Daniken’in ve Dan Brown’un o ya da şu mezhepten olmaları, dinden yana görünüp görünmemeleri, tanrıya inanıp inanmamaları, çağdaş toplumun sorunları bakımından önemsiz bir ayrıntıdır. Yapıtlarının hangi toplumsal koşullarda ne tür etkiler yapabileceği daha önemlidir. On milyonlarla dile getirilen satış rekorları, pazar ekonomisinin kitlesel, hatta küresel çapta üretim ve sömürü çarklarına bir biçimde takılabildiklerini gösterir. Ancak, toplumsal etkilerinin ekonomik boyutundan çok gördüğü ideolojik işlev, bize onların toplumsal, sınıfsal bilinci ne yönde ve ne çapta etkilediğini gösterebilir.
İki çoksatar dalgası
Bir kuşak kadar önce, yayın dünyası, “beş yıldızlı” bir “araştırmacı yazar”ın “popüler karşı bilim” olarak nitelendirilebilecek kitaplarının bombardımanıyla sarsılmıştı. Bir kuşak sonra, 2000 ile başlayan on yıl, “popüler karşı tarih” denebilecek kitaplarıyla benzeri bir sarsıntı geçirmekte.
Aslında beş yıldızlı olan, yazar değil, yöneticisi olduğu turistik oteldi. Kitapları “popüler bilim” yapıtları bile sayılmazdı. Kendisinin “araştırmacı yazar” olarak sunulmasına karşın, yaptığı turistik gezilerinde çalı dürtmekti. Tanrıların Arabaları ile başlayan dizi, Tohum ve Evren, Yıldızlara Dönüş, Tanrıların Ayak İzleri, Tanrıların Stratejisi, Tanrıların Mucizeleri gibi kitaplarla sürdü. Okuyucuların yanı sıra tüm arkeoloji, tarih, astronomi, dinbilginlerine verdiği derslerle, Taş Devri Bildiğimiz Gibi Değildi ve “Tanrılar Astronotlardan Başkası Değildi” gibi bir başlıkla çevrilebilecek olan The Gods were Astraunots ile noktalanmıştı. Peki, eskiçağ neydi? Uzay yolculuklarının yapıldığı bir dönemdi. Tanrı sandıklarımızın uzay gemilerinden indikleri adından belli.
Benzer biçimde, Dan Brown’ın yapıtları, sarsıcı etkiler yaratmakta. Dan Brown da (Daniken gibi) bilim eğitimi görmemiş “dıştan gazel okuyan” biridir. İngilizce ve İspanyolca eğitimi görmüş, müzik dünyasına geçip kasetler çıkarmış, söz yazarlığı yapmıştır. Şiir yazan roman da yazar düşüncesiyle olmalı (göle maya çalmaya benzer bir tutumla) ilginç tarihsel konularda gerilim romanı yazarlığına geçmiştir.
Bin yılımızın başına doğru Dijital Kale (ing. 1998) ile başladığı yayın yaşamı, Melekler ve Şeytanlar (ing. 2000), İhanet Noktası (ing. 2001) yapıtları izlemiştir. Satışları on binlerin üzerine çıkamazken Da Vinci Kodu (ing. 2003) ile turnayı gözünden vurmuş olur. Yapıt, bir haftada en çok satan kitaplar listesinin tepesine tırmanır. Aynı zamanda daha önce yazdıklarını da listede yanına çağırır.
İlgi avcılığı
Gerek Daniken’in gerek Dan Brown’un ses getiren başarıları neyle açıklanabilir? Birçok şeyle. Bunlardan biri, birinin uzay çağında, ötekinin iletişim çağı ortamında “ilgi avcılığı” yapmalarıdır. Gerçek, bilim, edebiyat tasaları (öyle görünüyor ki) sonradan gelmiştir. Her iki yazarın en sık başvurdukları mantık (nedenlerden sonuca gitme değil) benzetmelerden sonuca atlamaktır. Benzeri bir “benzetme mantığı” ile başarıları şöyle açıklanabilir: Kuş sürüsüne rastlanıp tüfekle ateş açılınca (açıkçası saçmalanınca) saçmalardan birkaçının birkaç kuş indirmesi olasıdır. Bunun için keskin nişancı olmaya gerek yok.
Yazarların bilimsel olmamakla yargılanması kimi okuyuculara ağır gelebilir. Daniken “araştırmacı yazar” olarak değil bilimkurgu yazarı olarak sunulsaydı hiçbir diyeceğimiz olmazdı. Dan Brown hayranları, yapıtların sonuçta “öykü” olduğunu söyleyerek savunma yapabilir. Ancak kitaplarının başında, metinden önce “GERÇEK” başlığıyla koymayı alışkanlık edindiği birer sayfalık açıklamalarında, sözünü ettiği örgütlerin, teknolojilerin, buluşların hatta bazı olayların gerçeğe dayandığı notunu düşmektedir. İnternet sitesinde “yüzde yüz” gerçekler demektedir. Bir televizyon programında (CERN gibi kurumlardan gelen düzeltmelere karşın) ine ine anlattıklarının “yüzde doksan dokuzunun” gerçeğe uyduğunu söyleme noktasına inmiştir. (1)
Bu yazıda her iki yazarın yazdıklarının tarihsel gerçeklere ne derece uygun olduklarını irdelemekten çok toplumsal etkileri ve ideolojik işlevleri üzerinde durulacaktır.
DANİKEN KİMDİ? AMACI NEYDİ?
Erich von Daniken, 1935’te İsviçre’de doğdu. Fribourg St. Michel Koleji’nde okudu. Daha sonra kendini eski dinsel yazıları okuyup incelemeye kaptırdı. Bu yoldaki kültürel birikiminin kendisinin beş yıldızlı bir turistik otelin yöneticiliğine getirilmesinde katkısı bulunabilir. Aynı birikimle, otel yöneticiliği sırasında (1968’de) yazdığı ilk kitabı olan Tanrıların Arabaları, kendisine ün ve para kadar “parlak” (?) bir yazarlık kariyerinin kapılarını açtı.
Daniken’in riskli bir konuda, yıldırımları üzerine çekebilecek bir savı ortaya atmasının nedenleri bulanık. Kutsal kitaplardaki tarihin gerçekliğe uymadığı göstermek istemiş olabilir. İçlerindeki inançların sanıldığı gibi yüce etik değerler içermediğini (dolaylı yoldan) anlatmayı düşünmüş olabilir. Zamanında moda olan “bilimsel kuşkuculuk” ile ezber bozucu sorular sorup ilgileri üzerine çekmeyi amaçlaması da olasıdır. Ya da çok daha yalın ve yakın bir amaçla kumar oynayıp şansını denemiştir. Hangisi ya da hangileri bilemiyoruz. Bilebildiğimiz girişiminin nedenlerinden çok sonuçları ve etkileri.
Daniken’in başarıları!
Tanrıların Arabaları yapıtının ummuş olabileceğinin ötesinde ilgi görmesiyle düşlerinin önü açılmıştı. Dört dili akıcı konuşabilen Daniken, basın, yayın, “aydınlatma” alanında büyük başarılara imza atacaktı. Kitaplarını bu dört dilden yazılmış bilimsel kaynakları inceleyerek yazmaya başlamış olmasından çok, dünyanın dört bir yanına yaptığı gezilerde gördüklerine dayandırdığı anlaşılıyor. Buralardaki kalıntılar ve yapıtlar karşısında duyduğu “hayret” başlıca itici gücü olarak görünüyor. Bu hayretin verdiği gayretle, daha sonra ilgili kaynaklardan istediği bilgileri seçtiğini de görüyoruz.
Hakkını yemeyelim Daniken’in (çoğunu bağlamlarından koparıp, amaçları doğrultusunda ve bilimsel olmayan yöntemlerle eğip bükmüş olsa da) ilgili kaynakları taradığını, bilimsel buluşları izlediğini kabul etmeliyiz. Öyle ki, Kitabı Mukaddes, astronomi, mitoloji, tarih gibi genel kaynaklarla yetinmemiştir. Uzaya, akıllı varlıklardan yanıt alabilir miyiz diye radyo sinyalleri gönderilen 1960 OZMA projesinden başka, 1930’lu yıllarda cansız yaşamdan canlı yaşama geçişin koşullarının araştırıldığı Stanley Miller deneylerinden, 1949 yılında Willard Libby’in geliştirdiği organik yapılı arkeolojik bulguları tarihlendirme yöntemi radyokarbon (C14) tekniğinden, ülkesi İsviçre’de 1954’te, parçacık çarpıştırılarak atomaltı dünyanın araştırılması amacıyla kurulan CERN’den haberlidir. ABD’ye gidip NASA kuruluşlarını gezmiş, yetkililerden bilgi almıştır. (2) Ancak bu girişimlerde üretilen bilimsel bilgilerin savlarını destekleyip desteklemediğini gereğince araştırmış görünmez.
