Ana Sayfa Dergi Sayıları 62. Sayı Büyük bilginin özyaşamöyküsü ilk kez Türkçe’de Darwin kendini anlatıyor

Büyük bilginin özyaşamöyküsü ilk kez Türkçe’de Darwin kendini anlatıyor

521
0

“İnsanların dikkatlerinden kolayca kaçırabilecekleri şeyleri fark etmede ve onları dikkatlice gözlemlemede gerçekten iyi olduğumu düşünüyorum. İlk gençlik yıllarımdan bu yana, en çok arzuladığım şey gözlemlediğim her şeyi anlamak ve açıklamak oldu. Aklımı, çok bağlanmış olsam bile, kanıtlar tersini gösterdiği an herhangi bir hipotezi bırakabilecek kadar hep özgür bıraktım. Bir zaman sonra bırakmak ya da önemli ölçüde değiştirmek durumunda kalmadığım tek bir hipotez bile hatırlamıyorum. Aklı kalıplara almanın bilimin gelişmesine zarar vereceğine inanırım. Beni en çok şaşırtan da, bu tür mütevazı niteliklerin nasıl olup da önemli sayıda bilim insanını etkilememe ön ayak olduğu.”

 

“Autobiography of Charles Darwin” (Charles Darwin’in Özyaşamöyküsü) adlı eser önümüzdeki günlerde Daktylos Yayınevi tarafından -Türkçe’de ilk kez olmak üzere- yayınlanacak. Aşağıda bu kitaptan bazı bölümler bulacaksınız. Daktylos Yayınevi yöneticilerine bu bölümlerin Bilim ve Gelecek’te yayınlanmasına izin verdikleri için teşekkür ediyoruz. Umarız bu eser, özellikle gençler olmak üzere çok sayıda okura ulaşır. “Autobiography of Charles Darwin”i yayına hazırlayan kişi olan oğlu Francis Darwin’in sunuş notunu da aşağıda aktarıyoruz.

Charles Darwin’in oğlu Francis Darwin’in notu: Babam, bu kitapta derlenen özyaşamöyküsel anılarını kendi çocukları için ve gelecekte yayımlanmasına dair herhangi bir düşüncesi olmaksızın yazmıştır. Çoğu insan için bu durum imkânsız gibi görünecektir; ancak babamı tanıyanlar, bunun mümkün olmakla kalmayıp aynı zamanda doğal da olduğunu anlayacaktır. Özyaşamöyküsü, “Aklımın ve Kişiliğimin Gelişimiyle İlgili Anılar” adını taşıyor ve bu notla sona eriyor: “3 Ağustos 1876. Hayat hikâyemin bu bölümü yaklaşık olarak 28 Mayıs’ta Hopedene’de (1) başladı ve o zamandan beri neredeyse her öğleden sonra yaklaşık bir saat yazı yazıyorum.” Karısı ve çocukları için yazdığı kişisel ve mahrem yanları olan bir anlatımda buraya aktarılmaması gereken kimi bölümlerin olabileceği anlayışla karşılanacaktır; çıkarılan bölümleri belirtme gereği de duymadım. Bariz yazım yanlışları olan yerlerde kimi düzeltmeler yapmak gerekiyordu, fakat bu türden değişiklikler asgari sayıda tutulmuştur.

 

 

Bir Alman editör, aklımın ve kişiliğimin gelişimiyle ilgili, yaşamöykümden bölümler de içeren bir röportaj için sorular gönderdiğinde, bu tür bir denemenin hoş olacağını, muhtemelen çocuklarımın ve onların çocuklarının da ilgisini çekeceğini düşündüm. Büyükbabamın kendi aklı, neler düşündüğü ve nasıl çalıştığı ile ilgili kendisinin kaleme aldığı bir yazıyı okumanın, bu yazı ne kadar kısa ya da sıkıcı olursa olsun, benim için oldukça ilgi çekici olacağını biliyorum. Aşağıdaki yazıyı, öldükten sonra öteki dünyadan geriye dönüp kendi hayatına bakan birisi gibi yazmaya çalıştım. Bunda da güçlük yaşamadım, zaten hayatımı neredeyse tüketmiş bulunuyorum. Bu nedenle yazma şeklimle ilgili bir derdim olmadı.

