Ender Helvacıoğlu
Herkes biliminsanı olmak, bilim etkinliği içinde yer almak zorunda değil. Yaşamın ve insan etkinliklerinin birçok boyutu var ve her birimiz o boyutların bir veya birkaçı içinde uğraş veririz. Fakat günlük hayatımız da dahil hangi etkinlikler içinde olursak olalım, bilimsel düşünce ve yöntemi kavramak, içselleştirmek durumundayız. Önümüze çıkan sorunlara bilimsel düşüncenin ışığı altında yaklaşmak, bilimsel yöntemle çözümler üretmek bireyler için de toplum için de hayatidir. Kısacası, bilimsel düşünme refleksi kazanmak sadece biliminsanları için değil tüm toplum için elzemdir.
Bu refleks, hemen herkesin bir biçimde muhatap olduğu politika alanı için özellikle gereklidir, elbette alanın özgüllüklerini dikkate alarak. Bilimsel jargondan çıkıp konuyu “nesnellik” ve “dünyevilik” ölçütleriyle tartıştığımızda sorunu daha anlaşılır kılabiliriz. Çünkü çoğumuz bilimsel düşünce ve yöntemi kavradığımızı ve uyguladığımızı sanırız ama politik-ideolojik tutumlarımız bu ölçütlere vurulduğunda sorunun boyutu fark edilebilir.
İslamcı ve etnik milliyetçi bir iktidara karşı mücadele eden bireylere ve örgütlere ilişkin biraz ağır bir tespit gibi görülebilir ama nesnellik ve dünyevilik (yani bilimsellik) sorunu yaşayanlar esas olarak sıradan halk ve muhalif örgütlerdir. Türkiye’de son aylarda yaşanan iktidar-muhalefet ilişkisine baktığımızda, muhalefetin son yerel seçimlerde yakaladığı nesnelliği nasıl adım adım yitirdiğini, iktidar temsilcilerinin açtığı gündemlere nasıl teslim olduğunu ve konuşmalarının satır aralarında keramet arar pozisyona düştüğünü görebiliriz. Ana muhalefet açısından durum buyken, sol-sosyalist kesimlerin durumu ise bu açıdan daha da içler acısıdır. Neden böyle?
***
Egemenler tarih boyunca son derece nesnel ve dünyevi oldular. Olmak zorundadırlar, çünkü nesnel dünyayı yönetmektedirler; bu nesnellikten koptukları an iktidarı kaybederler. Din, ahlak, siyaset vb. egemenler için sadece birer araçtır; emekçi halkı uyutmak ve nesnel dünyadan koparmak için.
Aslında tüm inançlar ve bu inançların sistematize edilmiş ve genelleştirilmiş biçimleri olan dinler dünyevi ihtiyaçlardan doğmuştur. İnsanoğlunun insan-doğa ve insan-insan ilişkilerine dair çözüm çabasının ürünüdürler. Tamamen bu dünyaya ait sorunlara çözüm bulma araçları olarak geliştirilmişlerdir. Ne doğaüstü ve fizik-ötesi güçlerin emirleri ne de birer keşiftirler; birer icattırlar, çeşitli dünyevi ihtiyaçların karşılanması için uydurulmuşlardır. Tıpkı devlet (aslında her türlü örgüt ve organizasyon), ordu, ulus, sermaye vb. gibi… Doğal değildirler, doğada (veya insan topluluklarında) kendiliğinden yokturlar, icat edilmişlerdir. Sınıflı toplumlarda da egemenlerin egemenliklerini sürdürebilmesinin dünyevi araçlarıdırlar.
Egemen sınıflar laik değildirler, çünkü dini kullanmaktadırlar; ama herkesten çok nesnel ve dünyevidirler (seküler). Mezopotamya kralları ve Mısır firavunlarından beridir bütün egemenler, tanrılara yalvararak, dua ederek ne halkın yönetilebileceğini ne de savaşların kazanılabileceğini bilirler. Sun Tzu’lar, Kautilya’lar, Sezar’lar, Nizamülmülk’ler bunları hep analiz etmiş zaten. Son noktayı da Machiavelli koymuştur, egemenlerin dünyeviliklerini açık ederek.
Machiavelli Hükümdar adlı eserinde, hükümdarın (daha doğrusu hükümdarın temsil ettiği sınıfların) bilmediği bir şeyi anlatmaz. Egemen sınıf temsilcileri binlerce yıldır tam da Machiavelli’in öğütlediği yöntemlerle, ama o “makyavelist” yöntemleri din, ahlak, erdem vb. gibi “ulvî” kılıflarla örterek yönetmişlerdir toplumu.
İşte Machiavelli bu örtüyü kaldırıp atar. Yönetim sanatının “sanat” kısmının üzerini çizer, çırılçıplak ve kaba bir “yönetim” kalır ortada. Machiavelli Hükümdar’da “Hükümdar çıplak!” demektedir sonuç itibarıyla. Machiavelli, egemen sınıfların binlerce yıllık “makyavelizmlerini” ifşa eder, hilelerini açığa vurur.
