Darwin’in bir biyolog ve jeolog olarak doğabilimlerine yaptığı birçok katkı yanında, kültür tarihine geçmesindeki en önemli etmen, düşünce dünyası üzerine yaptığı etkilerdir. Darwin ve Lamarck biyoloji tarihinde ilk kez felsefenin ve biyolojinin en önemli sorusuna, yani yaşamın kökeni ve canlılar dünyasındaki göz kamaştırıcı çeşitliliğe ilk kapsamlı ve akılcı açıklamayı getirmişlerdir. Bir sonraki büyük kutlama 2059 yılında olacak ve bizlerin büyük bölümü ne yazık ki ona katılamayacaktır. Aslında buna üzülmemek elde değil, çünkü evrim kuramının yüzyılı olacağını rahatlıkla söyleyebileceğimiz 21. yüzyılın o günlerinde çok daha büyük bilimsel gelişmelerin olacağı kesindir.
Charles Robert Darwin en büyük eseri Türlerin Kökeni’ni doğumundan elli yıl sonra bastırdı. Kendi doğumunun üzerinden iki yüzyıl, kitabının ise yüz elli yıl geçti. Bu nedenle sonu 09 ve 59’la biten yüzyıllar bu iki olayın kutlandığı büyük yıldönümlerini gösterir. Basit bir hesapla 2009, Darwin’in ölümünden sonraki üçüncü büyük kutlama yılıdır. Akıldan, bilimden, aydınlanmadan yana olan herkese kutlu olsun.
Aslında bazı bilim tarihçileri Charles Darwin’in sanal doğumunun 1809’dan daha önce yani baba tarafından dedesi Erasmus Darwin ile anne tarafından dedesi Josiah Wedgwood’un 1765 yılında, “Ay Topluluğu” isimli düşünce grubunda tanışmalarıyla gerçekleştiğini kabul ederler. 1780 yılında bu iki arkadaşın yakın iş ortaklığına girişmeleri sonucu yüzyıldan fazla yaşayacak olan büyük Darwin-Wedgewood ailesi kurulur. Charles Darwin’in anne ve babası dahil olmak üzere iki büyük ailenin çocukları arasında çeşitli evlilikler gerçekleşir. Bu birleşmenin meyvelerinden en az on kişi, Kraliyet Bilim Derneği üyeliğine seçilir. Aralarından şairler, besteciler, politikacılar, işadamları, bilimciler ve sanatçılar çıkar. Ama tüm bu parlak kişilerin arasında ikiyüzüncü doğum günü kutlanan sadece Charles Darwin olacaktır.
Konuya daha geniş bir açıdan bakıldığında bilim dünyasında bu ayrıcalığa sahip başka bir bilim insanının bulunmadığı görülür: 19. yüzyılda yazılmış kaç kitabın 21. yüzyılda hâlâ baskısı yapılmaktadır? Eserleri dünyanın belli başlı tüm dillerine çevrilmiş kaç bilim insanı vardır? Bu soruları uzatmak olasıdır ama verilecek tüm yanıtlar arasında göreceğimiz tek isim Charles Darwin olacaktır. Peki ama yaşamının neredeyse ikinci yarısında evinden dışarı çıkmamış, üç yıllık yüksek eğitimin dışında akademik kariyeri bulunmayan, hiç ders ve neredeyse seminer vermemiş, panellere katılmamış bu adam ne yaptı da bu kadar ilgiyi haketti? Üstüne üstlük ömrünün yarısında yarı yatalak ve düşkün haldeydi. Yaşamının son kırk yılının neredeyse her gününü baş ve karın ağrıları ve kusma nöbetleriyle geçirmişti. Yatmadığı her bir saat için iki saat dinlenmek zorundaydı. On çocuğundan üçünü, kendi elleriyle toğrağa vermişti. 73 yıllık yaşamında, annesi, babası, kardeşleri, yakın akrabaları ve çok yakın dostlarının ölümlerine şahit olmak zorunda kalmıştı. Türlerin Kökeni’ni yayımladığı 1859 yılından sonra, başta İngiliz Kilisesi olmak üzere, Kraliyet ve onun hükümeti, üniversiteler, bilim örgütleri, gazeteler, mizah dergileri vb. kendisine sistemli bir şekilde saldırıp, dışlamıştı. Mezun olduğu üniversitenin kütüphanesi onun kitaplarını raflarına koymayı reddetti. Yakın dostları kendisiyle selamı kesti. Krallığın ve kilisenin kendi dümen suyundaki kişileri asalet ünvanlarıyla donattığı o günlerde, Darwin’e uygun bir şey bulunamamıştı. Aldığı tehdit ve hakaret mektuplarından sonra oturma odasının camına, gelenleri görmek için ayna dahi koymuştu.