 

ÇOCUKLUK VE OKUL YILLARI

“Elime geçen her şeyi biriktiriyordum”

12 Şubat 1809’da, Shrewsbury’de dünyaya geldim, ancak çocukluğumla ilgili ilk anılarım ancak dört yaşımdan biraz büyük olduğum dönemde, denize girmek için Abergele yakınlarına gittiğimiz günlere uzanıyor. Pek azı net olsa da oraya ilişkin kimi olayları ve yerleri hatırlıyorum.

Annem Temmuz 1817’de öldü, ben sekiz yaşlarında bir küçük çocukken ve gariptir, onunla ilgili, ölüm döşeğindeki hâli, siyah kadife geceliği ve ilginç bir yapısı olan çalışma masası dışında pek az şey hatırlıyorum. Bu yılın baharında beni Shrewsbury’de bir gündüz okuluna gönderdiler, bu okula bir yıl devam ettim. Bana, kız kardeşim Catherine’den daha yavaş öğrendiğimi söylüyorlardı, ben de birçok yönden haylaz bir çocuk olduğumu düşünüyordum.

Bu gündüz okuluna (2) devam ettikçe doğa tarihinden ve özellikle de (tür örnekleri) toplamaktan daha fazla keyif almaya başladım. Bitkilerin isimlerini kestirmeye çalışıyor, elime geçen her tür şeyi biriktiriyordum; deniz kabuğu, mühür, damga, madeni eşya, bozuk para, mineraller. İnsanı muntazam çalışan bir doğabilimci, bir üstat ya da bir paragöz olmaya götürebilecek bu toplama sevdası bende çok güçlüydü ve açık ki doğuştan gelen bir özellikti; erkek ve kız kardeşleriminse böyle bir zevkleri yoktu.

Kendi adıma çok insancıl bir çocuk olduğumu söyleyebilirim, fakat bu özelliğimi bütünüyle ablalarımın öğütlerine ve örnek davranışlarına borçlu olduğumu söyleyebilirim. İnsancıllığın doğuştan gelip gelmediği konusunda gerçekten kuşkuluyum. Yumurta toplamayı çok severdim, fakat bir kuşun altından asla birden fazla yumurta almadığımı söyleyebilirim. Sadece bir kez, o da yumurtalar değerli olduğu için değil, bir tür cesaret gösterisi yapma derdiyle fazladan yumurta almıştım.

Balık tutmaktan büyük bir keyif alıyordum, bir göletin ya da nehrin kıyısında bir bankta oturup su üstünde yüzen oltanın mantarını saatlerce seyredebilirdim. Maer’de (3) solucanları tuz ve suyla öldürebileceğimi öğrenmiştim. Muhtemelen kimi durumlarda balık tutmamı engellemiş olsa da, o günden beri asla canlı bir solucanı oltanın ucuna takmadım.

 

“Yalnız başıma uzun yürüyüşler yapmayı severmişim”

1818 senesinin yazında, on altı yaşındayken, Dr Butler’ın Shrewsbury’deki muazzam okuluna gitmiş ve 1825’in yaz dönümüne kadar, yedi sene boyunca orada kalmıştım.

Babamla ablamın anlattığına göre, yalnız başıma uzun yürüyüşler yapmayı seven bir çocukmuşum; ancak yürüyüş boyunca ne düşündüğüm meçhul. Genelde çok dalgın olurdum. Bir keresinde, okula dönerken, artık korkuluksuz yaya yoluna dönmüş olan Shrewsbury civarındaki eski istihkâmların tepesinde ayağım takıldı ve yere düştüm. Neyse ki düştüğüm yükseklik iki metreden biraz fazlaydı. Yine de, bu kısa ama ani ve hiç beklenmedik düşüş anında aklımdan geçenlerin sayısı ve yoğunluğu, fizyologların, düşüncelerin kafada belirmesi için gerekli gördükleri süreye meydan okuyacak kadar şaşırtıcıydı.

