ve kendisine gümüş kılıfı üzerinde kurulun arması bulunan nefis bir üyelik diploması yollandı. O da: “Hayatımın geri kalan günlerinde size sadakatle hizmet edeceğim” diye karşılık verdi. Gerçekten de sözünün adamıydı. Doksan yaşında ölünceye kadar, dedikodu ve bilimle karışık mektuplarını yollamakta devam etti. Fakat onlara mikroskop göndermek mi… Maalesef hayatta bulundukça buna imkân yoktu. Hatta Royal Society, görünmezler aleminin bir kapıcı kaşifi hakkında bir rapor hazırlamak üzere Dr. Molyneux’yü Hollanda’ya bile gönderdi. Molyneux, Leeuwenhoeck’a mikroskoplarından birini satması için, o güne göre oldukça yüksek bir fiyat teklif etti. Herhalde bunlardan birini feda edebilirdi. Zira laboratuvarının etrafındaki dolaplarda bunlardan yüzlercesi bulunuyordu. Hayır, hayır… Royal Society centilmeninin görmek istediği bir şey var mıydı? İşte burada bir şişenin içinde fevkalade garip, henüz doğmamış ufak istiridyeler var. Şurada da birbirine hiç benzemeyen ufacık canlı hayvancıklar. İşte bu Hollandalı, bir eliyle misafirinin bakması için mikroskobunu tutarken gözünün kuyruğu ile de hiç şüphesiz ziyaretçilerinin en dürüstü olan bu adamın bir şeye dokunmamasına veya bir şey aşırmamasına dikkat ediyordu.
“Aletleriniz harikulade şeyler” diye Molyneux bağırmıştı. “Her şeyi İngiltere’de bizim elimizdeki merceklerden bin defa daha açık gösteriyor.” Leeuwenhoeck da: “En iyi merceğimle, özel gözlem metodumu size göstermeyi ne kadar isterdim. Fakat bunu yalnız kendim için saklıyorum ve hiç kimseye göstermiyorum, hatta kendi aileme bile.” demişti.
Ağızdaki hayvanat bahçesi
Her yerde bu küçük hayvanlardan vardı. Bu yarı görünmez mahlûk sürülerinin her yerde -ağzının içinde bile- bulunduğunu Royal Society’ye bildirdi. “Her ne kadar elli yaşına girmiş bulunuyorsam da dişlerim az rastlanacak kadar sağlam kalmıştır. Çünkü her sabah onları tuzla ovalamak gibi bir alışkanlığım vardır. Azı dişlerimi de bir hilalle temizledikten sonra hepsini birden kuru bir bezle iyice silerim” diye yazmıştı. Bütün bunlara rağmen büyütücü bir ayna ile baktığı zaman dişlerinin arasında ufak beyazımtırak nesne neden yapılmıştı. Bunlardan bir parçasını dişleri arasından kazıyarak çıkardı. Saf yağmur suyu içinde eritti. Sonra da bu eriyiği ince tüplerinden birinin içine çekip mikroskobunun iğnesine geçirdi ve laboratuvarının kapısını kapadı.
Tüpü merceğin boz sisliliğinden odak noktasına getirdiği zaman, net olarak görebilmeye başladığı bu şey neydi? Tüpün içindeki suda inanılmayacak kadar ufak bir hayvan, yılanbalığı gibi kıvranıp duruyordu. Diğer bir çeşidi de ileriye doğru biraz yüzdükten sonra birdenbire kendi etrafında topaç gibi dönmeye, sonra da tuhaf taklalar atmaya başlıyordu. Bazıları eğri çomakçılara benziyor, bir başkası da sarmaşık gibi, eğilip bükülerek ve ağır ağır hareket etmekten başka bir şey yapmıyordu. Hollandalı gözlerinin etrafında kızıl bir halka meydana gelinceye kadar bunları seyretti. Hareket ediyorlardı, öyle ise canlı idiler. Bundan şüphe edilemezdi. Demek ki ağzının içinde bir hayvanat bahçesi vardı. Bunlar arasında elastiki değnekçikler şeklinde bir takım mahlûkçuklar da görülüyordu ve dini törenlerdeki azametli piskoposlar gibi şuraya buraya gidip geliyorlardı, sonra suyun içinde, zıvanadan çıkmış bir tirbuşon gibi fıldır fıldır dönen helezon şeklinde çöreklenmiş çeşitleri vardı.