Charles Darwin ne yaptı? Darwin, hiç durmadan yazdı. Hem de elyazısıyla. Tüm yaşamı boyunca onbinlerce sayfa yazı yazdı. Örneğin on iki yaşından ölümüne kadar kendisine gelen ve kendi yazdığı mektupların sayısı yaklaşık olarak 14.500’dür. Dünyanın herbir yanından yaklaşık 2000 kişiyle mektuplaştığı sanılmaktadır. Sadece onun yazışmalarını baskıya hazırlamak için 1974 yılında pilot proje başlatılmış ve daha sonraki yıllarda bu iş için özel bir ekip kurulmuştur. Darwin’in tüm çalışmalarını elektronik ortama taşıyan bir diğer projede, erişilebilir metin sayfa sayısının 74.000’in üzerine ulaştığı görülmektedir. Darwin büyük boyutlu ve kimisi birden fazla cilt içeren 16 kitap, çeşitli boyutlarda yüzlerce makale yazdı. Dokuz kitaba bölüm yazarı olarak katıldı.
Darwin kafasından ve sadece başkalarından okuduklarına dayanarak yazmadı. Gündüz vakti elleri, ayakları, beyni ve o inanılmaz gözleri doğaya gömülmüş haldeyken, gün battığında herşeyi kâğıda döküyordu. Ulaşabildiği her doğal nesneyi eline alıp, yakından inceliyordu. Gece başını yastığa koyduğunda, geçirdiği günün bir değerlendirmesini yapmadan gözüne uyku girmiyordu. Tropikal ormanların derinliklerinde veya sarp dağların yamaçlarında yürürken ölümü düşünüp, duraksamadı. Günümüz biliminin dahi zehirlerine henüz çare bulamadığı örümceklerle, yılanlarla, akreplerle, deniz canlılarıyla diz dize, göz göze yıllar geçirdi. Güney Amerika’nın kaç böceğinin, ne kadar kanını emdiğini kendisi de bilmez. Güney Amerika’da araştırma ancak canını kanını vererek yapılır, o da öyle yaptı. Karşı konulması olanaksız merak duygusunu tatmin etmek için katlandıkları inanılmazdı.
Sadece Beagle gezisinin bilânçosu dahi bir insanın sınırlarını zorlayacak nitelikteydi: Macera başladığında Darwin henüz 22 yaşındaydı. Yolculuk dört yıl, dokuz ay sürmüştü. Dünya seyahati boyunca gemi 75.000 kilometreye yakın yol kat etmişti. Gezinin yapılacağı H.M.S. Beagle, aştığı okyanuslar düşünüldüğünde, insanı tedirgin edecek küçüklükte bir gemiydi. Boyu 27,5, genişliği ise 7,5 metreydi. Bu ölçülerle Beagle’ın, bizim Yalova-İstanbul arasında çalışan Paşabahçe vapurunun yaklaşık yarısı büyüklüğünde olduğu söylenebilir. Marmara Denizi’nde şiddetli bir lodos estiğinde tüm seferlerin iptal edildiği göz önüne alındığında, böyle yelkenli bir gemiyle dünya okyanuslarında beş yıla yakın süre yolculuk etmenin nasıl bir şey olduğu daha iyi anlaşılır.