Aklımın gelişimi açısından hiç bir şey Dr. Butler’ın okulundan daha kötü olamazdı herhalde. Bir hayli klasik bir okuldu, azıcık kadim tarih ve coğrafyayı saymazsak, hiçbir şey öğretilmiyordu. Bir eğitim aracı olarak okul, bomboş bir yerdi benim için. Hayatım boyunca hiçbir dilde gelişim gösteremedim. Okulda özenle üzerinde durulan şeylerden biri, doğaçlama şiir söylemekti. Bunda da hiçbir zaman iyi olamadım. Çok sayıda arkadaşım vardı. Bir de, eski dizelerden oluşturduğumuz iyi bir koleksiyonumuz. Bazen diğer oğlanların yardımıyla, bu dizeleri birbirine yamayarak her konuda çalışabilirdim. Bir gün öncesinde verilen dersin ezbere öğrenilmiş olmasına çok dikkat edilirdi. Okul kilisesinde, sabah duasında, Virgil ya da Homer’dan kırk elli dize ezberleyebiliyordum ama her dize kırk sekiz saat içinde unutulduğundan bunun da pek yararı olmuyordu. Aylak değildim, boş gezmezdim. Şiir çalışmaları dışındaki zamanlarda, genellikle klasikler üzerinde severek çalışır ve uyarlamaları ya da kopyaları kullanmazdım. Bu çalışmalar arasında biricik keyif aldığım, Horace’ın büyük hayranlık duyduğum lirik övgüleriydi.

 

“Çok çeşitli zevklerim vardı”

Okulu bitirdiğimde tam yaşımdaydım; ne büyük, ne küçük. Sanıyorum tüm hocalarım ve babam, benim oldukça sıradan bir çocuk olduğumu, zekâ düzeyimin standart seviyenin de biraz altında gezindiğini düşünüyordu. Babamın bir keresinde bana “Nişan alıp ateş etmekten, fare yakalamaktan ve köpeklerden başka bir şeyi umursadığın yok. Kendin için de ailen için de yüz karası olup çıkacaksın sonunda” dediğini utançla hatırlarım. Esasında, hayatımda tanıdığım en kibar adam olan ve hayatım boyunca hep sevgiyle anacağım babam, bu sözleri kızgınlıkla sarf ederken, çok da adil davranmamıştı.

Şimdi dönüp, okul dönemindeki karakterime bakınca; oldukça sağlam ve çeşitli zevklerimin olması, ilgimi çeken şeylere dört elle sarılmam ve karmaşık konuları ya da şeyleri anlamaya olan düşkünlüğüm, geleceğe yönelik umut vaat eden özelliklerimdi diyebilirim.

Özel bir öğretmenden Öklid’i öğrenmiştim, tüm o geometrik sağlamaların bende uyandırdığı yoğun tatmin duygusunu hatırlıyorum da… Benzer bir memnuniyeti, amcam (Francis Galton’ın babası), barometrenin verniye ilkesini açıkladığında da hissetmiştim. Zevklerimin çeşitliliğine istinaden, bilimden bağımsız olarak, değişik konularda kitaplar okumaktan büyük keyif alırdım. Genellikle okulun kalın duvarlarının içine oyulmuş eski pencere pervazlarına oturur, saatlerce Shakespeare’in tarihi oyunlarını okurdum. Thomson’un Mevsimler’i ya da Byron ve Scott’ın yeni yayımlanan eserleri gibi şiirler de okuyordum. Bunları anlatıyorum çünkü, maalesef hayatımın sonraki döneminde Shakespeare’inkiler de dahil olmak üzere şiirden aldığım tüm zevki yitirdim. Şiirden aldığım zevkten söz etmişken, 1822’de Galler sınırında at sırtında dolaşırken ilk kez, manzaradan aldığım güçlü zevkin, diğer tüm estetik zevklerden daha uzun sürmüş olduğunu söyleyebilirim.

Okulun ilk zamanlarıydı, bir çocukta, benim de sıkça okuduğum Dünyanın Harikaları kitabı vardı ve diğer çocuklarla kitaptaki kimi ifadelerin doğruluğu konusunda münakaşa ederdim. Sanırım uzak ülkelere seyahat etme isteğini bende ilk uyandıran, Beagle’ın yaptığı yolculukları anlatan bu kitaptı. Okulun sonraki dönemlerinde nişan alıp ateş etmeye tutkulu bir şekilde meylettim. Hiç kimsenin, olabildiğince kutsal sayılabilecek bir amaç için bile, benim kuşlara nişan alıp ateş ederken duyduğum şevki duymuş olabileceğini sanmıyorum. Kurduğum ilk pusuyu ve heyecandan titreyen ellerim yüzünden boşalan silahımı güç bela yeniden dolduruşumu çok iyi hatırlıyorum. Bu zevk oldukça uzun sürdü ve iyi bir nişancı oldum.