Daniken, her yıl ortalama yüz bin mil (160 bin km) tutan gezilerinde, dünyanın neredeyse görmediği kültür bölgesi bırakmamıştır. Buradaki halkların mitoslarına kulak vermiş (Aryanların Mahabharata, Mayaların Popol vuh yaratılış destanı gibi) yazılı kaynaklarının sayfalarını çevirmiştir. Mısır’da bazı hiyeroglifleri bugünkü dile çevirdiğini söylemektedir. Somut kalıntılarla soyut mitosları, neredeyse dikiş izi bırakmayacak bir beceriyle birleştirmiştir. Onlara dayanarak, mitos ile tarihi aynı ustalıkla birleştiren Kitabı Mukaddes uzmanlarının yorumlarına ve akademik tarihçilerin geleneksel açıklamalarına karşı çıkabilmiştir. O güçle doğa, insanlık ve uygarlık tarihini yeniden kurmaya kalkabilmiştir.
Bu yolda, gezileri sırasında 25 ülkede 3000 konuşma yapmıştır. Bunlardan 500’ünün üniversitelerde yapılmış olması, etkisinin hafife alınmaması gerektiğini göstermektedir. Bu yüksekliğe ulaşan başarılarının kilometre taşları olarak şunlar anılabilir: Tanrıların Arabaları çıkar çıkmaz Almanya’da ve Amerika’da en çok satan kitap olmuştur. Bu sanını çevrildiği 38 ülkede de sürdürmüştür. Çok geçmeden ABD’de “Antik Astronotlar Arayışı” olarak çevrilebilecek televizyon dizisinde savlarına görsellik kazandırması ününü perçinlemiştir. Alman SAT-1 kanalı, 1993’te “Tanrıların Ayak İzleri” başlıklı 25 bölümlük diziyi Daniken’in savlarını ağzından dinleterek yayınlamıştır. Amerikan ABC/Kane kanalı, 1997’de Daniken ile birlikte hazırladığı bir “belgesel” ürünü Discovery Canal yayınlarında göstermiştir. En büyük Alman TV ağı RTL’de dizisini (1996’da) 7,7 milyon kişi izlemiştir. Daniken 2000’li yıllara gelindiğinde bile ABC ve RTL ile benzeri dizileri hazırlayıp yayınlamayı sürdürmekteydi.
Kitapları ise tüm dünyada (2007’ye dek) 32 dilde 63 milyon kopya satmış durumdadır. Elimdeki Tanrıların Arabaları Türkçe çevirisi, 1990 basımlı olup “Erich von Daniken’in araştırması” imzasıyla ve 59. baskı notuyla yapıtlarının ülkemizdeki etkisinin bir örneği olarak gösterilebilir.
Daniken, İsviçre Yazarlar Birliği’nin, Alman Yazarlar Birliği’nin ve dünya yazarlar birliği olan PEN klübün üyesidir. Birçok ödülün ve birkaç bilimsel araştırma kuruluşunun sahibidir. Bolivya devlet üniversitesi kendisine onursal doktora derecesi sunmuştur. Peru’daki İnka ve Nazca bölgesi kentlerince kendisine Huesped Illustre ödülü verilmiştir. Brezilya’dan altından ve platinden yapılma Louvençok Filho ödülünü kazanmıştır. Ödül sunan ülkeler turizm gelirlerini artırma tasası içindeki Güney Amerika ile sınırlı değildir. Almanya’da astronot Ulf Merbold ile Order of Gordon Bleu du Saint Esprit ödülünü bölüşmüştür.
Arkeoloji, Astronomi ve SETİ Araştırmaları Derneği onun tarafından (1998’de) kurulmuştur. Dernek Paleo-SETİ hakkında son araştırmaların sonuçlarını yayınlayan Legendary Times ™ dergisini çıkarmaya başlamıştır. Daniken “Disiplinlerarası Çalışmalar ve Dünya Gizemleri Forumu” çalışmalarına da katılmıştır. İsviçre’de söz konusu gizemlerin tanıtılıp araştırıldığı “Gizemler Parkı” kuruluşunu, dün denecek bir tarihte (2003’te) gerçekleştirmiştir. Ne yazık ki (!) bu parkın yerinde bugün (2006’dan beri) yeller esmektedir. (3)
Tüm bunlar Daniken’in etkisinin çapını, hangi çevrelerde yaygın olduğunu, günümüze denk sürdüğünü göstermektedir. Denebilir ki Daniken bir yol açmış, bir akım yaratmıştır. Bu yolda kendini izleyenler çıkmaktadır. Bunlardan biri (Dan Brown değil) Graham Hancock. İnternetteki “In Search of the Lost Civilization” adlı sitesi ve yaptığı konuşmalarla bu akımın (2007’deki) durumunu sergilemektedir.
DANİKEN’İN SAVI
Tanrı bildiklerimiz aslında uzaylılardı
Homo sapiens Uzaylı-Yer’li melezinin adı
Daniken çok soru sordu. Sorularına çok yanıt buldu. Pek çok suçlamalarda bulundu. Pek çok sav ileri sürdü. Savları, yerkürede Paleolitik kültür yaşanırken, yeryüzüne inen, nereden geldikleri bilinmeyen uzaylıların, insanlığı uygarlığa geçirdikten sonra geldikleri gibi bir bilinmeze çekip gittikleri inancı omurgası çevresinde eklemlenen kaburgalar çatkısının ete kemiğe büründürülmesidir.
Önce meraklılara sorular?
Daniken’in kitaplarında/dizilerinde, kalıntılar, dinsel metinler, buluntular, uygarlıklar ve mitoslar gibi konularla ilgili birçok soru sorulmaktadır. İlk kitabının ilk sorularından biri (bizi yakından ilgilendiren) Piri Reis haritaları hakkında. Topkapı Sarayı’nda, 18. yüzyıl başlarında bulunan haritalar nasıl olur da hava fotoğraflarından yararlanılarak çekilen çağdaş haritalara bu kadar benzer? Ve nasıl oluyor da buzulların altında bulunan, sınırları ancak (1952’de) ses yansıtıcı tekniklerle çizilebilen Antartika kıtası doğru gösterebilir?
Mısır’a geçiyor. Piramitler hakkında onlarca soru: O günün ilkel araçlı Mısırlıları o taşları nasıl taşıyıp üst üste koyabildi? Taşları santimetrenin on binde biri kadar yakınlıkla nasıl birleştirebildi? Keops Piramiti’nin tabanının çevresinin Yer ile Güneş arası uzaklığın milyarda birini tutturması (hiç!) bir rastlantı olabilir mi? Güney Amerika’ya götürüyor. Nazca düzlüklerindeki (içlerinde üç kollu şamdana benzer biçimli ve çağdaş havaalanını andıranı bulunan) şekiller, “tanrılara buraya inin her şey buyurduğunuz gibi çizildi” anlamına gelemez mi? İnka başkenti Cuzco kalıntıları yakınındaki dört katlı ev büyüklüğünde 20 bin ton ağırlığında, üzerinde sarmal şekiller bulunan kayayı oraya kim taşıyabilir. Dahası üzerinde yontulan merdivenlerden anlaşılacağı üzere onu kim ters çevirebilir?
Bunların yanı sıra Daniken, Peru’daki çok yüksek bir ısının etkisiyle camlaşmış kayalardan söz eder. Atom bombası araştırmalarının yapıldığı Nevada’daki eriyip camlaşmış kumlara benzerliğine ilgimizi çeker. Uygarlığın Sümerliler ile birlikte birdenbire doğuşunun kolay kolay açıklanamadığını yazar. Kalıntıları arasında, Ninova’da, değil zamanın araçlarıyla, zamanımızın küçük bilgisayarlarıyla bile hesaplanamayacak 15 basamaklı sayıdan dem vurur. MÖ 82 yapımı metal (dereceli pergel benzeri) aracın, ileri astronomi gözlemlerinde kullanılan bir planetaryum olduğunu söyleyip fotoğrafını ve çizimini verir. İki bin yıl öncesinden kalma kuru pillerin bulunduğunu yazar. Kitabı Mukaddes’deki Sodom ve Gomorra öyküsünden giderek anlatılanların çağdaş bilimle bir türlü anlaşılamadığını ileri sürer.
Sonra bilimden kuşkular
Tüm bunların elimizdeki bilimle yanıtı verilemeyen sorular kümesi oluşturduğunu belirttikten sonra uzaya atlar. Araştırmaların Merih’te sanıldığı gibi yaşamın bulunmadığını ortaya koyduğunu kabul eder. Ama Merih’te donmuş su bulunmuştur. Bu da orada bir zamanlar yaşamın, hatta akıllı canlıların bulunmuş olabileceğini gösterir. Merihliler bir çevre yıkımı ya da saldırı sonucu gezegenlerini uzayda tutunabilecekleri bir yer aramak üzere boşaltmış olabilirler. Gezegenimizdeki açıklanamayan sorularla Merih’te olmuş olabilecekleri birleştirirseniz geride geçerli tek bir varsayım kalmıştır: Uzaylıların ziyareti. Böyle bir geçmişten, geçmişi doğru anlatmaktan çıkarılacak bir ders vardır. Merihliler gibi bir gün uzayda yaşanacak gezegen aramak zorunda kalabiliriz. Öyleyse dogmatik tarih bilgilerimizi bırakıp geçmişimizi doğru araştırmalıyız. Uzay araştırmalarına önem verip geleceğimizi uzayda aramalıyız.