Bu meraklı adam için kendisi de dahil ele geçirdiği herkes bir deney hayvanı idi. Bir gün ağzındaki mahlukçukları seyretmekten yorulmuş, sonbaharın sararttığı yapraklarını kanalların kahverengi aynası üzerine döken yüksek ağaçların altına gezmeye gitmişti. Oynadığı bu oyun yorucu bir şeydi. Biraz dinlenmesi lazımdı. Fakat orada, çok ilgi çekici ihtiyar bir adamla karşılaşmıştı. “Bu ihtiyar adamla konuşuyordum” diye Royal Society’ye yazmıştı. “… Bu ihtiyar çok dürüst bir hayat geçirmişti ve bütün ömrünce bir kere bile brendi içmemişti. Tütün kullanmamış ve nadiren şarap içmişti. Bu sırada gözlerim tesadüfen ağzına takıldı, dişleri berbat bir durumdaydı. Bunun üzerine dişlerini son defa ne zaman temizlediğini sordum. Bütün hayatı boyunca dişini bir kere bile temizlemediği cevabını aldım.”
Gözlerinin bütün ağrılarını unuttu. Bu ihtiyarın ağzında herhalde küçük hayvanlardan oluşan eşsiz bir hayvanat bahçesi bulunmalı idi. Adamı laboratuarına sürükledi. Merakının bu pis fakat erdemli kurbanını çalışma odasına sürükledi. Şüphesiz bu ağızda o mahlûklardan milyonlarcası bulunuyordu. Fakat Royal Society’ye yazmak istediği özellikle şu olmuştu: “Bu ihtiyarın ağzı evvelce hiç görmediğim bir yaratığa misafirlik ediyordu. Bu, diğerleri arasında vücudunu yılan gibi ahenkle çöreklendirip açarak hareket eden bir varlıktı. İncecik tüpün içindeki su damlası bu hayvanlarla doluydu.”
Leeuwenhoeck’un yüzlerce mektubunun hiçbirinde bu ufak mahlûkların yapması olası zararlara değinmediğine şaşabilirsiniz. Oysa bunları içme sularında bulmuş, ağzının içinde yakalamıştı. Yıllar geçtikçe onları kurbağa ve beygirlerin bağırsaklarında ve hatta kendi pisliğinin içinde bile bulmuştu. Kendi ifadesiyle, “Bazen ishale tutulduğu nadir zamanlarda” sürü halinde çoğaldıklarını görmüştü. Ama bir an için bile ishalinin bu ufacık hayvanlardan ileri geldiğini tahmin edememişti. İşte bu hayal kısırlığı ve ihtiyatlılık yüzünden acele hüküm vermek istemeyişi, yazdıklarını okumaya vakit bulurlarsa, modern mikrop avcılarına birçok şeyler öğretecektir. Zira sonraki yıllarda binlerce mikrop birçok durumda vücutta hastalık anında sadece tesadüfen bulunmalarına rağmen, yüzlerce hastalığın basili olarak ileri sürülmüştür. Leeuwenhoeck bir şeyi bir başka şeyin nedeni olarak göstermekte çok ihtiyatlı davranırdı. Onda her şeyin sonsuz karmaşıklığını kendine haber veren sağlıklı bir içgüdü vardı. Bu da, hayatı yöneten birçok nedenlerden birisini ayırt ederek her şeyin nedeni diye ileri sürmek hatasından onu alıkoymuştur.
