Ana Sayfa Bilim Gündemi Geri dönüşün toplumsal kaynakları

Geri dönüşün toplumsal kaynakları

127
0

Ender Helvacıoğlu

Çin devriminin lideri Mao Zedung’un geri dönüş teorisini sosyalizmin sorunlarıyla ilgili olanlar bilir. Bir dönem yoğun olarak tartışılmıştı. Sosyalizmin inşasının sanıldığı kadar kısa bir süreç olmadığını, burjuvazi-proletarya ve kapitalizm-sosyalizm arasındaki mücadelenin bu dönem boyunca içerde de süreceğini, esas tehlikenin parti ve devlet mekanizmaları içindeki kapitalist yolculardan geldiğini, bu tehlikeye karşı döne döne emekçilerin gücüne başvurmak gerektiğini, insanların dönüşümünün esas olarak bizzat kendi devrimci pratikleri ile gerçekleşebileceğini, komünist parti ve devlet organlarının asıl görevlerinin bu dönüşümün kanallarını açmak olduğunu vb. savlayan bir teoriydi bu. Mao Zedung, bu kuramı hem Sovyet sisteminin eleştirisinden hem de bizzat Çin pratiğinden çıkarmıştı. Çin Kültür Devrimi, bu teorinin pratiğe geçtiği bir süreçti.

Yazıda bu kuramı ve Kültür Devrimi pratiğini tartışmayacağız, sadece konu olacağı için kabaca özetlemek istedim. Kaldı ki bugün ÇKP’nin resmi görüşü Kültür Devriminin yanlış olduğu ve topluma zarar verdiği yönündedir. Bu görüşe katılmıyorum ve yukarıda özetlediğim teoriyi ve Kültür Devrimi pratiğini -birçok hatalı uygulamalara karşın- değerli buluyorum. Ama değinmek istediğim nokta başka ve günümüz süreçleriyle ilgili.

Biz Mao’nun geri dönüş teorisini, özellikle Sovyetler ile Doğu blokunun çöküşü ve Mao sonrası Çin’deki değişimler ile ilgili olarak sosyalizmin sorunları bağlamında tartıştık. Esas olarak kendi aramızdaki bir tartışmaydı. Ama bugün anlaşılıyor ki “geri dönüş” ve “kitlelerin dönüşümü” konuları çok daha kapsamlı ve tüm dünyayı ilgilendiren sorunlardır.

Çünkü kapitalist ideologlar tarafından otoriterlikle ve özgürlük yoksunluğuyla eleştirilen sosyalist sistem çöktüğünde ve sosyalizm toplumsal alandan geri çekildiğinde, kazanan burjuva modernitesi (demokrasisi) olmadı. Kısa süren bir “coşku” döneminden sonra, oluşan boşluğu demokrasi ve özgürlüğün doldurmadığı ortaya çıktı. Sosyalizmin geri çekilmesi modernitenin de geri çekilmesi ve çoğu coğrafyada çökmesi anlamına geldi. Günümüzde bu olguyu, kendi ülkemizde ve bölgemizde çok çarpıcı bir biçimde (en sıcak örneği Suriye) yaşadığımız gibi, en ileri kapitalist ülkelerde de benzer eğilimlerin güç kazandığını görüyoruz. Modernite sürecinin (hem kapitalist hem de sosyalist modernitenin) birkaç yüzyıl boyunca nice mücadeleler sonucunda oluşturduğu kurumların, yarattığı değerlerin ve normların ne kadar kırılgan olduklarını, yetersiz kaldıklarını, geniş kitleler nezdinde de geri çekildiğini görüyor ve yaşıyoruz. Demek ki mesele sadece sosyalizm pratiklerine özgü değil.

Sosyalizmin krizi hızla modernitenin krizine dönüştü (aslında doğal bu; çünkü sosyalizm de bir modernite atılımıydı). Modernitenin krizi ise bir uygarlık krizine, uygarlık krizi de bir insanlık krizine dönüşme eğilimi taşıyor. Birçok entelektüel analizlerinde “uygarlık krizi” ve “insanlık krizi” kavramlarına yer vermeye başladı. Elbette durum hızla tersine de dönebilir; ama bugün dünya çapında bir “geri dönüş” olgusuyla karşı karşıyayız.