Burada metodolojik bir eleştiriyi (yeri gelmemiş olsa bile) yapmadan edemeyeceğim. Daniken, uygarlığımızın bir genel yıkımdan beş bin yıl sonra, kendini yeniden toplarken 7000 yılının çevirmenlerinin Marx’ın ve Lenin’in nutuklarını ele geçirince, geçmişin anlaşılmaz çağının dinlerinden birinin iki yüksek papazını ortaya çıkardıklarını sanarak sevinecekleri varsayımını geliştirir. Bununla aklınca bir taşla üç kuş vurup, hem Marx’ı, hem günümüzün eskiçağı yanlış yansıtan geleneksel tarihçilerini eleştirmektedir. Hem de bir yıkıma karşı hazırlıklı olmamız gerektiği yolundaki görüşlerini desteklemiş olmaktadır. Bunun yerine Marx’ın “insanlık gündemine (çözemeyeceklerini değil) ancak çözebileceği sorunlarını koyar” sözüne kulak verseydi iyi olurdu.
Daniken, yukarıda örnekleri verilen sorularıyla ilgili konularda, arkeolojide, tarihte ve öteki bilgi dallarında getirilmiş çözümleri, geliştirilmiş yanıtları (birkaç çömlek kırığıyla anıtsal yapıları birleştiriverme kolaylığına kaçılmış yanıtlar olarak suçlama örneğindeki gibi) elinin tersiyle bir kıyıya itivermektedir.
Varılacak kaçınılmaz sonuç: Uzaylıların işleri
“Geriye tek varsayım kalmıştır: Uzaylıların ziyareti” sonucuna ulaşan Daniken, varsayımını işleyip geliştirmeye geçer: “Erken Paleolitik” çağda (40-10 bin yıl öncelerinde) uzaylıların dünyamıza geldikleri savındayım. Kimler olup hangi gezegenden geldiklerini daha bilmiyorum. O çağda yaşayan insansı yaratıkları nükleer silahlarla kitlesel çapta yok ettiklerine, belki de ilk Homo sapiens’i üretip yeniden geleceklerini söyleyerek çekip gittiklerine kesinlikle inanıyorum.
Daniken uzaylıların, dinsel metinlerde sözü edilen devler (nefilim) olabileceklerini ekler. Seçkin yerlilerle çiftleşerek, ortaya çıkan melez türe yarayacak ileri bilgilerle donattıklarını düşünür. Homo sapiens’e dek birkaç deneme yapıp, başarısızları nükleer bombalarla yok ederek birkaç deneme yapmış olabileceklerini de düşler. Burada da “insanın organik evrimiyle ilgili açıklamalarını beğenmeyip, örneğin sıradan bir biyoloji öğretmenine danışsaydı böyle bir savı hiçbir zaman öne süremezdi” demekten kendimi alamayacağım. Çünkü karşılaştırmalı zooloji ve evrim biyolojisi, her türün belli bir ekolojide biçimlendiğini ortaya koymuştur. Orada çoğalıp farklı çevrelere yayılınca popülasyonlarının gen havuzunda gerçekleşen mutasyonlar sonucunda, bazı genlerin sıklıklarının (öteki çevrelerdeki popülasyonlarınkine göre) artmasıyla (örneğin deri rengini denetleyen genlerin pigment oranını azaltması ya da arttırmasıyla) “ırklaşma” görülür. Aynı türün ırkları arasında genetik engel yoktur. Çiftleşip melez döller edinebilirler. Genlerini birbirlerinin popülasyonuna geçirerek gen alışverişi yapabilirler. Irklaşma ne zaman ki (bir popülasyonun coğrafi ya da genetik yalıtlanma sonucunda) öteki popülasyonlarla gen alışverişi yapamayacak derecede farklılaşır, işte o zaman ortaya yeni bir tür çıkmış demektir. At ile eşeğin atalarının ortak olmasına karşın çiftleşmemeleri, çiftleştirildiklerinde bile çiftleşemeyen katırların doğması bu olgunun en çarpıcı örneğidir. Nerde kaldı uzayda biçimlenmiş bir (dev) türün Yeryüzü türleriyle çiftleşip yeni bir tür yaratması?
Homo sapiens’in organik evrimi sorununu çözdüğüne inanan Daniken’in insanlığın kültürel evrimi konusunda da uzmanlara parmak ısırtacak açıklamaları (savları) vardır: Uzaydan arabalarla (yani uzay gemileriyle) inenleri gören Yer’lilerin ilk yapacakları şey, yerlere kapanıp yüzlerini gizlemek olurdu. Aya, Güneşe tapınma düzeyindeki bu kimseler, tanrılarının gökten yere indiklerini sanacaklardı. İnenler onların bu yanılgısından yararlanarak, götürebilecekleri uranyum gibi cevherleri arayacaklardı. Ararken Yer’lileri (Daniken’in değil benim adlandırmam) uygarlaştıracak bilgiler ve tekniklerle (örneğin astronomi bilgileriyle, taş kaldırma teknikleriyle) donatacaklardı. İnsanlığın birdenbire (?) uygarlığa geçişi böyle olmuştu. O çağın insanlarından beklenemeyecek bilgiler böyle edinilmişti. “Akıllara durgunluk veren” yapılar, yapıtlar böyle üretilmişti.
Lahana turşusu: Parapsikolojik inançlar
Bilimsel kuşkuculuğunu, ortalıkta elle tutulur bilim bırakmama derecesinde yücelten Daniken’in bazı bilgilere hiç kuşku duymadan inanması şaşırtıcı. Hazır, yaygın bilimsel astronomi, arkeoloji, tarih bilgilerine kuşkuyla yaklaşılmasını öneren Daniken, UFO’ların varlığı ile ilgili yazılanlardan kuşku duymamaktadır. Anlaşılan uzaydan, geçmişte uzaylıların gemileri gelmişse zamanında UFO’ların gelmemesi için hiçbir nedenin bulunmadığını düşünmektedir. Uzaydan, elimizdeki dinleme araçlarıyla bile algılayamadığımız mesajlar geliyor olabilir. Bunu olanaklı gördüğü, aktardığı “Cayce Olayı” olarak adlandırılabilecek örnekle parapsikolojiye inancından çıkarılabilir:
Aktardığına göre, 1940’larda, Kentucky’li bir çiftçinin Edgar Cayce adlı oğlu genç yaşta hastalanmıştır. Doktorlar hastalığını ne anlayabilmekte ne iyileştirebilmektedir. Her kasına kramplar girmekte, yüksek ateşler içinde yanmaktadır. Doktorlar (hep öyle denir) aciz kalmıştır. Derken delikanlı birdenbire yüksek sesle ve açık seçik sözlerle konuşmaya başlar. Neden hastalandığını açıklar. Nasıl iyileştirileceğini söyler. İyileşebilmesi için istediği otların bulunup ezilerek hazırlanacak lapanın belkemiğine sürülmesi gerekmektedir.
İş burada kalsa iyi. Bu kez arkadaşı hastalanır. Daha önce bilmediği, duymadığı Latince adlarıyla söylediği ilaçlarla bir reçete verir. Arkadaşı da iyileşir. Haydi bakalım bunu nasıl açıklarsınız. Kendisinin hastalandığında, kimileri, komadayken konuşmuş olmasına bakıp ipnotize olduğunu söylemişlerdir. Amerikan Doktorları Birliği’nin kurduğu bir inceleme kurulu, söz konusu bilgileri komada değil, uykudayken edindiğini saptar. Durumun açıklanmasında ipnotizma yoksa geriye tek seçenek kalmaktadır: Cayce’nin beyni başka beyinlerle bağlantı kurmaktadır. Böyle bir açıklama üzerine hastalar evine akmaya başlar. Bir kuruş almadan, hepsinin tanısını koyup hepsini iyileştirir. Bunu nasıl başarabildiğini soran doktorlara şu yanıtı verir: “İstediğim beyinle ilişki kurabiliyorum”. Söylediğine göre, önce hastanın beyni Cayce’in beynine hastalığın ne olduğunu bildirmektedir. Çünkü beyin bedeninde neyin eksik olduğunu bilir? Sonra dünya üzerinde o hastalığın iyileştirilmesi için ne yapılması gerektiğini bilen beyin aranmaktadır. İnsanın “oldu olacak, madem ikisiyle de bağlantı kurabiliyorsun, hastanın beynini ustaya bağlayıp aradan çık ki zaman yitirilmesin” diyesi geliyor. Çünkü Cayce’nin savı, insan beyninin bütün beyinlerin oluşturduğu bütünün bir parçası olduğudur. Benzeri bir görüşün, Dan Brown’ın Melekler ve Şeytanlar yapıtında “bağlantı fiziği” adı altında ileri sürüldüğünü göreceğiz.