Gerçek aşkı
Yıllar geçti. O, küçük manifaturacı dükkânını işletmeye devam etti. Delft şehri belediye dairesinin iyice temizlenmesine işaret etti. O, Leeuwenhoeck daha haşin ve kuruntulu bir hale geldi. Yüzlerce mikroskobu ile gözlemler yapmaya her gün biraz daha fazla vakit ayırıyordu. Hayret verici yüzlerce keşif yaptı. Kafasından tutup cam bir tüpün içine soktuğu ufacık bir balığın kuyruğunda Leeuwenhoeck herkesten önce kanın, temiz kan damarlarından pis kan damarlarına geçtiği kılcal damarları gördü. Bu suretle de İngiliz bilgini Harwey’in keşfettiği kan dolaşımı bilgisini tamamladı. Hayatın bütün kutsal, mahrem ve romantik şeyleri, onun merceğinin yorulmak bilmeyen gözleri için araştırma malzemesinden ibaretti. Leeuwenhoeck insanın spermasını keşfetti ve eğer tamamen masum bir insan olmasaydı soğukkanlı araştırmalarının sonuçlarından dehşete düşerdi. Yıllar geçti ve bütün Avrupa onu tanıdı. Rusya Çarı Deli Petro saygısını sunmak için yanına kadar geldi. İngiltere Kraliçesi de sadece onun mikroskobunun mercekleri ile seyredilebilecek harikaları görebilmek için Delft’i ziyaret etti. Royal Society adına birçok batıl inançları yıktı ve Isaac Newton’la Robert Boyle’den sonra kurumun en önemli üyesi oldu. Fakat bu şan ve şeref onun başını döndürdü mü? Hayır, döndürmedi, zira ta başlangıçtan beri o kendisini yeterli derecede yüksek görüyordu. Küstahlığı sınırsızdı. Fakat kendisini ve bütün insanları çevreleyen sisli sırrı düşündükçe duyduğu alçakgönüllülük de aynı derecede idi. Felemenklilerin tanrısına hayrandı. Fakat onun gerçek tanrısı hakikatti: “İnatla kendi fikirlerime saplanıp kalmak istemem, anlayabileceğim mantıklı nedenler gösterilirse, onları bir tarafa bırakarak başkalarının fikrini kabul ederim. Bu tam bir hakikattir. Zira hakikatleri, gücümün yettiği oranda gözlerimin önüne koymaktan başka bir amacım yoktur. Sahip olduğum küçük yeteneği, dünyayı eski dinsiz batıl inançlarından kurtarıp hakikate götürmek ve ona bağlanmasını sağlamak için kullanmak istiyorum.”
Sıcak kahvenin etkisi
Hayret edilecek kadar sıhhatli bir adamdı. Seksen yaşına geldiği halde küçük hayvanlarını göstermek ve doğmamış istiridyeleriyle hayrete düşürmek için mikroskobunu misafirlerine tuttuğu zaman elleri titremiyordu bile. Fakat bütün Hollandalı erkekler gibi akşamcılığı severdi. Tek rahatsızlığı da böyle akşamların ertesi günü duyduğu bir tür kötü mahmurluktan ibaretti. Doktorlardan nefret ederdi. Öyle ya, vücut yapısı hakkında kendisinin bildiğinin binde birini bile bilmedikleri halde bunlar vücut hastalıklarından ne anlarlardı. Bu yüzden Leeuwenhoeck kötü mahmurluğu hakkında epeyce saçma olmakla beraber kendine özgü teoriler kurmuştu. Kanının küçük küreciklerle dolu olduğunu biliyordu. Bunları ilk defa gören kendisiydi. Bu küçük küreciklerin temiz kan damarlarından pis kan damarlarına geçebilmek için çok ince kılcal damarlardan geçmesi gerektiğini de biliyordu. Bu incecik damarları ufacık bir balığın kuyruğunda keşfeden adam kendisi değil miydi? Öyle ise fazla kaçırdığı gecelerden sonra kanı temiz kan damarlarından gerektiği gibi geçemeyecek kadar koyulaşıyor demekti. Dolayısıyla kanını sulandırmak lazımdı. İşte Royal Society’ye böyle yazmıştı: “Biraz fazlaca kaçırdığım akşamlar, sabahleyin kalkar kalkmaz üç dört bardak sıcak kahve içerim. Hem bunun, ağzımın dayanabileceği kadar sıcak olmasına dikkat ederim. Bu tabi beni terletir. Eğer bu sağlığımı düzeltmezse bütün bir eczacı dükkânının faydası olmayacağına eminim. Ateşim yükseldiği vakit de yıllardan beri aldığım tek tedbir budur.”
Bu sıcak kahve içmek de onu, küçük hayvancıklarla ilgili yeni bir gerçeğe götürdü. Yaptığı her iş onu tabiatın yeni bir gerçeğine ulaştırıyordu. Zira bütün varlığı ile ağzı açık, gözleri büyümüş peri masalı dinleyen bir çocuk gibi merceğinin altında geçen o ufacık dramlara gömülmüştü. Aynı tabiat hikâyesini tekrar tekrar okumaktan asla yorgun düşmüyordu. Bunun içinde daima, keşfedilebilecek yeni bir nokta vardı. Tabiat kitabının sayfaları, doymak bilmeyen merakının elinde yıpranmış, uçları kıvrılmıştı. Mikropları ağzında keşfettikten uzun yıllar sonra bir sabah müthiş kahve tedavisinin doğurduğu terler arasında bir kere daha dişleri arasındaki beyazımtırak şeylere bakmıştı. Bu da ne? Küçük hayvancıklardan bir tane bile yoktu. Daha doğrusu canlı bir tane kalmamıştı. Zira birçoğunun cesedi ile hastaymışçasına halsizce hareket eden birkaç tanesini fark eder gibi olmuştu. “Aman yarabbi; İnşallah Royal Society’nin büyük lordlarından biri bu yaratıkları ağzında bulamayarak gözlemlerimi yalancı çıkarmaya kalkmaz” diye kendi kendine homurdandı. Ama durun hele. Biraz önce dudaklarını kabartacak kadar sıcak olan kahvesini içmişti. Küçük hayvanları bu sefer ön dişlerinin arasında aramıştı. Bunu da tam kahvesini bitirdikten sonra yapmıştı. Öyleyse… Büyültücü bir aynanın yardımı ile azı dişlerine uzandı.
