Ana Sayfa Dergi Sayıları 251. Sayı Yemek kültürünün dönüşümü

Yemek kültürünün dönüşümü

840

Olcay Bağır

Kapitalizm, “küreselleşme” adıyla toplumların yeme içme alışkanlıklarını da değiştirebiliyor. Küreselleşme denilen “tüm dünyanın tek bir köy olması” öngörüsü aslında kapitalizmin, herkesin aynı şeyleri giyinip, aynı parfümü kullanması, aynı şarkıları dinlemesi, aynı filmleri izlemesi ve aynı şeyleri yemesinin pratikteki karşılığıdır. “Metasını” daha kolay satmak için kapitalin istediği şey budur. Kastedilen şey aslında tek köy değil, “tek ve büyük bir pazar”dır.

Kapitalizmin istediği şeylerden biri şuydu: Aynı şeyleri yemek… Hem de hızlı bir şekilde yemek. Çünkü vakit “nakit”tir. Bir an önce herkes yemeğini yiyip çıksın ve boşalan masalara başka müşteriler otursun!

Aslında fastfood yani “hızlı yemek” veya “hazır yemek” Türkiye’ye yabancı bir kavram değil. 1980 öncesinde hazır yemek olarak, döner, tavuk pilav, kokoreç, kebap dürüm, balık ekmek, tantuni, tost gibi yemekler kastediliyordu. Bunlar genelde sokaklarda seyyar yemekçiler tarafından satılıyordu. Dolayısıyla adı öyle konmasa da, hazırlanış ve tüketimindeki hız ve pratiklik, kolay erişilebilirlik, kitlesellik ve törensellikten uzak, basit yemek adabı birlikte düşünüldüğünde kentte uzun zamandır satılan ve tüketilen birçok yiyeceğin “hazır yemek” türleri arasında yer aldığı söylenebilir.

Birbirinin aynısı
1980’li yılların ikinci yarısında McDonald’s, Burger King, Pizza Hut gibi uluslararası yemek zincirlerinin Türkiye’de şubeler açmaya başlamasının, hazır yemeği “fastfoodlaştırdığı” söylenebilir.

80’lerle birlikte Türkiye ekonomisinin uluslararasılaşması (yani liberalleşmesi) ve yabancı yemek şirketlerinin Türkiye’ye girmesiyle hamburger, pizza gibi Batılı tarzdaki hazır yemekler ülkede hızla yayılmaya başladı. Bu yeni tarz hazır yemeklerin Türkiye’nin geleneksel “ayaküstü” yemeklerinden en büyük farkları, kurumsallaşmış olmaları (buna bağlı olarak da standartlaşmış olmaları) ve statü belirlemeleriydi.

Kurumsal ve standartlaşmış olmaları şu demekti: Mesela ülkenin neresinde olursanız olun aldığınız hamburgerin (tabi aldığınız “menü”ye göre değişkenlik göstermek kaydıyla) gramajı ve tadı aynıdır ve hep aynı zamanda (mesela 3 veya 5 dakika içinde) önünüze gelir. Ayrıca bu fastfood restoranlarının hepsi aynı şekilde dekore edilmiştir, hepsi birbirinin aynısıdır.

Statü belirleyen beslenme
Amerikan toplumunda 1950’li yıllardan itibaren popülerleşen McDonald’s, 1980’li yıllara kadar kitlesel bir yiyecek olma özelliğini koruyor ve genellikle orta sınıf ailelere hitap etmeye devam ediyordu. 80’li yıllarda ise ABD’de orta sınıfın daralmaya başlaması, yoksulluğun artması ve sağlıklı/dengeli beslenme eğilimlerinin artmasıyla birlikte, fastfood önemli ölçüde statü kaybetti. Fastfoodun yüksek kalorili ve yağlı bir yiyecek olması, daha çok şişmanlık ve yoksullukla bir arada düşünülmesini de beraberinde getirdi. Yani McDonald’s’ın (genel olarak da fastfoodun) ABD’de en azından orta sınıflar nezdinde gözden düşmeye başladığı yıllarda, aynı ürün Türkiye’ye yüksek statülü bir yiyecek olarak girmeye başladı. Artık Türkiye’de bu mekânlara gitmek bir yüksek statü belirtisi haline geldi. Fastfood birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de Amerikan yaşam tarzıyla, modernlikle, Batılılıkla ve gençlikle özdeşleştirilmişti.

Örneğin McDonald’s, Türkiye’de gençlerin gözde buluşma, toplanma ve vakit geçirme mekânlarından biri oldu. Önceleri özellikle zengin semtlerde kurulan fastfood restoranlarının sayısı arttıkça, yani zaman geçtikçe, giderek sıradanlaşacak, yaygın olarak tüketilecek ve orta sınıf ailelerin de tercih ettikleri yerler haline gelecekti.

Türkiye’de fastfoodlaşma
Bütün bunlardan sonra yerli yiyeceğin de fastfoodlaşma sürecine karşı bazı direnme stratejileri geliştirdiği söylenebilir. Kendini fastfood olarak niteleyen, fastfood olmaya öykünen yerli yiyeceklerin arttığı bu süreç içinde dönerciler, kokoreççiler, dürümcüler, lahmacuncular ve hatta simitçiler yavaş yavaş markalaşmaya çalışırken kimi zaman gelenekselliğe kimi zaman da Batılılığa ve modernliğe vurgu yapan imgelerle ürünlerini paketlemeye başladı. Artık yerli hazır yemekler de kurumsallaşıyor. Bu kurumsallaşmanın gereği olarak reklamlar veriliyor ve belli oranda standartlaşma sağlanıyor.

Mesela kurumsallaşmış bir çiğköfteci, ülkenin birçok yerinde çiğköfte dükkânı açıyor ve o birbirinin kopyası dükkânların hepsinde çiğköftelerin tadı ve servis süreleri aynı! Ya da eskiden sokaklarda satıcıların kafalarının üstünde tahta tepsilerle taşınarak satılan simit, poğaça gibi yiyecekler, artık bir restoran zinciri halinde kurulan işletmelerde neredeyse her şehirde satılıyor. Hatta bu işletmeler “küreselleşmenin nimetlerinden faydalanarak” Amerika’da bile şube açabiliyor.

Bir tarafta sipariş ettiği pizzanın zamanında gelip gelmediğini anlamak için saat tutan insanların ülkesi Türkiye varken, diğer tarafta ince belli bardaklarda çay içip simidin susamının kokusuyla mest olan Amerika var. Ya da üzerinde siparişi veren kişinin adı yazılı bir karton bardakta pahalı kahve içmek için sırada beklenen Türkiye’ye karşın diğer yanda, ofislerinden öğlen arasına çıkıp döner mi yoksa pizza mı yiyecekleri konusunda konuşan İngilizlerin yaşadığı Fransa var.

Kapitalizmin tasavvur ettiği küresel köy de tam olarak böyle bir şey. Küreselleşmeyle sınırların önemini yitirdiği ve kültürlerin daha çok kaynaştığı hayallerinin romantik savunucuları bir yana, kapitalizmin sınır ve kültür dinlemez pazar anlayışının gerçekliğini görenler de var hâlâ bu dünyada.