DAN BROWN KİMDİR?
Dan Brown, kilisede org çalan profesyonel müzikçi bir anne ile yazdığı matematik ders kitabı ödül kazanmış bir lise öğretmeni babanın oğlu olarak 1964’te doğdu. Önce özel okullarda sonra ünlü Phillips Exeter Akademisi’nde yatılı okudu. İngiliz ve İspanyol dilleri eğitimi aldığı Amherst Koleji’ni 1986’da bitirdi.
Arayış içinde oluşu
Önce (annesinin etkisi sonucu olmalı) müzik dünyasına atıldı. Çocuklar için kasetler çıkardı. Kendi müzik şirketini (1993’te) kurup yetişkinler için müzik yapmaya geçti. Piyano çaldı, müzik parçaları sözleri yazdı. Bu ara İngilizce ve İspanyolca öğretmenliği de yaptı. Kendi müzik parçalarını topladığı Dan Brown CD’sini (1993’te) çıkardı. Tüm bunlar ve daha sonraki etkinlikleri onun bir arayış içinde olduğunu göstermektedir.
Daha sonra adını kitabına da vereceği Angels and Demons adlı müzik CD’sini (1994’te) çıkardı. İçinde dinsel müzik parçaları da bulunmaktaydı. Bu ürününde olduğu gibi ötekilerde de eşinin, kendisini yüreklendirip desteklemekten öte katkılarının bulunduğunu kendisi söylüyor. Gerçekten, yazarlığa başladıktan sonra eşi ile birlikte yazdığı ama kendisi için Danielle Brown (bayan) takma adını kullandığı 187 Men to Avoid: A Guide for the Romantically Frustrated Women (Kaçınılması Gereken 187 Erkek: Düş Kırıklığına Uğramış Romantik Kadın İçin Rehber) adlı güldürü yapıtında bu katkının niteliği ortaya dökülmüş bulunmaktadır. Kısacası, yazdığı gerilim romanlarında da (sanat tarihçisi dediği) eşinin büyük katkılarda bulunduğunu kabul etmektedir. Bu kitaplardaki din-bilim tartışmalarında eşinin, annesinin ve babasının etkilerinin yönünü ve derecesini bilmiyorum.
Sidney Sheldon’un The Doomsday Conspiracy adlı gerilim romanını (1994’te) okuyunca, ondan daha iyisini yazabileceği düşüncesine kapıldı. Bu düşüncesini gerçekleştirme yolunda, müziği, öğretmenliği bırakıp tam zamanlı yazarlığa ve romanı için malzeme toplamaya başladı. Melekler ve Şeytanlar kitabındaki “Teşekkür” sayfasından anlaşıldığına göre, Vatikan’a gidip Papa ile görüştü. Müzesini, elyazmalarını, sanat yapıtlarını inceledi. Papalık Bilim Akademisi’nde görüşmeler yaptı. İsviçre’ye gidip (Daniken gibi) CERN yetkililerinden bilgi aldı. Amerikan Bilim Adamları Federasyonu üyeleriyle görüştü. Mason örgütlerinden bilgi aldı. Kongre kitaplığında ve çeşitli üniversite kitaplıklarında uzun çalışmalar yaptığı, notlar aldığı anlaşılıyor. (4)
Böyle bir birikimi, bir yandan incelemelerini sürdürürken, hemen hemen iki yılda bir yayınlanan tarihsel konulu gerilim romanlarının yayını izledi. İlk kitabı Dijital Kale 1998’de yayınlandı. Onu (2000’de) Melekler ve Şeytanlar izledi. İhanet Noktası 2001’de yayınlandı.
Bu üç yapıtında (onar binin üzerine çıkamayan satışlarıyla) büyük bir başarı kazandığı söylenemez. Ancak Da Vinci Kodu adlı yapıtının 2004’te yayınlanmasıyla şansı açıldı. Popüler bir kişi, çoksatar (İng. bestseller) kitaplar yazarı oldu.
Başarıları – başarısızlıkları
Birileri “yürü ya kulum” demiş gibi, daha önce fazla ilgi çekmeyen yapıtları da çoksatar listesine girdi. Da Vinci Kodu, basılışının ilk haftasında, en çok satan kitaplar listesinin başına geçti. Bunda yapılan reklamın etkisinin olup olmadığını bilmiyorum. Ama üç yıl geçmeden (2006’da) tüm dünyada 60 milyondan fazla satılmış bulunuyordu. Bununla, tüm zamanların en çok satılan (basılan değil, o Kitabı Mukaddes’in rekoru) kitabı olmuştu.
Time dergisi (2005’te) Brown’ı (konumuz açısından önemli sayılabilecek bir saptamayla) yılın en etkili 100 kişisi listesine aldı. Forbes, aynı yılın 100 ünlüsü listesinde on ikinciliğe yerleştirip, yıllık gelirinin 75 milyon doları aştığını hesapladı. The Times yalnızca Da Vinci Kodu kitabının kendisine 250 milyon dolar kazandırdığını yazdı.
Bu kitap (2006’da) Columbia Pictures tarafından filme çekildi. Yönetmenliğini Ron Howard yaptı. Ancak Cannes Festivali’nde olumlu eleştiriler alamadı. Daha sonra, yılın en kötü filmleri listesinde ikinciliği alabildi! Melekler ve Şeytanlar aynı yönetmen ve aynı başrol oyuncusu (Tom Hanks) ile çekilmektedir. Müjdeler olsun 2009’un 15 Mayıs’ında gösterime girecekmiş.
Kitabından çekilen filmin eleştirmenlerce beğenilmemesi yanı sıra, kitabının edebiyat eleştirmenlerince yerilmesi canını sıkmış olmalı. Gerçekten onlardan biri G. K. Pullum, “edebiyat tarihinin yazılmış en kötü düzyazı örneği” dedi. (5) Bunlar ve hakkında açılan üç “çalıntı” davası (ikisini davacılar yitirmiş olsa da üçüncüsünün sürüyor olması) başarılarını gölgeleyen olaylar sayılabilir.
Aynı konuyu daha önce işlemiş olan The Da Vinci Legacy (Da Vinci Mirası, 1983) ve The Daughter of God (İsa’nın Kızı, 2000) adlı romanların yazarı Lewis Perdue (2005’te) Brown’un yapıtının kendisininkine benzediği savıyla dava açtı. Yargıç, “ Da Vinci Kodu’nun İsa’nın Kızı yapıtına benzediği sonucuna, uzman olmayan aklı başında bir gözlemci varmaz” gerekçesiyle, savı kabul etmedi. Hakkında bundan daha önemli dava 2007’de açıldı. M. Baigent, R. Leigh ve H. Lincoln, Holy Blood, Holy Grail (Kutsal Soy, Kutsal Kâse) adlı (1982 tarihli) ortak imzalı yapıtlarından önemli temaların çalınıp kaynak gösterilmediğini ileri sürdüler.
Bu kez söz konusu yapıtın roman olmaması (araştırma olması) kurtardı Brown’ı. Romancıların tarih kitapları gibi kaynaklardan bazı bilgileri alıp işlemelerinin yerleşmiş bir gelenek olduğu görüşü yardımına yetişmişti.
KİMLER MELEK KİMLER ŞEYTAN?
Da Vinci Kodu içinde ve Brown’ın onu yazarken yararlandığı (Kitabı Mukaddes’e alınmayan ilk Hıristiyanlık metinlerinden tutun, hakkında dava açan yazarların kitaplarına dek uzanan) yapıtlarda işlenen tartışma yaratan konu, İsa’nın Mecdeli Meryem’den bir çocuğunun olup olmadığı, soyunun sürdürülüp günümüze dek gelip gelmediği sorunudur. Bunun, Hıristiyan dünyası için, İsa’nın vekilliği, Katolik Kilisesi ve Papalık hakkında sonuçları olacaktır. Böyle bir tartışmanın İslam ülkelerinin okurları için hiçbir önemi yoktur. Ama Hıristiyanlık dünyası için, İslam’da Muhammed’in vekilliğinin (halifeliğin) oğlu olmadığı için kızı Fatma kanalıyla Ali’ye geçmesinin gerekip gerekmediği tartışmasının yarattığı Sünni- Alevi bölünmesi (ya da bölünmenin yarattığı tartışma) benzeri bir öneme sahiptir. (6)
Melekler ve Şeytanlar yapıtında Katolik kilisesi hakkında ileri sürülen savlar da daha çok Hıristiyanlığı ilgilendirir. Ama onun yanı sıra, Katolik kilisesi (Papalık) ile İlluminati adında gizli bilginler derneğinin sürtüşmesi dolayımıyla işlenen din-bilim ilişkisi Müslüman ülkeleri ve toplumumuzun okuryazarlarını da ilgilendirecektir. Bu nedenle daha fazla Dan Brown’ın bu yapıtı üzerinde durulacaktır.
Kurgu: CERN-Vatikan çatışması mı?