“Yaşasın. Büyük bir hayretle orada, inanılmayacak kadar çok küçük hayvanlardan gördüm. Evvelce anlattığım yaratıklardan o kadar çok vardı ki insanın kendi gözleriyle görmeden inanmasına imkân yoktur.”
Sonra tüpler içinde duyarlı deneyler yaptı. Mikroskopları su içinde banyo suyundan biraz fazla ısıttı. Bir an içinde hayvancıklar oynak hareketler ile şuraya buraya koşmaktan vazgeçtiler. Suyu tekrar soğuttu fakat canlanmadılar. Öyle ise ön dişler arasındaki hayvancıkları öldüren, içtiği sıcak kahveydi. Büyük bir hızla onları tekrar seyretti. Fakat yine canı sıkıldı ve şaşırdı. Çünkü küçük hayvanlardan hiçbirinin başını kuyruğundan ayırt edemiyordu. Bir yönde ileriye doğru gittikten sonra duruyorlar, geriye dönmeden yine geldikleri yönde aynı hızla yüzüyorlardı. Fakat bunların kafaları ve kuyrukları, karaciğerleri, beyinleri ve hatta kan damarları olması lazımdı. Düşünceleri kırk yıl önceki çalışmalarına, pire ve peynir kurtlarına gitti. Göze o kadar basit ve kaba görünen bu hayvanlar güçlü merceği altında, insan kadar karmaşık ve mükemmel bir hale gelmişlerdi. Elindeki en kuvvetli mercekleri kullandığı halde altındaki bu küçük hayvancıklar, ufacık değnekçikler ve tirbuşonlardan başka bir şey değildiler. Böylece Royal Society için mikropların kan damarlarının genişliğini hesap ederek kendini tatmine uğraştı. Fakat şunu da hatırda tutun ki, bir an için bile mikroplarda böyle damarlar görüldüğünü ima etmemişti. Sadece tasavvur edilemeyecek küçüklükleri hakkında tahminler yürüterek bu bayları şaşırtmak istiyordu.
‘Hayat, hayatla geçiniyor’
Antony Leeuwenhoeck bu mikropların insan hastalıklarını doğurduğunu anlamayı başaramadıysa ve bu “sefil yaratıklar”ın katilce rollerini önceden haber bile, bu görünmez canavarların kendilerinden daha büyük mahlûkları yiyip öldürebileceklerini göstermişti. Bir gün Delft’in kanallarından topladığı midyeler ve istiridyeler ile uğraşıyordu. Analarının karnında henüz doğmamış olarak bunlardan binlercesini bulmuştu. Bu yavrucukları analarının dışında bir bardak kanal suyu içinde büyütmeye uğraşmıştı: “Acaba niçin her ana midyenin karnında bu kadar çok yavru olduğu halde kanallarımız midyeden tıkanmıyor?” diye mırıldandı. Hemen hemen her gün bardağın dibindeki embriyoya merceğini çevirerek bunların büyüyüp büyümediğini kontrol ediyordu. Fakat bu da neydi? Hayretle kabuğun içindeki et kısmının ortadan kaybolduğunu fark etmişti. Bunlar binlerce ufacık mikrop tarafından hücuma uğrayarak yeniyordu.
“Hayat hayatla geçiniyor. Bu gaddarca bir şey, fakat tanrının iradesi bu olsa gerek” diye felsefe yaptı. “Tabi bu da bizim iyiliğimiz için oluyor. Eğer küçük midyeleri yiyecek ufacık hayvanlar olmasaydı bu midyeler kanallarımızı tıkardı. Çünkü her ananın karnında bunlardan binden fazla var.” Leeuwenhoeck her şeyi kabul ediyor ve her şeyi takdir ediyordu. Bu yönden o, günün çocuğu idi. Çünkü çağdaşı olan araştırıcılar kendilerini takip eden Pasteur gibi, Allah’a meydan okumaya ve doğanın kendi çocukları olan insanlara gösterdiği manasız gaddarlığa karşı yumruklarını sıkmaya henüz başlamamışlardı.