O halde Mao Zedung’un sosyalizmin inşasına ilişkin öne sürdüğü geri dönüş teorisinin, özellikle sürecin genişliği, kitlelerin dönüşümü ve sosyalist (modernite de diyebiliriz) kurumlaşmanın karşılaştığı sorunlar gibi ana temalarını çok daha geniş bir kapsamda, moderniteden geri dönüş sorununu kapsayacak biçimde ele almak ve tartışmak gerekmiyor mu? Elimizde, modernite çerçevesinde kalarak geri dönüş meselesini tartışan başka bir kuram yoktur (post-modernizmi ve neo-liberalizmi saymıyorum, çünkü onlar bizzat sorunun parçasıdırlar, modernite düşmanıdırlar).

***

Aslında Marksistlerin 180 yıldır, önce Avrupa sonra da dünya çapında vurguladıkları ve sosyalizmin gerekçesi olarak tespit ettikleri temel çelişmelerin hiçbiri çözülebilmiş değil, hatta daha da keskinleşerek devam ediyor. Emek-sermaye ve emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki çelişmelerin ne kadar derinleştiğini kanla canla yaşıyoruz. Ama uzun süredir bu çelişmeler devrimci-ilerici toplumsal hareketler doğurmuyor. Tersine daha gerici hatta modernite öncesi ideolojilere eğilimli politik odaklar güç kazanıyor. Avrupa ve ABD’de de, Çin hariç dünyanın diğer toplumlarında da… Bunun nedeni, burjuva modernitesinin yozlaşması ve çürümesi, seçenek (ve bir anlamda moderniteye gençlik aşısı) olarak ortaya çıkan sosyalizmin bu iddiasını hakkıyla gerçekleştiremeyerek ve giderek aynı yozlaşma ve çürümenin bir parçası haline gelmesi olsa gerek.

İnsanlar-toplumlar sorunlarını bir şekilde çözmeye çalışırlar. İlerleyerek, olmazsa gerileyerek… Dimyat’a pirince giderek, olmazsa evdeki bulgura sarılarak… Kitlelerin evdeki bulgura sarıldıkları bir dönemden geçiyoruz, çünkü Dimyat yolu şimdilik fiyaskoyla sonuçlandı. Elbette her toplumun “evdeki bulguru” farklıdır. Kimininki dindir. Kimininki -eskisi gibi yayılmacı değil- korumacı bir Batı merkezciliktir; modernite milliyetçiliğidir. Türkiye gibi fazla gerilimli toplumlarda ise aynı toplum içinde farklı ve birbiriyle çelişen-çatışan “bulgurlar” bulunur. Toplumun bir kesiminin bulguru dinken, diğer kesiminin bulguru cumhuriyet kazanımlarıdır. Aslında böyle toplumlar geleceğe pencere açma, daha ileriye sıçrama potansiyelini-ümidini en fazla barındıran toplumlardır; çünkü önemli bir kesimin bulgurları modernite birikimleri olduğu gibi, bu moderniteleri tamamen yozlaşmış, kıskanç ve içe dönük değildir (bir ara bunu genişçe tartışırız).

Kısacası 20. yüzyılda Dimyat’a pirince gitmeye kalkan büyük insanlık duvara tosladı ve herkes kendi evindeki bulgura döndü. Halk kitleleri düzlemindeki kaosun nedeni budur. Geri düşüşün geri dönerek aşılamayacağını kavramak için biraz zaman ve ne yazık ki bir sürü musibetin yaşanması gerekecek. Kitleler esas olarak dışardan bilinç şırınga edilerek değil, bizzat kendi olumlu-olumsuz pratikleriyle bilinçlenebilirler (Mao’nun teorisini anımsayalım).

***

İnsanlığın kültürel evriminden söz ederken analizimizi sadece öncüler düzlemini göz önüne alarak yapıyoruz. Bu metafizik bir yaklaşımdır ve öncüyü yanılgıya (daha kötüsü despotizme) sürükler. “Olgular dünyası”ndan kopmamıza, “olması gerekenler dünyası”na (çoğu zaman hayaller dünyasına) hapsolmamıza yol açar. İnsansı atalarımız aynı anda hep birden iki ayak üzerine dikilmedi. Taş balta yapmayı becerenler, ateşe hâkim olanlar, tekerleği icat edenler başlangıçta çok küçük topluluklardı. Avcılık ve toplayıcılıktan bazı hayvanların evcilleştirilmesine, tarıma ve yerleşik yaşama geçenler de başlangıçta küçük adacıklar halindeydi. Bu atılımların toplumsallaşması, yaygınlaşması ve hâkim üretim tarzı haline gelmesi binlerce yıl aldı.