Melekler ve Şeytanlar yapıtının kurgusu özetle şöyledir. İsviçre’deki CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) yöneticisi bir gece yarısı ABD Harward Üniversitesi din tarihi profesörü ve dinsel simgeler uzmanı olan kişiyi arar. Kendisinden, hem din adamı hem fizik bilgini olan bir çalışanın öldürülmeden önce göğsüne kızgın metal damgayla basılan şeklin anlamının çözülmesinde yardımcı olmasını ister. Langdon şeklin “İlluminati” sözcüğü olduğunu okuyunca inanamaz. Çünkü söz konusu şekil, Rönesans döneminde, Katolik kilisesi tarafından, buluşları ve kuramları Hıristiyan inançlarını sarsar diye kovuşturulan bilimcilerin kurduğu gizli derneğin adıdır. Ancak İlluminati’nin, son yarım yüzyıldır hiçbir etkinliğinden söz edilmeyişine bakılarak tarihe karıştığı bilinmektedir. (7) Öyleyse bu işi yapanlar kim?
Çok geçmeden, dinci-fizikçinin öldürülmesiyle yetinilmeyip onun (CERN’in başkanından bile gizleyerek) ürettiği karşımadde kutusunun da çalındığı anlaşılır. Çalınan karşımadde, maddeyle en küçük dokunuşunda Vatikan sarayını, geride derin bir çukur açarak yok edebilecek kadar büyük bir enerjiyi açığa çıkaracaktır. Maddeyle birleşmesini engelleyen düzenek ise, tüm çeperlerine döşenen manyetik alan yaratıcı elektrik akımının (mıknatısların) çeyrek gramlık karşımaddeyi kutunun ortasında askıda tutmasıdır. Ancak, çalınırken fişinden çekilen kutuda, bir güvenlik önlemi olarak yerleştirilmiş yedek batarya 24 saatliktir. Fişten çekilir çekilmez geri sayım başlamıştır. İlgililerin elinde, kutunun bulunup yeniden fişe takılabilmesi için 24 saat vardır. Tüm olaylar 575 sayfa boyunca bu 24 saat içinde gelişip sonuçlanacaktır.
Dinci- fizikçinin (papazken) evlatlık edindiği kızı da CERN’de çalışan ve karşımaddenin üretilmesinde yardımcı olan bir bilgindir. Babasının karşımaddeyi bilimin Tanrı ile insan arasındaki bağı kuracağı inancıyla ürettiğini söyler. Çalınan karşımaddenin Vatikan’a götürüldüğünün ortaya çıkması üzerine öldürülen bilginin kızı ve profesör, CERN’in sesten 15 kat hızlı (15 Mach) uçağıyla Vatikan’a yollanır. O sırada Papa ölmüş ve kardinaller yeni papayı seçmeleri için çağrılmıştır. Ancak, papa adayı dört kardinalin de karşımaddeyi çalan, İlluminati başkanı için çalışan (ve Hıristiyanlardan Haçlı akınları sırasında öldürdükleri İslamların öcünü almak için yanıp tutuşan) bir Ortadoğulu suikastçı Haşhaşiyyun (8) tarafından kaçırıldığı anlaşılır.
Hem karşımaddenin hem kardinallerin aranmaları sırasında kardinaller bir bir öldürülmektedir. Son saate girildiğinde, yeni papa seçilene dek işlere bakan Papalık kâhyası, o zamana dek yürüttüğü aramalara doğrudan katılır. Karşımaddeyi St. Petrus’un mezarı üzerinde bulur. Yerini kendisine görünen Tanrının bildirdiğini ileri sürmektedir.
Aslında ortalıkta İlluminati diye bir örgütün bulunmadığı anlaşılır. Haşhaşiyyun’u kâhyanın kiraladığı ortaya çıkar. Evlatlığı olduğu Papayı da onun zehirlediği, öteki adayları öldürtüp, kutuyu bulmasının ve Vatikan’ı kurtarmasının ödülü olarak papa seçilmeyi planladığı ortaya çıkar.
Kâhya karşımaddeyi helikopterle Vatikan’ın üzerinde olabildiğince yükseğe çıkardıktan sonra paraşütle atlar. Bir kahraman olarak Vatikan’a iner. Karşımadde, 24 saat dolunca havada patlar. Kâhya tam papa seçilecekken, Vatikan’a gelen CERN başkanı, yanında, dinci-fizikçinin buluşunun ahlaka uygun olup olmadığına karar verebilmek, ona göre açıklayıp açıklamamaya karar vermek üzere Papa’yla ve kâhyasıyla görüştüğünün ortaya çıktığı bilgisini ve belgesini getirmiştir. Bu durumda, Papa da öldüğüne göre, karşımaddenin varlığından (evlatlığından başka) haberli tek kişinin, dolayısıyla onu çaldıranın kâhya olduğu ortaya çıkar.
Son perdede, kâhyanın, terörcü bir saldırıda ölen kadının oğlu olup, papa olacak papaz tarafından evlatlık edinilip yetiştirildiği anlatılır.
Kâhya, babası kadar sevdiği Papa’nın bir çocuğu olduğunu öğrenince, “Tanrı’ya verdiği bekârlık sözü”ne ihanet ettiği düşüncesiyle dünyası yıkılıp onu öldürmüştür. En yaşlı kardinal kâhyaya Papa’nın bir çocuğu olduğunu doğrular. Hatta bu çocuğun kendisi olduğunu açıklar. Ama söylediğine göre Papa yine de günah işlememiştir. Çünkü çocuğu âşık olduğu bir rahibeden cinsel ilişkiye girmeden yapay döllenme (tüp bebek-IVF) yoluyla edinmiştir. Bu yüzden, ölmeden önce kendisine bu olanağı sağlayan bilimsel araştırmalara (CERN’e) para yardımıyla borcunu ödemek istemiştir. Bunu da kâhyasına söylemiştir. Kâhya ise Hıristiyan ahlak akidesini bilimin (dolayısıyla bilimcinin) değil kilisenin (dolayısıyla din adamlarının) saptayacağı inancındadır. Bu yüzden karşımaddenin varlığından rahatsız olmuştur. Bu gücü bilginlerin elinden alıp yok etme planını yüzüne gözüne bulaştırmıştır. Yaptıklarının yanlışlığını öğrendiğinde büyük üzüntüye kapılan kâhya dinci, kendini Vatikan’ı aydınlatan kandillerin kokulu yağıyla ıslatıp yakar.
TARTIŞMALAR: DİNCİLER İLE BİLİMCİLER ARASINDA
Dan Brown, Melekler ve Şeytanlar gerilim (İng. thriller) romanına iyilik güçleri ile kötülük güçlerinin sözcülüğünü yapan kahramanlar yerleştirmiştir. Melekler arasında Harvard’lı dinsel simgebilim profesörü, CERN bilimcileri, Papa ve bazı kardinaller bulunmaktadır. Şeytanı, Ortadoğulu kiralık katil bir Haşhaşiyyun temsil etmektedir. İyilik yapma yolunda duyduğu büyük tutkunun etkisiyle çok büyük kötülükler yapan Papalık kâhyası da “şer güçleri” arasına konabilir. İlk bölümlerde kuşkuları üzerine çeken (geçmişin aydınlarından ve bilimcilerinden oluşan) İlluminati adı paravan olarak kullanıldığından, kamplardan hiçbirine konamaz.
Yazar gerilim romanını, işlenen cinayetler yanı sıra, tartışmaların şiddetiyle daha da germek istemiştir. Bu amaçla hazırladığı diyaloglarda, üniversite, Vatikan ile CERN gibi kurumlardan oldukları belirtilen din bilginlerini ve doğa bilimcilerini görevlendirmiştir. Bu kimseler (yazarın taslağında öyle sınıflandırıp sınıflandırmadığını bilmeden) bilimin savunucuları, dinin savunucuları ve “arabulucular” olarak gruplandırılabilir. Aslında Brown, tarihteki ve günümüzdeki din-bilim sürtüşmesinde ileri sürülen görüşleri dengeli, oranlı bir biçimde dillendirmek istemiş görünür. Bu durumda onları savunan kişileri belirtmekten çok, “bilimcilerin savları”, “dincilerin savları” ve “din ile bilimi uzlaştırma çabası” olarak sınıflandırıp özetlemek daha uygun olacak.
Bilimcilerin savları
Dinsel kurumlarla bilim kurumlarının, din adamlarıyla bilimcilerin arasında başlangıçtan beri görülen kavganın günümüzde de sürdüğü birkaç yerde belirtiliyor. Bilimden yana, dine karşı savları daha çok, yazarca CERN başkanlığına atanmış olan kişi dile getiriyor. Ama onun görüşleriyle sınırlı tutulmayan söz konusu savlar özetle şöyle sıralanabilir:
Bir zamanlar tüm sorunlar tinsel (ruhani) idi. Bilimin açıklayamadığı boşlukların doldurulması için dine başvuruldu. Örneğin yersarsıntılarının tanrıların öfkesinin ürünü olduğu söylendi. Bilim artık bu tanrıların birer put (idol) olduğunu kanıtlamış bulunuyor. Günümüzde insanın aklına takılan hemen her soruya yanıt verebiliyor. Geriye birkaç soru kaldı: Nerden geldik? Burada ne yapıyoruz? Yaşamın ve evrenin anlamı ne?