Güney Amerika’da yaptığı kara yolculuklarında 3200 kilometreden fazla yolu at sırtında ve yürüyerek aşar. Bu mesafe neredeyse motorsuz araçlarla Erzincan’dan Londra’ya gitmeye denk gelir. Charles Darwin’e (daha doğrusu babasına) bunun maliyeti günümüz parasıyla 50.000 poundan fazladır çünkü genç Darwin ancak kendi masraflarını karşılamak koşuluyla yolculuğa katılabilmişti. Gezi boyunca 1751 sayfalık biyoloji ve jeoloji notu tutmuş, güncesinin 770 sayfasını doldurmuş, 3907 tane çoğu etiketli post, kemik, kurutulmuş deri ve canlı örneği toplamış, 1529’unu da alkole yatırmıştı. Katlanılması çok zor deniz tutmasına dayanmak, atlatılan ölüm tehlikeleri, yakalanılan infeksiyon hastalıkları ise cabasıydı.
Evrim kuramının mucidi Lamarck
Bilindiği gibi Darwin biyolojik evrim kuramını ilk öneren kişi değildir. Türlerin birbirlerinden türediğini sistemli bir bilgi bütünü halinde ilk ifade eden Fransız doğa bilgini Jean-Baptiste Lamarck’tır. O evrim kuramının kimi ilkelerini ilk kez bilimsel anlamda gündeme getiren diğer büyük doğa bilgini Comte de Buffon’un arkadaşıdır.
Lamarck’ın evrim kuramına en büyük katkısı, ortam koşullarıyla canlıların biyolojik özellikleri arasında yakın ilişkiyi ilk kez teorik bir çerçeve içinde açıklamasıdır. Yoksa kendinden önce bazı doğa bilginleri onun tezlerini parça parça zaten dile getirmişti. Lamarck’a göre türlerin özellikleri, bulundukları ortamın doğurduğu gereksinimlere göre şekilleniyordu. Bir organizma bataklıkta yaşıyorsa, su üstünde kalabilmek için uzun bacaklara ihtiyacı olacaktı. Bu durum organizma üzerinde sürekli bir baskı yarattığı için, sinir siteminden salgılanan kimi uyaranlar ilgili organda zamanla uzamaya neden oluyordu. Zürafaların boyunları, bataklık kuşlarının bacakları böyle uzamıştı. Bu bağlamda canlının kullandığı organlar gelişip, yetkinleşirken, kullanılmayan organlar zayıflayıp, köreliyordu. Yerde besin arayan yılanların artık bacaklara ihtiyacı kalmamıştı. Toprak altında yaşayan canlılar ise, gözlerini pek kullanmadıklarından bu organlar yerlerinde kalsa da işlevlerini yitirmişlerdi. Bunlardan daha önemlisi bir birey yaşarken edindiği bu tip özellikleri yavrularına da aktarıyordu. Lamarck organizmalardaki uyumsal değişmeleri ve bu yöndeki büyük yapısal çeşitliliği böyle açıklamayı uygun gördü. Önerdiği tezleri, kendi gözlemleriyle ve birçok örnekle desteklemeye çalıştı. Lamarck bunları Darwin’den yarım yüzyıl önce yani 19. yüzyılın başlarında yayınlayarak, toplumu evrim kuramına hazırlama işini başarıyla yaptı. Fakat her şeyden önemlisi bunu, aynı Darwin gibi, doğaüstü güçleri işin içine katmadan yaptı. Lamarck da Darwin de doğaya materyalist açıdan bakarlar. Onların ortak ve ayırt edici özelliği buydu.