Son yıllar
Seksenini geçti ve kuvvetli vücuduna rağmen onun da dişleri dökülmeye başladı. Hayatın önüne geçilmez kışının gelişinden şikâyet etmedi. Bunun yerine sallanan dişini çekerek merceğini çürümüş kökün içindeki mikroplara çevirdi. Öyle ya onları bir kere daha niye görmek istemesin? Evvelce yaptığı binlerce gözlemle gözünden kaçmış olan ufak tefek farklar olabilirdi. Seksen beşinde iken dostları gelerek ona artık çalışmayı bırakmasını ve dinlenmesini söylemişlerdi. Kaşlarını çattı ve hâlâ ışıldayan gözlerini açtı: “Sonbaharda olgunlaşan meyveler en dayanıklı olanlardır” dedi. Seksen beşini hayatının sonbaharı sayıyordu.
Leeuwenhoeck gösterişçi bir adamdı. Halkın, “Ooo….” ve “Aaaa….”larını işitmeyi pek severdi. Ama bu hayret edenlerin, yarı görünmez alemini gözetlemeye izin verdiği, yahut parçalı bohçaya benzeyen mektuplarını yazdığı filozof ve bilimseverler cinsinden olmasını isterdi. Ama o, bir öğretmen değildi. Meşhur filozof Leibinz’e “…Tek bir kişiye bile öğretmenlik etmedim. Çünkü birine edersem diğerlerine de etmem gerekir. Bu suretle kendimi esir ederim. Oysa ben özgür bir insan olarak kalmak istiyorum” diye yazmıştı. Leibniz: “… Fakat harikulade mercekler yapmak ve bu yaratıkları gözlemek için gençler yetiştirmezsen buldukların yeryüzünden kaybolur gider” demişti.
“Leyden Üniversitesi’nin öğrenci ve profesörleri uzun zaman önce benim keşiflerimden hayrete düşmüşlerdi. Bunun üzerine talebelerine öğretmek üzere üç mercek yapıcısı tuttular. Fakat sonunda ne çıktı?” Bağımsızlığını seven Hollandalı şöyle devam ediyordu: “Benim anladığıma göre hiçbir şey… Hiçbir şey. Çünkü kursların hemen hepsi bilgi vererek para kazanmak yahut da ne kadar bilgin olduklarını dünyaya göstererek herkesin saygısını kazanmak içindir. Bunların hiçbirisinin, bizden saklanan varlıkları ortaya çıkarabilmek ile bir ilişiği yoktur. Binlerce kişinin arasında bir tekinin bile bu gibi etütleri yapmaya gücünün yetmeyeceğine eminim. Çünkü bunun için sonsuz zamana ihtiyaç var. Birçok paralar harcanması lazım. Eğer bir şey başarmak isteniyorsa insanın daima kendi düşünceleri ile baş başa kalması gerekir.
İşte mikrop avcılarının ilki böyle bir adamdı. 1723’te 91 yaşında ölüm döşeğinde yatarken dostu Hoogveit’i çağırttı. Elini kımıldatamıyordu. Bir zamanlar ışıl ışıl yanan gözleri sislenmiş ve göz kapaklarına ölümün ağırlığı çökmüştü. Ona: “Dostum zahmet olmazsa masanın üzerindeki o iki mektubu Latinceye çevirttir ve Londra’ya Royal Society’ye yollayıver” demişti. Böylece de elli yıl önce verdiği sözü yerine getirmişti. Hoogveit de bu son mektupta şunları ilave etmişti: “Bilgin baylar size ölen dostumun bu son sözlerini hoşunuza gideceğini umarak yolluyorum.”
İşte mikrop avcılarının ilki hayata gözlerini böyle yummuştu.
Bundan sonra zekâsı çok daha parlak olan Spallanzani, hayali bin kat daha kuvvetli olan Pasteur, mikropların insanlara getirdiği ıstırabı ortadan kaldırmak için birçok şeyler yapmış olan Robert Koch gelecek.
Bunlar ve diğer birçokları bugün büyük şöhretlere sahiptirler. Fakat hiçbirisi bu Hollandalı belediye kapıcısı kadar doğru ve şaşılacak derecede hatasız değildi. Hepsi de onun parlak sağduyusundan birçok dersler alabilirlerdi.