Kilise artık bilim adamlarını yakmıyor olabilir. Ama bilim-din savaşı bugün de sürüyor. Bunun göstergesi, ABD’deki okulların yarısında evrimin öğretilmesine izin verilmemesi. Harvard Üniversitesi’nde başlatılan (CERN benzeri) dünyanın en güçlü parçacık çarpıştırıcısı projesinin iki milyar dolar yatırılmış olmasına karşın, “kahrolası İncil bağımlısı” Hıristiyan koalisyonu çabalarıyla Senato’da çöp sepetine atılması.
CERN gibi bilim kurumları içinde bile dinsel inançları desteklemek için analitik fizikten yararlanmaya kalkanlar var. Bilim ile Tanrıyı bir araya getirme çabaları var. Bunlar bilime ihanettir. Çünkü yoktan yaratma (bilimin “hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmaz” ilkesi uyarınca) çağdaş fiziğin kurallarına aykırıdır. Bu bakımdan (Kitabı Mukaddes’in ilk bölümü, Tanrı’nın ışığı, doğayı, canlıları ve insanı yaratışının anlatıldığı) “Tekvin”, bilimsel açıdan saçmadır.
Gerçekten, söylendiği gibi “gücü her şeye yeten (kadiri mutlak) ve insanların iyiliğini isteyen (hayırhah) bir yaratıcı varsa, neden dünyadaki tüm bu acıları (açlığı, savaşları, hastalıkları) önlemiyor, önleyemiyor?
Ayrıca, geçmişte kilise, haçlı akınları sırasında binlerce Müslümanı öldürtmüştür. Kilisenin yerodaklı kuramına karşı gerçekliği daha doğru yansıtan gökodaklı kuramı geliştiren gökbilimci Copernicus’u öldürmüştür. 1688’de dört İlluminati üyesi bilgini, göğüslerine kızgın demirle haç işareti damgaladıktan sonra, öldürüp (ibret olsun diye) Roma sokaklarına atmıştır.
Dine, Tanrıya, tanrının mucizelerine inanan anababalar (yaşamını, bir kadının yumuşak tenine dokunamadan tekerlekli sandalyede tüketmek zorunda bırakılan CERN başkanına yüklenen örnekle) bilime (doktora, ilaca) başvurmak yerine, Tanrıdan bir mucize ve şifa beklemeleri sonucu kim bilir kaç çocuğun geleceğini karartmıştır.
Vatikan’ın mide bulandıran varsıllıkları, biriktirilmesi yerine bilimsel araştırmalarda kullanılsaydı (Örneğin Vatikan Belvedere Avlusu’ndaki altın kaplama bir yıllık kanser araştırmalarının giderlerini karşılayarak) bilimin gelişmesine büyük katkılar sağlardı.
Dincilerin savları
“Büyük Patlama” kuramı (Edwin Hubble’dan iki yıl önce) bir papaz olan Georges Lamaitre (dolayısıyla kilise) tarafından (1927’de) ileri sürülmüştür. Bilimin onunla ilgili açıklamalarında, zamanın sıfır noktasına gelinip durulmaktadır. Patlama öncesinde ne olduğu, patlamanın neden olduğu açıklanamamaktadır. Burada doyurucu açıklamayı, onun Tanrı’nın bir yaratış eylemi olduğunu (ve bu eylemin Kitabı Mukaddes’in başındaki yaratılış betimlemesine uyduğunu) söyleyerek dinciler yapmaktadır.
Her şeye gücü yeten ve iyi kalpli tanrının (yukarıda sorulan soruya yanıt olarak) dünyadaki acılara ve kötülüklere karışmamasının nedenini, din savunucusu (nedense “hesabını öte dünyada soracak” demeyip) baba-oğul ilişkisi örneğinden giderek, “insana yaşamdan kendisinin ders çıkarmasına fırsat verilmesi” ile açıklıyor (bu çok acımasız, çok pahalı bir ders ücreti olmaz mı diye düşünüyorsanız, buna verilecek yanıt da hazır). İnsan aklı Tanrı’nın bazı işlerinin nedenini kavrayabilecek güçte değildir.
Dincilerin söyledikleri bu tür birkaç savunma dışında (en iyi savunma saldırıdır anlayışıyla olacak) savları çoğunlukla bilime saldırılardan oluşuyor. Daha çok yeni papa seçilene kadar Vatikan işlerini yürüten papa kâhyasına (“Camerlengo” denen din adamına) söylettirilen görüşler şöyle:
Gazeteler her gün bilimin mucizelerini duyuruyor. Din-bilim kavgasını bilim kazanmak üzere. Bilim, yeni tanrı yapılıyor. Buna izleyici kalınamaz. İnsanları yeniden dine, Tanrıya döndürmenin bir yolunu bulmalı; çünkü bilim, onu kullananın ruhuna bağlı olarak, yaşatabildiği gibi öldürebiliyor. Bunun nedeni, bilimin, gücünü insanların iyiliğine kullanılmasını sağlayacak bir rehbere (ahlaka) sahip olmamasıdır. Bu yüzden bilim insanlığın kurtarıcısı olamaz, onu batırır.
Bilimin kutsal saydığı hiçbir şey yoktur. Örneğin fetüsleri (“bir deney faresi gibi” diyebiliriz) kullanmaktadır. Açıklamadığım bir şey bırakmayacağım derken, önümüze gizemsiz bir dünya sunmaktadır. İnsanlarda tinsel bir boşluk yaratmaktadır. Bizden daha büyük bir varlığa güvenimizi yitirdiğimizde sorumluluk duygumuz da yok olacaktır.
Bilim tanrı yerine konulmak isteniyor. Bu yolda insanın kendi genleriyle oynamaya, kendi DNA’mızı yeniden dizmeye kalkmasına (biyoteknoloji karşıtı dincilerin kavramıyla söylenirse “tanrı rolü oynama” girişimine) izleyici kalınamaz. (9)
Din ile bilimi uzlaştırma çabası
Kitapta, din ile bilim arasında (nostaljik sol terminoloji kullanılarak denebilir ki) uzlaşmaz çelişkinin bulunmadığı görüşü savunulmaktadır. Görüş, daha çok CERN’in fizikçi bilginleri oldukları söylenen biri erkek biri kadın iki çalışanının ağzından dile getirilmektedir. Erkek olanı papaz geçmişli, kadın (anlaşılan) feministtir. Ortak yanları, din ile bilimin birbirlerini tamamlayacakları görüşleridir. Bunun yanı sıra, bu amaçlarına hizmet edeceğini düşündüklerini “karşımadde” üretmeye kalkmış olmalarıdır. Söz konusu görüşleri ve çabaları ilginç:
Tanrıyı aramanın bir yolu dinden geçiyorsa bir yolu da laboratuvardan (yani bilimden) geçmektedir. Çünkü fizik bize tanrının doğa yasalarını gösterir. Çevremizi saran doğanın düzeyinde tanrının (yaratıcı) el yazısı görülebilir. Bu bakımdan, çağımızın kuşkucu insanına, bilim yoluyla tanrının varlığı kanıtlanmalıdır. Romanın kahramanlarının “Yeni Fizik” adını verdikleri bu araştırmalar, bilim ile dini kaynaştıracaktır. Kahramanlar, onun bir dalı olduğu anlaşılan “bağlantı fiziği” dedikleri alanda, bütün insanları birleştiren yeni bir enerji gücünün varlığını kanıtlamışlardı (Burada Daniken’in parapsikolojik inançlarıyla birleşilmektedir). Bunun anlamı, bir insanın moleküllerinin, bağımsız olmayıp, öteki insanların molekülleriyle bağlantılı bulunmasıdır. Yalnız insanların değil öteki canlıların da böyle bağlantı içinde birlik oluşturdukları (bir sürü denizanasının, tek bir beyne sahipmiş gibi, yetkin bir ritim ile aynı anda açılıp kapanmalarından da) anlaşılıyor. Bunun anlamı ise, Tanrı ile insan arasında tanrısal bir iletişimin bulunacağıdır. Dahası, Tanrı gökte aranmamalıdır (“çünkü orada bulunamıyordu” diye ekleyelim); fakat insanın içinde aranmalıydı. Çünkü Tanrı sinir sistemimizin nöronlarının bileşimlerinde ve kalplerimizde akan enerji idi. Böyle bir kuram, kapıyı (okuyucunun da gözden kaçırmamış olacağı gibi), panteizmden enel hak’çılığa, metafizikten parapsikolojiye, telepatiden sallapatiye dek çok çeşitli görüşlere (aralamak şöyle dursun) ardına kadar açacaktı. Ortada Daniken’in aktardığı “Layce Olayı” benzeri bir durum var. O zaman, “Yeni Fizik” denen şeyin, enerji giydirilmiş eski metafizik olduğu söylenebilir.