Ayrıca Lamarck’ın çağdaşı ve Charles Darwin’in dedesi Erasmus Darwin 1790’lı yıllarda, Zoonomia adlı kitabında, tüm sıcakkanlı hayvanların, canlı bir ipliksi yapıdan geliştiğini yazmıştı. Bu filament şeklindeki yapı, bünyesinde, bir uyaran geldiğinde yeni organlar geliştirme yeteneğini de taşıyordu. Böylece doğada gördüğümüz çeşitli biyolojik yapılar ve canlılar oluşabilmişti. Dede Darwin, diğer bir deyişle, tüm canlıların ortak bir canlıdan meydana geldiğini dile getiriyordu. Lamarck da aynı düşüncedeydi ve ona göre doğadaki tüm canlılar basit organizmaların adım adım gelişimiyle yani evrimleşmesiyle oluşuyor ve bu zincirin son halkasında ise en gelişmiş canlı olarak insan yer alıyordu.
Doğal seçilim nedir, nasıl çalışır?
Darwin konuya tamamen farklı bir tarzda yaklaştı. Canlı toplulukları içinde, nedenini bilmese de, büyük bir çeşitlilik gözleniyordu. Aynı türün bireyleri arasında dahi bu çeşitliği görmek olasıydı. Hiçbir birey birbiriyle tam tamına aynı değildi. Herşeyin ve herkesin arasında büyük olsun küçük olsun mutlaka bir fark bulunuyordu. Örneğin en çok benzememiz gereken ana, baba ve kardeşlerimizin dahi tam bir kopyası değildik. Bu durum doğadaki tüm canlılar için geçerliydi. Darwin haklıydı; nedenlerini ancak 20. yüzyılda öğrenebileceğimiz genetik mekanizmalarla, canlılar arasında küçük farklılıklar oluşuyordu. Saçımız, gözümüz, boyumuz, hastalıklara yatkınlığımız, soğuğa, susuzluğa, acıya tepkilerimiz kısaca akla gelebilecek her özelliğimizde bunu görmek olasıdır.
Gözle görünen özelliklerimiz dışında, moleküllerimizde de küçük farlılıklar bulunur. Bunu kendimizden bir örnek vererek açıklamak olası: Örneğin bir derslikte soğuk algınlığı virüsüyle infekte olmuş hasta bir öğrencinin bulunması, bir süre sonra hastalık etmeninin derslikteki herkese bulaşmasına neden olur. Fakat tüm öğrenciler virüs aldığı halde kimi yatak-döşek yatarken, kimi hastalığı ayakta geçirir. Bazı öğrenciler ise hiç hasta olmadan bu salgını atlatırlar. Sınıftaki herkes aynı türden olduğu ve aynı virüsü kaptıkları halde neden benzer şekilde etkilenmez. Daha önce söylediği gibi sınıftaki bütün öğrenciler, insana ait her özelliği ve her molekülü taşımalarına karşın, yine de aralarında küçük küçük farklar bulunur. Örneğe dönüldüğünde bu farklar, virüslerin solunum yolunu döşeyen epitel hücrelerimizin içine girmek için kullanacakları ve hücre yüzeyinde yer alan alıcı moleküllerindeki farklılıkları da içerir. Çünkü bir virüsün hastalık yapabilmesi için mutlaka hücrenin içine girmesi gereklidir. Bunun için de hücrenin kapısı durumundaki hücre zarında bulunan denetleyici moleküllere kendini tanıtması lazımdır. Bazı insanlarda bu moleküller virüsün girişine izin verirken, bazılarında virüsü tanımadıkları için izin vermezler.
Fakat bu durum sadece soğuk algınlığı virüsü için geçerlidir. Başka bir virüs örneğin grip virüsü söz konusu olduğunda, ilk durumda hasta olan bireyin molekülü bu virüsü tanımazken, soğuk algınlığından daha önce etkilenmeyen kişi bu kez yatak-döşek yatabilir. Yani hiçbir birey için mutlak avantaj yoktur. Canlılardaki çeşitlilik üreme sürecinde tamamen tesadüfen oluşur. Bazı durumda ise virüs hücre içine girse de bazı bireylerin savunma sistemi, ilgili virüse karşı daha duyarlı ve etkilidir. Diğer deyişle birçok aşamada moleküllerimizdeki faklılık bu şekilde kendini gösterir. Salgın nedeninin öldürücü bir virüs olması durumunda seçilen özelliğin evrimsel açıdan önemi daha da artacaktır. İşte mevcut çeşitlilik içinde, viral salgına karşı bireylere avantaj sağlayan özelliklere sahip olanların, bir sonraki soya yavru verme olasılığı çok daha yüksek olacaktır. Böylece virüse karşı daha dirençli olan bireylerin sayısı bir sonraki jenerasyonda daha fazla olacaktır.