Başka yerlerde çok yazdığımız için uzatmayalım. Machiavelli, niyeti ne olursa olsun, egemenlerin nesnelliğini ve dünyeviliğini açık ederek, halkı nesnelliğe ve dünyeviliğe davet etmektedir. Bu nedenle Machiavelli, bütün Sezar’ların Brütüs’üdür. Ama kolay değil elbette, egemenlerde “şeytanlık” bol.
Napolyon ile büyük Fransız bilimci Laplace arasında geçen diyalog bilinir: Laplace’ın Mécanique Céleste (Gök Mekaniği) adlı eserini okuyan Napolyon ona takılır: “Dünya sistemine ait bu muazzam eseri siz yazdınız, fakat evrenin yaratıcısından hiç bahsetmediniz.” Laplace şöyle yanıt verir: “Ekselansları, bu sistemi kurarken böyle bir hipoteze ihtiyaç duymadım.”
Evet, doğa yasalarının peşinde koşan bilimcinin -özellikle bilimsel devrim sonrasında- böyle bir hipoteze ihtiyacı yoktur. Ama Laplace’ın anlamadığı da şudur: Napolyon’un bu hipoteze ihtiyacı vardır. Napolyon’un denklemlerinde Tanrı’nın ve dinin belirleyici bir rolü bulunur. Kitleler “Bilim, Bilim, Bilim” diye savaşa sürülemezler; “Allah, Allah, Allah” diye sürülebilirler.
Fakat görüldüğü gibi gerek Laplace’ın gerekse Napolyon’un denklemlerinin ortak bir yanı var: İkisi de dünyevidirler; seküler çalışmaların ve ihtiyaçların ürünüdürler. Dolayısıyla Napolyon’un en az Laplace kadar seküler olduğu söylenebilir; hatta belki ondan daha da fazla.
Daha çarpıcı bir örneği, Almanya’da Nazilerin yükselişi sürecinden verebiliriz. Hitler’in partisi iktidara yürürken, Max Planck gibi Alman biliminin önde gelen isimleri de dahil Alman klasik devlet adamlarının çoğu, “haşarı çocuklar” dedikleri Nazilerin iktidara geldiklerinde devlet tornası tarafından törpüleneceklerini ve aşırılıklarından arınacaklarını düşünmektedirler. Yine, toplumun direği saydıkları Alman orta sınıfının bu aşırılıkların peşinden gitmeyeceğini söylemektedirler. Kim Alman tekellerinin ve toplumunun nesnelliğini daha iyi kavramıştır? En küçükler (atom-altı) dünyasının bile nesnelliğini keşfetmiş Planck’lar mı, yoksa “Alman orta sınıfı başarıya ulaşanın yanında yerini alacak ve biz onunla istediğimizi yapacağız” diyen onbaşı Hitler mi? Bu da bize ayrıca, nesnelliğini yitirmiş bir iktidara karşı nasıl yeni bir nesnelliğin dayatılabileceğinin -olumsuz da olsa- örneğini verir. Yıllar sonra, inanılmaz bir yıkım ve milyonların insanın ölümü pahasına Hitler’e yeni bir nesnellik dayatılabilmiştir. (Bu konuda geniş bir yazım: “Planck’ın seçimi”, Bilim ve Gelecek, sayı: 154, Aralık 2016. https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2016/12/01/planckin-secimi/)
Bunların hepsi “nesnellik savaşlarının” çarpıcı örnekleri.
***
Egemenlerin nesnelliklerini-dünyeviliklerini ve halka hangi araçlarla neyi dayattıklarını kavradıktan sonra bu egemenleri devirmek isteyen (yani iktidara talip olan) muhalefetin yapması gereken nedir?
Halkın iki tür nesnelliği vardır, madalyonun iki yüzü gibi: Birincisi, dincilik, milliyetçilik, güvenlik ihtiyacı yaratmak gibi araçlarla beyni sulandırılarak egemenler tarafından yaratılmış olan bir nesnellik; ikincisi, halkta içgüdüsel olarak bulunan, ezilmişliğe, sömürüye karşı isyan birikimi (emekçi halkın devrimci nesnelliği).
Politika yaparken halk nesnelliğinin iki yüzü de dikkate alınmalıdır; ama politik hat hangisinin üzerine kurulmalı, hangisi öne çıkarılmalıdır? Muhalefet iktidarı istiyorsa: ikincisi. İktidar ise ısrarla -hem toplumu hem de muhalefeti- kendi yaratımı olan ve üstün olduğu nesnellik alanına çekmeye çalışır. “Nesnellik savaşı” derken kastımız budur. Bu elbette, laiklik, kardeşlik, özgürlük, bağımsızlık gibi alanlarda mücadele verilmemesi anlamına gelmez. Bütün bu güzel ideallerin sömürüye karşı mücadele ile kazanılabileceğini vurgulamak anlamına gelir. Muhalefet kendi üstün olduğu alana sıkı sıkıya sarılarak kendi bütünsel nesnelliğini dayatabilir ve giderek iktidarı alabilir. Eskiden buna “kavranacak halka” derdik.