Din ile bilimi birleştireceği söylenen bir başka buluş (belki de aynı buluşun başka adı) maddesel niteliği olmayan “Z parçacığı” (hem parçacık hem de maddesiz olandan söz etmek biraz çelişki olmaz mı?). Bu, ışık fotonu değil salt ışıktır. Maddesiz bir ışık bulunduğuna göre maddesiz bir yaratıcının varlığına kim karşı çıkabilir ki?
Aynı konuda bir başka “bilimsel” kanıt, enerjinin maddeye dönüşmesidir. Büyük Patlama’da olduğu gibi Kitabı Mukaddes’te anlatılan Yaratılış’ta belirtilen de budur. Hatırlayınız Rab ne buyurdu: Önce “ışık” olsun. (10) Önce ışık oldu, maddesel varlıklar sonra geldi. Öyle ki, varlıkların varoluş sırası bile evrim (bilim) kuramına göredir: Cansız maddeler, bitkiler, hayvanlar ve en sonunda insan (“ama bunlar 6 günde üstelik yetkin biçimleriyle görünmüşler” diyorsanız, o kadar kusur kadı kızında da bulunur). Üstelik varlıkların (Adem ile Havva gibi) çift çift yaratıldığı yazılı değil mi? Fizik de aynı şeyi, evrende varlıkların ikiz bulunduklarını gösteriyor. Öyle ki, madde varsa bir de ikizi karşımadde kesinlikle bulunacaktır.
Romanın din ile bilimin uzlaştığını gösteren kahramanları, CERN laboratuvarlarında (gizlice) karşımadde yaratıp üretme işine girişmiş ve bunda başarılı olmuşlardır. Dahası, karşımaddeyi madde ile karşılaştırıp ikisinin de bir patlama ile yok olduklarını görmüşler. Kendi sözleriyle küçük bir büyük patlama yaratmışlar. Bu buluşları kendilerine tanrının varlığını kanıtlama olanağı verecektir. Karşımadde denen (gerçekte ancak 9 antihidrojen atomu 40 nano saniye süre için tutulabilmişken (11), kahramanlarımızın milyonlarcasını üretip günlerce tutabildikleri) yine madde olan element, elektrik yüklerinin maddeninkinin tersi olması dışında maddenin ikizi yapıdadır. Dolayısıyla, madde ile karşılaştığında, büyük bir enerjinin ortaya çıkmasıyla ikisi de yok olmaktadır. Öyleyse eski fiziği atıp, yeni fiziği alalım: “Yoktan var vardan yok olabilir”. Yoktan var edip yaratan tanrı kavramının karşısına artık kim çıkabilir, bilimsel yoldan kanıtladıktan sonra. “Karşımaddenin tinsel uyanışa yol açıp insanları yeniden tanrıya, dine çekmesini” ummaları boşuna değil. Ancak burada eleştirel akıl, kahramanın aslında “dönüşme” olan olayların, romanın kahramanlarınca okuyucuya bilerek ya da bilmeden “var olman yok olma” biçiminde yutturulmaya çalışıldığına parmak basmadan rahat edemeyecektir.
Uzlaştırmacılarca geliştirilen savlar, bu umudun dile getirilip, din ile bilimin uzlaştırıldığı satırlarla tamamlanmaktadır.
Dan Brown’un yapıtındaki savlara, daha doğrusu yapıtında dile getirilen savlara, yarı şaka yarı ciddi eleştiriler yönelttim. Son olarak yöneltilen ve yöneltilebilecek ortak ve ayrı eleştirilere geçiyorum.
DANİKEN VE DAN BROWN ELEŞTİRİLERİ
Daniken’in yapıtları (kısa yazılar bir yana) yalnızca İngilizce’de 1972-1979 arasında altı kitabı dolduracak (olumsuz) eleştiri almıştı. O günlerde Türkçe’de de İslamcı açıdan bir eleştiri kitapçığını satın aldığımı anımsıyorum. Dan Brown eleştirileri Daniken’inkini aşacak gibi görünüyor. Yine de her iki yazarın yapıtlarının yüz milyonlara yaklaşan satışları ve ona oranlı etkileri yanında devede kulak kalacak. Bunun nedenlerinden biri “ağırbaşlı” bilimsel çevrelerin çoğunlukla Daniken’i “uçuk” Dan Brown’un yapıtlarını ise ilgi alanları dışında “gerilim romanı” görerek, eleştirilmeye değer bulmaması. Onları eleştiriye değer bulanlar ise çoklukla (eleştirileri bu yazının odağı bakımından önem taşımayan) dinci çevrelerden çıkmaktadır.
Uçuk kuramlar
Her iki yazarın savları bilimsel yazında, “kıyıda köşede kalmış” anlamında “karşı kuram” (İng. “fringe theory”) ya da “karşı tarih” (İng. “fringe history”) veya “karşı arkeoloji” olarak çeşitli adlandırmaları yapılan bilgi türü arasına sokulmaktadır. Kimi eleştirmenler ise onları, çeşitli bilgi kategorileri arası sıradüzenini yadsıyıp eşdeğer gören postmodernist akımın erken ve geç örnekleri olarak görüp, “postmodernist tarih” anlayışına örnek göstermektedir. Daniken ile Dan Brown’un savlarını “sahtebilim” (İng. “pseudo-science”) sayanlar da vardır. (12)
Örneğin, American Association for the Advancament of Science (Amerikan Bilimi Geliştirme Derneği) dergisi olan Science içindeki başyazıda R. Story (1976’da) Daniken gibi “sahtebilim” yayıcılarının karşısında ciddiye almayarak edilgen durmak yerine, halka yaydıkları zehirlerin etkisini azaltacak panzehirler hazırlamalarını istemişti.
- Story’nin bu konudaki The space gods rovealed adlı, “A close look at the theories of Erich von Daniken” (Daniken’in kuramına yakın takip) alt başlıklı yapıtına yazdığı önsözde ünlü popüler bilim yazarı Carl Sagan, yalnız Daniken’e değil, toplumda akıl almaz savlar yayan öteki yazarlar takımına karşı “düşünsel panzehir” sağlayacak yazıların bir “toplumsal hizmet” olacağını belirtmişti. Böylece Tanrıların Arabaları içinde kendisinden uzaydan dünyamıza uğrayan (tanrı sanılan) akıllı canlılarla ilgili savını destekleme yolunda (uzayda akıllı yaşam olasılığı üzerine görüşlerini aktararak) yararlanan Daniken’e yanıtını vermiş oluyordu.
Daniken’e yöneltilen sert eleştiriler arasında “bilim düşmanlığı”, “bilimsel hırsızlık” (intihal) da var. Ayrıca, Sagan’ın dediğine göre, Daniken’in yapıtları (1970’lerde) üniversitelerde tarih ve mantık (metodoloji) derslerinde kullanılmıştır. Ancak “kötü örnekler” olarak!
Din-bilim sentezi üzerine sınıfsal çözümleme
Daniken’in ve Dan Brown’un o ya da şu mezhepten olmaları, dinden yana görünüp görünmemeleri, tanrıya inanıp inanmamaları, çağdaş toplumun sorunları bakımından önemsiz bir ayrıntıdır. Üzerinde durmaya değmez. Yapıtlarının hangi toplumsal koşullarda ne tür etkiler yapabileceği daha önemlidir. On milyonlarla dile getirilen satış rekorları, pazar ekonomisinin kitlesel, hatta küresel çapta üretim ve sömürü çarklarına bir biçimde takılabildiklerini gösterir. Takılmışlarsa bu, dolabı onlarla birlikte döndürdükleri anlamına gelir. Ancak, toplumsal etkilerinin ekonomik boyutundan çok gördüğü ideolojik işlev, bize onların toplumsal, sınıfsal bilinci ne yönde ve ne çapta etkilediğini gösterebilir.
Her iki yazarın yapıtlarının ideolojik savaşım alanındaki etkileri konusunda belirtilmesi gereken ilk nokta, ne öykülerinde ne de dile getirilen düşüncelerde emek davasına, emek sorunlarına değinmiş olmalarıdır. İkinci nokta, okumaya, bilinçlenmeye; bilimsel, kültürel birikime zaten çok az zaman ve düşünsel emek ayrılan çağdaş toplumda, büyük bir savurganlığa yol açmalarıdır. Bu yolda daha nicelikli ürünlerin üretilip tüketilme damarlarını tıkamalarıdır. Bilimsellik havası verilen yapıtlarının “sahte bilimsel” niteliğiyle, bilimsel düşünüşe zarar vermeleridir. İşte bu noktada, bilimsel ve toplumsal gerçekliği örterek, çarpıtarak, saptırarak, ideolojik savaşım alanında, gerek düşünsel gerek bedensel emeğe karşı güçleri güçlendirmiş olmalarıdır.