Bu örnekte sadece tek bir biyolojik özellik ve seçilim baskısı yaratan virüs etmeni ele alındı ama aynı anda yüzlerce özelliğimiz benzer sınamalar altında kalmaktadır. Güneş ışınları, açlık, susuzluk, hastalıklar, tür içi ve türler arası çatışmalar, iyonize radyasyon, doğal afetler, embriyonik anomaliler, çevre kirleticiler, kanser yapıcı kimyasallar vb. sürekli olarak canlılar üzerinde bir seçilim baskısı yaratırlar. Bireyler arasında rasgele oluşan çeşitlilik içinde, doğal seçilim baskısı yaratan etmenin öldürücü etkisine karşı biraz olsun bireye katkı sağlayan genetik özellik taşıyan birey hayatta kalıp, döl verecektir. Diğerleri ise elenecektir. Örneğin 100 deniz kaplumbağası yumurtasından ancak bir ergin birey gelişebiliyordu. Geri kalan doğal elemeyle yok oluyordu. Bu nedenle her zaman hayatta kalandan çok daha fazla yavru meydana geliyordu. Böylece zaman içinde genetik yapısı ana türe göre biraz daha farklı alt-türler oluşuyordu. Bunlardan bazıları da yeni bir tür olarak yoluna devam ediyordu.
İşte Charles Darwin ve Alfred Wallace’ın birbirlerinden bağımsız olarak keşfettikleri şey evrimin en önemli mekanizmalarından biri olan doğal seçilimdi.
Yapay seçilim
Peki ama neden “doğal seçilim mekanizması” ondan yıllarca önce ortaya konan evrim kuramından daha fazla etki yarattı? Burada Darwin’in bilimsel yönteminden kaynaklanan kimi ayırt edici noktalar bulunur: Doğal seçilim anlatması kolay, çalışma düzeneği basit bir mekanizmadır. Fakat onu doğada bulunduğu yerden çıkartıp, kanıtlamak çok zordur. Canlı türleri, coğrafi dağılımları, üreme dinamikleri ve ekolojik koşullar hakkında çok fazla şey bilmek gereklidir. O günün koşullarında bunları öğrenmenin tek yolu, doğanın kendi laboratuvarında yoğun bir şekilde çalışmaktı. Darwin de, Wallace da böyle yaptılar. Fakat Darwin Wallace’dan çok daha ileri giderek, gözlemlerini hayvan ve bitki ıslahı üzerine insanların binlerce yıllık birikimine de yönlendirir. İnsanlar uygarlık tarihinin en eski zamanlarından beri evcilleştirdikleri tüm canlılarda bilinçli bir şekilde doğal seçilim mekanizmasını kullanıyordu. Örneğin şu ana kadar çevremizde gördüğümüz tüm köpek türlerini yabani bir kurt türünden türetmişlerdi. Bundan birkaç yüzyıl önce yemek masamızın vazgeçilmezleri olan muz, lahana, brokoli, karnabahar, mısır vb. bitkiler dünyada yoktu. Bunları doğadaki kendilerine hiç benzemeyen yabani bir-iki türden ürettiler. Yabani bir güvercin türünden akıl almaz güzellikte, renkli, paçalı, tepeli, süslü kuyruklu güvercinler yarattılar. Fazla süt üreten, yumurta veren, et tutan hayvanları da böyle ürettiler. Burada insan doğadaki seçme işlemini kendi yapıyordu. İstediği özelliklere sahip türler yaratmak için, bu özellikleri gösteren bireyleri seçip birçok soy boyunca çiftleştiriyorlardı.