 

“Kimya çalıştığımız duyulunca bana ‘Gaz’ lakabını taktılar”

Bilimle ilgili olarak o dönem, mineral toplamaya şevkle devam ettim, ancak çok da bilimsel olmayan bir şekilde. Tek önemsediğim, adı yeni konmuş minerallerdi ve onları sınıflandırmaya da pek kalkışmazdım. Böcekleri az bir özenle de olsa gözlemlediğimi sanıyorum; çünkü on yaşımdayken (1819), üç haftalığına gittiğim Galler’in deniz kıyısına düşen Plas Edwards’ta, kocaman siyah ve kızıl bir ekşilik böceği (Hemipterus), çok sayıda güve kelebeği (Zygoena) ve bir de yeşil kaplan böceği (Cicindela) görünce, ki bunların hiç biri Shropshire’de bulunmazdı, oldukça şaşırmış ve tüm ilgimi onlara yöneltmiştim. Kız kardeşimin yönlendirmesi sayesinde, koleksiyonuma katmak uğruna böcek öldürmenin doğru olmadığına kanaat getirip, bulduğum tüm ölü böcekleri biriktirmeye karar vermiştim. White’ın Selborne’unu okuduktan sonra, kuşları seyretmekten büyük keyif almaya başladım. Hatta konuya ilişkin notlar da alıyordum. Naifçe, her centilmenin neden bir kuş bilimcisi olmadığını merak ederdim.

Okul yaşantımın sonlarına doğru, ağabeyim yoğun bir biçimde kimya çalışmış ve bahçedeki alet edevatı sakladığımız evi, gerekli araç gereçleri yerleştirerek kendi çapında iş görür bir laboratuvar haline getirmişti. Deneylerinin çoğunda kendisine yardım etmeme izin veriyordu. Tüm gazları ve bileşenleri üretebiliyordu. Ben de, kimya üzerine Henry ve Parkes’ın Kimyasal İlmihal’i türünden, birçok kitap okuyordum. Bu konu oldukça dikkatimi çekiyordu ve çalışmalarımızı geç saatlere kadar sürdürüyorduk. Okulda aldığım eğitimin en iyi tarafı da buydu; bana deneysel bilimin anlamını, pratik içerisinde göstermişti. Kimya üzerine çalıştığımız okulda bir şekilde duyulunca, bana “Gaz” lakabını taktılar. Bir keresinde de, zamanımı bu tür yararsız konulara harcadığım için müdür Dr. Butler tarafından azarlanmış ve hiç hak etmediğim halde “poco curante” diye çağrılmıştım. Ne demek istediğini anlamadığım için, kulağıma şiddetli bir kınama gibi gelmişti.

 

Edinburgh yılları ve ilk küçük keşifler

Okulla aram pek iyi olmadığından, babam akıllıca bir iş yaparak beni normalden erken bir yaşta oradan alıp, 1825 Ekiminde ağabeyimle birlikte iki sene kalacağımız Edinburgh (4) Üniversitesi’ne yolladı.

Edinburgh’daki derslerin tamamı konferanslardan oluşuyordu ve Hope’un kimya üzerine verdikleri dışında hepsi inanılmaz derecede sıkıcıydı. Konferansların, okumayla karşılaştırınca hiç yarar sağlamadığı gibi, bir sürü de dezavantajı olduğunu düşünürüm. Dr. Duncan’ın kış sabahları sabahın sekizinde ilaçlar bilgisi (Materia Medica) üzerine verdiği konferansları korkuyla hatırlarım. Dr. Munro’nun insan anatomisi üzerine verdiği dersler de en az kendisi kadar sıkıcıydı ve konu beni hep tiksindirmişti. Keşke zamanında diseksiyon uygulamasına katılmam için daha fazla ısrar etmiş olsalardı. O zaman tiksintimden kısa zamanda kurtulur, gelecekteki çalışmalarım için de paha biçilmez bir deneyim elde etmiş olurdum. Çizim yapma konusundaki yetersizliğim de en az diseksiyon pratiklerine katılmamış olmam kadar ziyana yol açtı. Ancak hastane kliniklerindeki çalışmalara düzenli olarak katıldım; bazı vakalar da beni kötü etkiledi, hatta kimi vakalar hâlâ tüm canlılığıyla gözümün önüne gelir. Ancak hiçbir zaman, bunun devamlılığımı etkilemesine izin verecek kadar aptal olmadım. Tıp eğitimimin bu bölümü beni neden fazla cezbetmedi tam bilemiyorum. Edinburgh’a gelmeden önceki yaz boyunca, Shrewsbury’deki yoksulları, özellikle de kadınları ve çocukları tedavi etmeye başlamıştım. Bir vakayı, yazabileceğim kadar ayrıntılı yazar, tüm belirtileri not eder, sonra yüksek sesle babama okur, vaka ile ilgili ona danışırdım. O da bana, ne tür ilaçlar hazırlamam gerektiğine dair önerilerde bulunurdu.