Ana muhalefet bu noktayı kavrayamıyor (veya işine gelmiyor). Yaratılmış olan nesnelliği değişmez veri (“normal”) olarak kabul edip, onunla uzlaşarak, yumuşayarak, hoş görünmeye çalışarak, o normalle normalleşerek oyunu artıracağını ve iktidarı alacağını sanıyor. Oysa yerel seçimlerde halk neden CHP’ye eğilim gösterdi? Uzlaştığı, normalleştiği, yumuşadığı için mi, yoksa artık çekilmez hale gelen açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, talana, vergi zulmüne karşı iktidara olan tepkisini göstermek için mi? İkisinin de rolü olabilir, ama esas hangisidir? Hangisi esas alınarak iktidara yürünebilir? Bu sorunun yanıtı, iktidarın hangi gündemden kaçındığına, hangi gündemi dayattığına bakılarak da verilebilir.
***
Peki sosyalistler bu nesnellik savaşlarının neresindedir? Ne yazık ki herhangi bir yerinde değiller. Bunun basit bir nedeni var: Politika sahnesinin, dolayısıyla ülke nesnelliğinin dışındalar ve -biraz TİP hariç- bu sahneye girme noktasında bir çabaları da yok. Hatta neredeyse girmeme noktasında çaba sarfettikleri bile söylenebilir.
Kendilerine ait bir dünya ve kendilerine özgü bir nesnellikleri var. Bu dünyaya kimseyi sokmadıkları gibi bu dünyadan çıkmama noktasında da ısrarlılar. Dolayısıyla halkın nesnelliğiyle -uzaktan salvo atışlar dışında- herhangi bir ilişkileri de olamıyor. “Olgular dünyasının” değil “olması gerekenler” dünyasının, güzel laflar dünyasının solcusu-devrimcisi olmakla yetiniyorlar. Sanki mutlak doğrular içeren kutsal kitaplar, pür-i pak ahlaki tutumlar öneren kutsal topluluklar gibiler. Kendileri bembeyazlar ve en ufak bir siyah noktayı kapkara olarak niteliyorlar. Bunun adı aslında “nesnellik yitimi”dir.
Ayrıca bu tutum, arkadaşların arzuladıklarının tam tersine, ülke nesnelliğinin girişlerine karşı en savunmasız tutumdur. Hani nasıl mikroplara ve virüslere karşı en etkili savunma yolu aşıdır, yani vücuda cansız mikrobun/virüsün zerk edilerek böylece bağışıklık sisteminin harekete geçirilmesidir ve bu yapılmadığı taktirde savunmasız kalırsınız, kendine özgü nesnellikler oluşturma çabası da sonuç olarak ülke nesnelliği karşısında savunmasız kalma sonucunu verir. Çünkü o “küçük dünya” da sonuç olarak “nesnel dünya”nın bir parçasıdır.
Son olarak güncel bir örnekle bitirelim: Muazzez İlmiye Çığ değerlendirmesi. Bilindiği gibi İlmiye Çığ, ölümünün hemen ardından, daha bedeni toprağa verilmeden büyük bir linç kampanyasının hedefi oldu. Bu kampanyaya dört kesim katıldı: 1) Dinciler, İslamcılar; 2) Liberaller; 3) Kürt milliyetçileri; ve 4) Bazı sosyalistler. İlk üçü anlaşılır, çünkü Çığ’ın çalışmaları onların politik hatlarının karşısındaydı. Peki sosyalistler neden bu linçin bir parçası oldular? Nasıl oldu da herkesin “tonton ninesi”, “aydınlanma savaşçısı”, bir anda bir canavara (işkenceci, Nazi, faşist vb.) dönüştü? İşte bu, “nesnellik yitimi”nin güzel bir örneği olduğu gibi, pür kalma çabasının gerçek nesnellik tarafından nasıl yönlendirilebileceğinin de çarpıcı bir örneğidir.
Muazzez İlmiye Çığ’ı tarih döner dolaşır yerine oturtur. Onun hakkında nesnellikten uzak değerlendirmeler (saldırılar) yapanlar ise utanacaklardır gelecekte. En çok da önce anıp sonra linç kampanyasından tırsıp bu anmayı geri çekenler utanacaklardır. Hepiniz birdenbire Muazzez İlmiye Çığ’ın “işkenceci, faşist” olduğunu mu kavradınız? Ayıptır!
***
Bir köşe yazısı olarak fazlaca uzattığımız bu metnin en başına dönelim. Ve kendimiz dahil herkese bir soru yöneltelim: Politik tutumlarımızı ve günlük yaşamdaki kararlarımızı ne kadar inançlarımız, önyargılarımız veya inandığımız kişilerin sorgulamadan benimsediğimiz tutumları, ne kadar bilimsel düşünce ve yöntem ışığında ele aldığımız olgular belirliyor? En azından bu soruya nesnel ve dürüstçe bir yanıt vermeye çalışalım. Ne kadar?