- yüzyılın evrim kuramına katkıları
Darwin kitaplarında doğal ve yapay seçmeyle ilgili o kadar fazla gözlem ve deneye yer verdi ki, bunların her birini tek tek yanıtlamak doğabilimciler için uzun yıllar mümkün olmadı. Doğal seçilim gibi kapsamlı bir olayı pratik ve deneysel olarak gerçekleştirmek o dönem araştırmacılar için çok zorlu bir işti. En büyük sorun ise doğal seçilimi destekleyecek kalıtım ile ilgili bilgilerin yokluğuydu. Hatta bu nedenle onun ölümünden sonraki 40-50 yıllık bir dönemde, Darwinizm ilgi odağı olmayı büyük ölçüde yitirdi. Fakat 20. yüzyılın başından itibaren, genetik ve kalıtım ile ilgili bilgilerde büyük patlama oldu ve tüm dikkatler ona yöneldi. Aynı zamanda matematiğin istatistik yoluyla biyolojinin içine girmesi, kromozom yapısı ve hücre bölünmesi hakkındaki bilgilerin artması, gözle görülür biyolojik özellikler ile genetik madde arasındaki ilişkinin kurulmasıyla onlarca yıl önce Darwin’in söylediklerinin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılmaya başlandı. Artık biyologlar tek tek bireylere değil, canlı topluluklarına bakmaya başladılar.
- yüzyılın ikinci yarısında en büyük gelişme, topluluğu oluşturan bireylerdeki çeşitliliğin başta mutasyon olmak üzere hangi genetik mekanizmalarla meydana geldiğinin aydınlatılması konusunda yaşandı. Tür ve cins denilen olguların genetik temeli daha iyi anlaşıldıkça, yeni türlerin nasıl oluştuğuyla ilgi çok önemli varsayımlar geliştirildi. Örneğin adalar neden yeni türlerin doğum yataklarından biriydi, bunun moleküler düzeyde açıklaması mümkün oldu. Adaya en yakın ana karadan ulaşan az sayıdaki ata türden zaman içinde yeni birçok tür evrimleşiyordu. Bu ata türler, coğrafi olarak kendine çok yakın akraba türlerden izole olduklarından onlarla çiftleşme ihtimalleri yoktu ve sonuçta adalardaki yaşam koşullarının baskısı altında, sahip olduğu biyolojik çeşitliliğe bağlı olarak yeni uyumsal özellikler kazanıyorlardı. Örneğin büyük ve sert kabuklu tohumların bulunduğu adalarda yaşayan kuşlarda gagalar daha güçlü ve büyük oluyordu, çünkü bunları parçalayamayan küçük gagalılar büyük oranda açlıktan ölüyordu. Buna karşılık kaktüs meyve ve çiçekleriyle kaplı adalarda sivri uzun gagalı topluluklar yaygın olarak bulunuyordu.
Yapılan anatomik, ekolojik ve genetik analizler sayesinde bir türün bu tür yapısal uyuma sahip çeşitli alt türleri olduğu saptandı. Diğer bir ifadeyle, adaya yüzbinlerce yıl önce ulaşan bir türden sadece buralara özgü yeni türler ya da alt türler oluşmuştu. Adalar evrimi izlemek için doğal laboratuvarlardı. Türe ait bireylerin sayısı ana karadakinden çok az olduğu için değişimi izlemek, istatistik hesaplar yapmak çok daha kolay oluyordu. Doğal ortamdaki gözlemler, benzer koşulları laboratuvar ortamında yaratıp aynı gözlemleri daha kontrollü koşullarda tekrar etmeyi mümkün kıldı. Gerçekten de, tür içinde hayatta kalanlar bir sonraki soyun yavrularını verdikleri için, bunlara ait özellikler aynı zamanda, yeni oluşan jenerasyonda da hakim özellikler haline geliyordu. Konuyu insan topluluklarına ilişkin bir örnekle daha da açmak olasıdır. Geçmiş yüzyıllarda insanlar arasında çok sayıda ölüme yol açan, sıtma, veba gibi hastalıklar bu hastalıklara genetik olarak daha dirençli soyların oluşmasına yol açmıştı, çünkü bu salgınlara yol açan mikroorganizmalara karşı direnci az olan bireyler ölüp çocuk sahibi olamadıklarından gelecek jenerasyonda bir etkileri olmuyordu. Buna karşılık, daha sonraki soyları, bu hastalık etmenlerine daha dirençli bireyler oluşturduğu için zaman içinde topluluğun genetik yapısı değişmişti. Hastalıklara çare bulunana kadar ölümler devam ettiği için doğal seçilim baskısı bu hastalıkların yaygın olduğu bölgelerde, yeni bir genetik özelliğe sahip topluluğun oluşmasına neden olmuştu.