Başladığım sene ağabeyimin üniversitedeki son senesi olduğundan sonraki yıl kendi başımın çaresine bakmak durumunda kaldım. Bu durum, doğal bilimlerle ilgilenen genç adamlarla tanışmama temel hazırladığı için benim için bir avantaja dönüştü. Bunlardan biri sonradan Asur’daki yolculuklarının anılarını yayımlayacak olan Ainsworth adında bir gençti. Ainsworth, Wernerci bir jeolog idi ve birçok konuda az çok bilgisi vardı. Dr. Coldstream (5) ise çok farklı bir biriydi; ciddi, resmi, oldukça dindar ve kibardı. Sonradan zooloji üzerine kaleme aldığı iyi makalelerini yayımladı. Üçüncüsü, genç yaşta Hindistan’da hayatını kaybeden, iyi bir botanist olduğunu düşündüğüm Hardie idi. Sonuncusu ise, nasıl tanıştığımızı hatırlamadığım, benden oldukça büyük olan Dr. Grant’dı. Zooloji üzerine yazdığı birinci sınıf makaleleri yayımlanmış, ancak Londra’daki üniversiteye profesör olarak geldikten sonra, nedenini hiç anlayamadığım bir şekilde, bilimsel çalışmalarını terk etmişti. Kendisini iyi tanırdım; tavırları kuru ve resmiydi, heyecanını, bu kuru kabuğun altında saklıyordu. Bir gün birlikte yürürken, Lamarck’a ve evrimle ilgili görüşlerine olan hayranlığını coşkuyla anlatmıştı. Sessizce, ama çok da şaşırarak ve hatırlayabildiğim kadarıyla zihnime pek etkisi olmayacak biçimde dinlemiştim kendisini. Daha önce, büyükbabamın Zoonomia’sını okumuştum. Onda da Grant’ınkine benzer görüşlere yer veriliyordu ama oradakiler de üzerimde pek bir etki yaratmamıştı. Yine de, yaşantımın önceki yıllarında, benzer fikirleri duymuş, hafızamda muhafaza etmiş ve çok da farkında olmadan onaylamış olmam ve böylece Türlerin Kökeni adlı çalışmamda benzer görüşlere, farklı şekillerde yer vermiş olmam da oldukça muhtemel. O zamanlar Zoonomia’yı büyük hayranlıkla okumuştum. Ancak on/on beş yıllık bir zaman diliminin ardından ikinci okuyuşumda hayranlıktan ziyade hayal kırıklığı hissettim. Kitapta sunulan spekülasyonlar gerçeklere oranla çok daha fazlaydı.

Dr Grant ve Dr Coldstream daha çok deniz zoolojisiyle ilgiliydiler. Ben, Dr Grant’a, medcezir sonrası oluşan su birikintilerinden hayvan toplarken eşlik ediyor, sonra bu hayvanları küçük parçalara ayırarak inceliyordum. Newhaven’ın kimi balıkçılarıyla da arkadaş olmuş ve midye toplamaya çıktıklarında onlara eşlik etmeye başlamıştım. Böylece elime çok sayıda farklı tür geçiyordu. Ancak, incelemelerim düzenli uygulamalar şeklinde olmadığından ve elimdeki mikroskobun oldukça kötü durumda olmasından ötürü çabalarım yetersiz kalıyordu. Buna rağmen, küçük ama ilginç bir keşifte bulundum ve 1826 yılının başlarında, Plinian Topluluğu önünde, konu üzerine kısa bir makale okudum. Konu şuydu: Flustra yumurtalarının kısa tüyler aracılığıyla, kendi başlarına ve bağımsız hareket yetisi vardı ve aslında tırtıldılar. Bir başka kısa makalede ise, Fucus loreus’un genç hali olduğu sanılan küre şeklindeki küçük yapıların, solucan benzeri Pontobdella muricata’nın yumurta keseleri olduğunu gösterdim.