Aynı şekilde, uygarlığın küreselleşme süreci en az 5 bin yıl aldı. Modernite süreci ise hâlâ devam ediyor ve anlaşıldığı üzere henüz yolun başındayız. 16-17. yüzyıllardaki bilimsel devrimlerden söz ediyoruz. Ama o yüzyıllarda bu devrimin simge isimleri ve destekçileri bir avuç insandı ve birçok engelle karşılaşıp türlü acılar yaşadılar. Bilimsel devrimin ilkelerinin, bilimsel düşünce ve yöntemin hâlâ toplumsallaştığından söz edemeyiz.

Kültürel evrimde öncülerin yaptıklarıyla bu yapılanların bütün toplum tarafından içselleştirilmesinin yani toplumsallaşmasının hızı çok farklı. Uygarlığın hızı ile toplumsal uygarlaşmanın hızı, modernitenin hızı ile toplumsal modernleşmenin hızı, sosyalizmin hızı ile sosyalizmin toplumsallaşmasının hızı çok farklı. Bu nedenle süreçler uzundur ve geri dönüşlerle, zikzaklarla doludur. Öncüler katındaki en ufak bir sarsılma, modernite hatta uygarlık öncesi davranış ve düşünüş biçimlerinin şaşırtıcı biçimde yeniden fışkırmasına yol açabilir. Örneğin savaş dönemlerinde insanların nasıl uygarlık ve modernite değerlerini unutup vahşileşebildiğini görüyoruz. Geri dönüşlerin toplumsal kaynağı da budur. Bu nedenle toplumsal dönüşümlerde dayatmalar ve yukarıdan aşağıya yöntemler yeterli değildir. Elbette öncü öncülüğünü yapacak, kendiliğindenciliği savunmuyorum. Ama öncünün asıl görevi, insanların ancak kendi öz pratikleriyle dönüşebileceği perspektifiyle bu pratiklerin kanallarının açılmasına öncülük etmektir.

Aslında sömürücü egemen sınıflar bu basit gerçeği çok iyi bilirler, çünkü toplumu yönetiyorlar. Özellikle iktidarlarını sağlamlaştırdıktan ve sistemlerini oturttuktan sonra toplum içindeki bu geriliği ve toplumsallaşamama olgusunu örgütlerler. Bir egemen sınıfın ilerici mi gerici mi olduğunun (veya ne zaman ilerici ne zaman gerici olduğunun) ölçütü de budur: Ulaşılan düzeyi toplumsallaştırmaya mı çalışıyorsun yoksa geriliği mi örgütlüyorsun…

Kısacası, toplumların dönüşümü meselesi, gerek genel anlamda modernitenin gerekse sosyalizmin henüz tam çözümleyemediği ve geleceğe devrettiği konulardan biri (bir diğeri insan-doğa uyumu sorunudur). Yeni bir modernite atılımı, bu iki soruna çok daha derin ve kapsamlı açılımlar getirerek, bu yönde pratikler yaratarak gelişebilir.

***

Korkunç bir dönemden geçiyoruz. Koca koca ülkeler, sözüm ona uygar ve modern geçinenlerin marifetiyle katil sürülerinin eline bırakılmış durumda. Ama madalyonun diğer yüzü de var. Kitlelerin geri ve aptal olduğunu düşünmek kadar kaderci (ve egemenlere yarayan) bir bakış açısı yoktur. Tarih egemenlerin “geri” kitleleri yönlendirmesinden ibaret değil. Tersine, tarih, “geri” denilen kitlelerin egemenlere isyanının tarihidir de…

Sömürüye, eşitsizliğe, ezilmişlik durumuna, özgürlük yoksunluğuna karşı isyan çok daha temel bir insanlık güdüsüdür. Karşılıksız emek (insanın çocuğuna, ailesine, yavuklusuna, dostuna, topluluğuna verdiği yoğun emek) mi daha doğaldır, metalaştırılmış emek mi? Hangisi doğaldır, hangisi dayatılmıştır?

İnsan zayıf ve kırılgan bir canlı türü. Evrimsel tarihinde birçok insan türünün yok oluşundan ve ancak tek bir türün (Homo sapiens’in) yaşamını devam ettirebilmesinden de anlaşılır bu. Homo sapiens, evrimin kurtlar sofrasında, ancak örgütlenerek, dayanışarak, paylaşarak, toplumsallaşarak ayakta kalabilmiştir. Bu yazıda geri dönüşün toplumsal kaynaklarından söz ettik, ama ileri atılımların toplumsal kaynağı da işte bu insanlık cevheridir. Bizim (büyük insanlığın) dayanağımız da -yüz binlerce yıldır- insanı insan yapan bu cevherdir, içimizdeki komün gücüdür.