Dünya görüşümüz ve Darwin
Darwin’in bir biyolog ve jeolog olarak doğabilimlerine yaptığı birçok katkı yanında, kültür tarihine geçmesindeki en önemli etmen, düşünce dünyası üzerine yaptığı etkilerdir. Darwin ve Lamarck biyoloji tarihinde ilk kez felsefenin ve biyolojinin en önemli sorusuna, yani yaşamın kökeni ve canlılar dünyasındaki göz kamaştırıcı çeşitliliğe ilk kapsamlı ve akılcı açıklamayı getirmişlerdir. Kuramları içinde bugünkü bilgilerimize göre yanlış birçok nokta bulunsa da bu işi hiçbir doğaüstü güce ya da dinsel dogmaya dayanmadan yaptılar. Dinin ve felsefenin temelinde yer alan insanı diğer canlılardan ayrı tutmadılar. En sıradan, en basit, en önemsiz gibi görünen organizmaların tabi oldukları doğa yasaları, insanlar için de aynı şekilde geçerliydi.
Darwin çok ayrıntılı analizler yaptı. İnsana ve diğer organizmalara ait bilebildiği tüm özellikleri karşılaştırdı. Hatta bu işi biyolojik yapıların ötesine, yani davranışlara, psikolojik konulara, yüz ifadelerine, alışkanlıklara kadar genişletti. İnsanla Eski Dünya Maymunları arasındaki büyük benzerliklerden yola çıkarak, insanın kökeninin Afrika olabileceği öngörüsünde dahi bulundu. Yaptığı mantık yürütmeler çoğu kez doğru yerlere vardı. Darwin bunları yayınladıktan yüz küsur yıl sonra İnsan ve Şempanze Genom Projelerinin sonuçları onun, Buffon’un, Linne’nin, Lamarck’ın, Huxley’in ne kadar haklı olduğunu gösterdi. İnsan kutsal kitapların söylediği gibi doğaüstü güçlerin yarattığı bir varlık olmaktan çok, doğanın bir parçasıydı. En azından bu durum onun biyolojisi için geçerliydi. Darwin Türlerin Kökeni’ni yayınladıktan sonra artık evrim kuramı ve doğa bilimlerine ilişkin konular halkın gündeminde çok daha fazla yer almaya başladı. Bilimsel varsayımların nasıl test edileceği, ne tip bulgularla destekleneceği, nasıl analizler yapılacağı konusunda Darwin’in çalışmaları yol gösterdi. Evvelden somut doğal olguları açıklamak için metafizik yöntem kullanıldığı için en sonunda bir sürü anlamsız, saçma sapan tezler geliştirilmişti. Bunların hemen hemen tümü, halkın söyleminden olmasa da, bilim dünyasının gündeminden çöplüğe süpürüldü.