Plinian Topluluğu (6), sanıyorum, Profesör Jameson tarafından kurulmuştu. Öğrencilerden oluşuyordu, üniversitenin en alt katında bir odada buluşuluyor ve buluşmalarda doğal bilimler üzerine yazılanlar okunup tartışılıyordu. Düzenli olarak katıldığım bu toplantıların üzerimdeki etkisi de, hevesimi artırması ve olan biten hakkında bilgi edinmem açısından oldukça olumluydu.

Küçük topluluğumuzda okuduğumuz yazıların hiçbiri basılı değildi. Dolayısıyla ben de, yazımın yayımlandığını görme keyfini yaşayamadım. Dr Grant Flustra üzerine kaleme aldığı muhteşem notlarında benim küçük keşfimi de dikkate aldı.

 

“Avlanmaktan nasıl da keyif alıyordum!”

Koltuğumun altında her zaman, ilgiyle okuduğum bir kitap bulundurduysam da, yaz tatillerimi tamamen eğlenceye ayırdım. 1826 yılının yaz ayları boyunca, iki arkadaşımla birlikte, sırtımızda çantalarla Kuzey Galler boyunca uzun yürüyüşlere çıktık. Çoğu zaman 30 mil yürürdük, bir keresinde Snowdon yokuşunu da tırmanmıştık. Bir keresinde de kız kardeşimle yine Kuzey Galler’de, bize eşlik eden, eşyalarımızın bulunduğu çantayı taşıyan hizmetliyle birlikte geziye çıkmıştık. Sonbaharlar avlanmaya ayrılmıştı. Genelde Bay Owen’in Woodhouse’taki yerinde ya da Jos Amca’nın (7) Maer’deki yerinde avlanırdım. Avlanma konusunda o kadar hevesliydim ki, av botlarımı, sabah uyandığımda hiç vakit kaybetmemem gerektiği düşüncesiyle giymeye hazır bir halde yatağımın kenarına bırakır, öyle yatardım.

Sezon boyunca vurduğum tüm kuşların kaydını tuttum. Avlanmaktan nasıl da keyif alıyordum! Yalnız, sanırım bu hevesli halimden yarı bilinçli bir şekilde utanıyordum da. Kendimi, avlanmanın entelektüel bir faaliyet olduğuna inandırmaya çalışıyordum. Ne de olsa av, oyunun en iyi nerde oynanacağına ve köpeklerin nasıl yönlendirileceğine karar vermek gibi bazı yetenekleri gerektiriyordu.

Maer’e yaptığım sonbahar ziyaretlerinden 1827’de olanı, tanıdığım en hoş sohbet kişi olan Sir J. Mackintosh’la tanıştığım olduğundan, benim için hep hatırlanmaya değerdir. Sonradan, hakkımda gururumu okşayan bir şey söylediğini duymuştum. Benim için şöyle demişti Sir J. Mackintosh: “Bu genç adamda merakımı uyandıran bir şey var.” Muhtemelen bunu, kendi alanı olan tarih, siyaset ve etik felsefesiyle ilgili olabildiğine cahil olduğumdan, ağzından çıkan her kelimeyi dikkatle dinlediğimi fark ettiği için söylemişti. Böylesine önemli bir insandan övgü almak, doğru yolda ilerlemesine yardımcı olacağından, genç bir adam için çok önemliydi şüphesiz.

 

“Az daha rahip oluyordum”

1828-1831 arası Cambridge’deydim. İki dönem Edinburgh’te kaldıktan sonra, babam, doktor olma fikrinden pek hoşlanmadığımı anladı, ya da bunu kız kardeşimden öğrendi ve rahip olmamı önerdi. Başıboş bir adam olmama haklı olarak karşıydı ki o zamanlar başıboşluk benim kaderim gibi görünüyordu. Düşünmek için kendisinden biraz süre istedim. İngiltere Kilisesi’nin dogmalarıyla ilgili fikrimi açıklayıp açıklamama konusunda vicdani bir hesaplaşma içerisindeydim. Onun dışında, rahiplik bana da uygun bir meslek gibi görünüyordu. Pearson on the Creed’i (Pearson’un İtikat Üzerine Fikirleri) ve ilahiyat üzerine başka birkaç kitabı daha ilgiyle okudum ve o zamanlar İncil’de yazan her kelimenin doğruluğundan zerre kadar kuşku duymadığımdan, bir insanın itikatının tam olması gerektiğine kanaat getirdim.