Gerçekten yazarlardan birinin işlediği düşünceler (bilimsel emeğe ve birikime bakmayan, ona birkaç tuğla katmayan, tersine yıkmaya çalışan nitelikleriyle) değil bilimsel olanla olmayanı ayırt edebilecek geniş kitlelerin kafasında, yapıtlarının içinde bile parapsikolojiye, metafiziğe kaymıştır. Öteki yazarın da bilimsel emeğin niteliğine ve niceliğine yeterince önem vermeden, daha çok ilgi avcılığı olarak seçip sunduğu bilgiler ve düşünceler, din ile bilimi uzlaştırma noktasına varmış dayanmıştır. Böylece, bilincinde olarak olmayarak, tam da burjuva ideolojisinin önemli bir taktiğini kullanmış olmaktadır.
Din-bilim uzlaşmazlığı üzerinde uzun çözümlemelere girişmeyeceğim. Bu birçok yazıda işlenip aydınlığa kavuşturulmuş bir konudur. Dinin endüstri öncesi katmanlı toplumun “ereksellikçi”, bilimin ise endüstri toplumunun “nedensellikçi” düşünüş biçimi olduğu yolundaki düşüncemi yinelemekle yetineceğim.
Mantıksal düzeyde bu iki uzlaşmaz düşünüş biçimini bir araya getirmeye çalışan “din-bilim sentezi” diyebileceğimiz düşünce, tam bir burjuva ideolojisi hegemonik silahıdır. Neden? Endüstri üretimi çağında maddi üretim alanında, insan-doğa ilişkilerinde, ereksel düşünüşü kullanmak (örneğin bir posta porselenin fırından en az çatlakla çıkması için Allah’a dua etmek) çağdışı kalmıştır. Üretim araçlarını tekellerinde tutan kesimler, bu alanda, hatta yaşamın öteki alanlarında ve tüm olarak düşüncelerinde bilimsel düşünüşü izlemektedir. Çalıştırdıkları, işleri verilen buyruklara göre yerine getirmelerini istedikleri emekçilerin bilimsel düşünüp düşünmemeleri önem taşımaz.
Konu bölüşüm alanında insan-insan ilişkilerine gelince, iş değişir. Emekçilerin bilimsel düşünmesi, çalıştıranların zararına (işçilerin sınıfsal bilinçlenmesi yararına) işleyeceği için, kitlelerin dinsel inançlarını sürdürmeleri (bilinen nedenlerle) çıkarlarına uygun olacaktır. Bu durumda din ile bilimi uzlaşır göstermek, egemen sınıflar için yaşamsal bir önem kazanmaktadır.
İdeoloji, kimilerinin sandığı gibi egemen sınıfın düşünüş biçimini ve değerlerini yönetilen sınıflara dayatması değildir. İdeolojik hegemonya, her sınıf için eşitsizlikçi düzenin çarklarının olabildiğince gıcırtısız dönmesini sağlayacak, onu yeniden üretecek (farklı olabilen) düşüncelerin ve değerlerin yeniden üretilmesidir. Yöneten sınıflar için bilimsel düşünüş, çalışan kesimler için dinsel düşünüş üretimi, egemen sınıfların gereksinimine cuk oturmaktadır. Siz bakmayın egemen sınıf üyelerinin dine inanıyor görünmelerine. Kararlarına, davranışlarına bakın. Ne oranda dinsel ne oranda bilimsel? Kentin su gereksinimini yağmur dualarıyla Allah’a mı havale ediyorlar, profesörlere, mühendislere mi?
Bu konuda değinilmesi gereken son bir nokta, mantıksal düzeyde uzlaştırılamaz olan iki düşünüş biçiminin, ideolojik düzeyde, hatta pratikte nasıl uzlaştırılabildiği sorusudur? Mantıksal tutarlılık, eleştirel düşünme düzeyine (o ya da bu nedenle, o ya da bu biçimde) ulaşmış kesimlerin tasasıdır. Bu düzeye ulaşma olanağı verilmemiş kesimlerin ya da böyle bir olanağı bulamamış kimselerin tasası değildir mantıksal tutarlılık (ya da iç tutarlılık) denen düşünsel tutum. Onlar somut olgulara, somut ilişkilere bakar. Onlar için olgusal tutarlılık (olguların bir aradalığı) yeterlidir.
Türk-İslam sentezi örneği anımsanırsa, ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Kendisine hem İslam hem Türk olduğu mu söyleniyor? Çevresinde hem Türk hem İslam olduğunu düşünen ve öyle davranan kişiler mi var? Sorun yok. Türklük aslında ırksal biçim alabilen belli bir ulusal, kültürel kalıtın, İslamlık ise ırksal, etnik, ulusal sınırlar tanımayan bir inancın ve kültürel birikimin değerleri ve kavramıymış ona ne? Nasıl olsa, “demokratik” toplumda “etiksiz” kapitalist yarışma dünyasında, insanlara düşünceleri ile davranışlarının tutarlı olup olmadığı sorulmayıp sorgulanmıyor. İşine gelince öyle, işine gelince böyle düşünüp davranabiliyorlar. Bu konuda bir sorunla karşılaşmayabiliyorlar. Oluyorsa, kafalardaki ve yüreklerdeki kırıklıklar başkalarından saklanabiliyor ki görmüyoruz.
Kısacası, ideolojik savaşımda Türk-İslam sentezinin işlevi neyse din-bilim sentezinin işlevi de odur. Dini bilime dayandırıyor görünüp onu çağdaşlaştırma çabaları ise sonul etkide, tersine din adına bilimi (kötüye) kullanan, bilimden çok dine hizmet eden (Harun Yahya, Yaşar Nuri Öztürk gibi kişilerle özdeşleşen) çevrelerin davasına su taşımaktan başka işe yaramayacaktır.
DİPNOTLAR
1) (http://en.wikipedia.org/wiki/Angels-and-Demons.) erişim: 06.01.2009. Sağolsun bu yazıda yararlanılan internet kaynaklarını sağlayan Funda Karapehlivan.
2) Bkz. Erich von Daniken, Tanrıların Arabaları, çev. Zeki Okar, İstanbul, 1990, Cep Kitapları, s.120, 10, 88, 8
3) Bkz. Kendi internet sitesi (http://www.daniken.com/e/index.html.) erişim 06.01.2009
4) Dan Brown, Melekler ve Şeytanlar, çev. Petek Demir, İstanbul, 2004, Altın Kitaplar, s.8.
5) Bkz. (http://en.wikipedia.org/wiki/DanBrown) da aktarılan dilbilgini Geoffrey Pullum’un yargısı. Erişim: 06.01.2009 Başarıları başarısızlıkları ilgili öteki bilgilerde de bu kaynaktan yararlanılmıştır.
6) Dan Brown, Da Vinci Kodu, çev. Petek Demir, İstanbul, 2004, Altın Kitaplar.
7) İlluminati (aydınlar) masonik örgütü ve Katolik Kilisesi ile sürtüşmeleri de yapıtta tarihsel gerçekliğe yeterince özen gösterilmeden yansıtılmakta; bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Illuminati ve 5. dipnotta gösterilen kaynak.
8) Haşhasiyyum yol’u (İsmaili Tarikatı) hakkında, şehvet düşkünlüklerinden uyuşturucu bağımlılığına ve öldürmekten sadistçe haz alan bir siyasal suikastler örgütü oluşlarına dek önyargılarla dolu, Batılı oryantalistlerin ve Sünni tarihçilerin yarattığı, tarihsel gerçekliğe uymayan imaj Melekler ve Şeytanlar yapıtında “Şeytan” rolü verilen bir günümüz Arap Haşhaşiyyunun düşünce ve eylemlerinde tazeleniyor. Bu yolda Batı dillerinde assassiation (suikast) sözcüğünün kökeninde “haşhaş”ın bulunduğu bir kanıt olarak gösterilmiş. Tarihsel gerçeklik için bkz. Farhad Daftary, “Introduction”, The Assassin Legents: Myths of the Isma’ilis’den The Institute of Ismaili Studies sitesi (http://www.iss.ac.uk/view.article.asp? ve http://en.wikipedia.org/wiki/Hassan-i.Sabbah. erişim: 22.01.2009
9) Brown, Melekler ve Şeytanlar, çeşitli sayfaları; özellikle s.527-560
10) Kitabı Mukaddes, İstanbul, çeşitli tarihlerdeki baskıları, Tekvin, I.3
11) Bu tutumuna, örnek olarak, en temiz enerji dediği karşı maddenin, insanlığın gelecekte en çok dayanacağı kaynak olduğu yolundaki diyaloglarının, CERN sitesinde, üretilmesi vereceğinden fazla enerji gerektirdiği için belki hiçbir zaman bu amaçla kullanılamayacağı yanıtının verildiği gösterilebilir; bkz. 1. dipnottaki kaynak.
12) Benjamin Kelly, “Devient Histories: Dan Brown, Eric von Daniken and the Sociology of Historical polemic”, Rethinking History, 12:3, 361-382 den http://dx.doi.org (erişim: 06.01.2009. bu yazıda, yapıbozumcu yaklaşımla Daniken ve Brown eleştirileri, pozitivist akademik ve Katolik olarak iki grupta toplanıp, gruplar adına ve “halkı koruma savıyla” yapılmaları ve polemik değeri olan yapıtları seçmeleri nedeniyle aynı çuvala konmakta.