Darwin kendinden önceki ve kendi dönemindeki çoğu bilimcinin yaptığı gibi, dini ve siyasi otoritenin dikkatini üzerine çekmemek için, bilimde farklı, sosyal yaşamda farklı tavır sergilemedi. Dine ve Tanrı olgusuna doğaya baktığı gibi baktı. Önyargısız ve eleştirel. Karşılaşacağı gerçekten korkmadan ne düşünüyorsa açıkça söyledi. Özyaşam öyküsünde, din konusundaki düşüncelerini, gerekçeleriyle gayet açık bir şekilde anlatmıştır. Örneğin Kitab-ı Mukaddes’in birinci bölümünü oluşturan Eski Ahit (Tanah yani Tevrat ve Zebur’u da kapsayan 39 kitap) hakkındaki düşünceleri şudur:
“Fakat zamanla, gökkuşağı alameti, Babil Kulesi vb. nice öyküyle birlikte, dünyanın tarihi hakkında yanlışlığı açıkça görülen bilgilerden ve kinci, zorba bir hükümdarın duygularını Tanrıya atfetmesinden dolayı, Eski Ahit’in, Hinduların kutsal kitaplarından ya da herhangi bir vahşinin inançlarından daha fazla güvenilir olmadığını görmeye başladım.”
Örneğin Hıristiyanlığın yaptırımlarıyla, çok iyi tanıdığı insanlar arasındaki seçimi ne yönde yaptığını gösteren şu sözler çok yalındır:
“Herhangi birinin, Hıristiyanlığın doğru olmasını dileyebilmesini gerçekten de anlayabilmiş değilim; çünkü bu durumda kutsal kitap açıkça, inanmayanların, ki buna babam, erkek kardeşim ve neredeyse tüm arkadaşlarım dahildir, sonsuza dek cezalandırılacağını yazmaktadır.”
Darwin doğaya da aynı şekilde yaklaşmıştı. Hayvanları, bitkileri, mikroorganizmaları tüm yaşamı boyunca inceledi ve onların dilini çok iyi anladı. Kutsal kitapta yazanlarla, doğanın gerçekleri arasında seçim yapmak durumunda kaldığında tercihini doğa yasaları yönünde kullandı. Aynı şekilde davranarak, kutsal kitaba karşı ailesinin ve dostlarının yanında yer alacaktı. Darwin’in bir bilim insanı ve aydın olarak aldığı tavır çağdaş insanın davranış modellerini oluşturmuştur. Dinlerin, ideolojilerin, geleneklerin, felsefelerin etkisinde kalmadan gerçeğin peşinden gitme yoludur bu.
Bütün büyük kültür insanları gibi Darwin’in bedeni öldü ama eserleri yaşıyor. İnsanlığın aydınlanma mücadelesi sürdükçe o da ayakta kalacaktır. Gerçi insanlık 21. yüzyıla iyi bir şekilde girmedi. Günümüzde siyasetin, dinin, paranın ve medyanın baronları insanın son birkaç bin yıl içinde elde ettiği evrensel değerleri kumar masalarındaki fişler gibi harcamaktadırlar. Tüm olumlu gelişmelere karşın, skolastik çağın izlerini görmekteyiz günümüzde. Aklın, bilimin, barışın, aydınlanmanın yerine, savaşı, dini, metafiziği ve paranın esaretini geçirmeye çalışıyorlar. Allayıp pullayıp, sanki yeni çözümlermiş gibi bunları insanların önüne sunuyorlar. Bu gidişatın sonunu tarihten biliyoruz. Bu nedenle Antik Çağ filozofları ve Ortaçağın büyük bilgin ve düşünürleri gibi, muhteşem yüzyılın bilgini Charles Darwin’e de insanlığın büyük ihtiyacı vardır.
Bir sonraki büyük kutlama 2059 yılında olacak ve bizlerin büyük bölümü ne yazık ki ona katılamayacaktır. Aslında buna üzülmemek elde değil, çünkü evrim kuramının yüzyılı olacağını rahatlıkla söyleyebileceğimiz 21. yüzyılın o günlerinde çok daha büyük bilimsel gelişmelerin olacağı kesindir. Türlerin ve yaşamın kökenine doğru yapılan büyük seyahatin bir yolcusu olarak duyduğumuz mutluluğun tüm topluma yayılması dileğiyle.