Şimdi, Ortodoksların şiddetli saldırılarına nasıl maruz kaldığımı göz önünde bulundurunca, vaktiyle rahip olmaya yeltenmiş olmam kulağa oldukça komik geliyor. Aslında ne ben o yöndeki eğilimimden vazgeçmiştim, ne de babam isteğinden vazgeçmişti. Cambridge’ten ayrılırken doğa bilimci olarak Beagle’a katılmamla birlikte bu eğilim ve istek kendiliğinden sönüp gitmişti.  Frenologların doğru söylediklerini varsayarsak, rahip olmak için gerekli özelliklere sahiptim. Birkaç yıl önce Alman bir psikoloji topluluğu yazdığı mektupla benden bir fotoğrafımı istedi. Bundan bir süre sonra da, orada gerçekleştirilen toplantılardan birine dair bilgiler ulaştı elime; kafatasımın şekli halka açık bir tartışmaya konu olmuştu ve konuşmacılardan biri, kafamda on papazın toplamı kadar sayıda saygı duyulacak yumru olduğunu açıklamıştı.

 

Böcek toplama tutkusu

Ama Cambridge’te, başka hiçbir şey bana böcek toplamanın verdiği zevki ve şevki tattıramadı. Aslında zevk aldığım şey toplama faaliyetinin kendisiydi. Çünkü topladığım böcekleri inceliyor değildim. Onları, kimi yayınlarda verilen bilgilerle karşılaştırdığım da seyrekti. Yine de her birine isim verirdim. Bu faaliyetin bende yarattığı zevki anlatmak için bir kanıt sunayım; bir gün, bir ağaç kabuğunu, ağacın gövdesinden koparırken, iki az rastlanır böcek türüne rast geldim. İkisini de elimle ölçtüm. Hemen ardından, aynı yerde, onlardan farklı üçüncü bir türü fark ettim. Bir elimde biri, diğer elimde de öteki duruyordu. Bu üçüncüyü koyacak yerim kalmamıştı ama onu kaybetmeye de dayanamazdım. Sağ elimde tuttuğumu ağzıma atıp, sonuncu böceği bu elime aldım. Kahretsin! Birdenbire o kadar acı bir sıvı salgıladı ki, dilim yandı. Böceği tükürmek zorunda kaldım. Hem ağzımdakini hem de sağ elimdekini kaybetmiştim.

Toplama konusunda çok başarılıydım. İki yeni metot keşfetmiştim; yakalamak için, kış boyunca benimle birlikte gezecek birini tutuyordum. Bu kişi, eski ağaç kabuklarını kaldırıp, bulduklarını büyük çantaya koyuyordu. Ayrıca kayık diplerinde biriken çöpleri de topluyordu, çünkü bunların arasında özellikle nemli alanlardan gelen sazlar birikmiş oluyordu ve bu da seyrek rastlanan türleri biriktirmemi sağlıyordu. Stephen’ın Illustrations of British Insects (İngiliz Haşere İlüstrasyonları)’nda “C. Darwin, Esq. tarafından yakalanmıştır” şeklindeki sihirli kelimeleri gördüğümde hissettiklerimi, herhalde hiçbir şair ilk şiirinin yayımlandığını gördüğünde hissetmemiştir.

Sonradan konu üzerine daha fazla bilgi sahibi oldum ve toplamaya, yıllar sonra ünlü bir arkeolog olacak olan Albert Way of Trinity ile ve aynı kolejden, zamanla tarım uzmanı, büyük bir banliyö hattının başkanı ve parlamento üyesi olarak tanınacak olan H. Thompson (8)  ile çıkmaya başladım. Dolayısıyla, böcek toplama şevki, iyi bir gelecek sahibi olmanın ilk belirtilerinden gibi geliyor bana. Cambridge’te yakaladığım böceklerin çoğunun görüntüsünü hâlâ unutmamış olmam oldukça şaşırtıcı. İyi böcekler yakaladığım kimi bitkilerin, eski ağaçların ve bankların görüntüleri de hâlâ olduğu gibi gözümün önünde. O sevimli Panagaeus crux-major o günlerde tam bir hazineydi. Down’da gördüğüm koşar adım yürüyen böceğin, elime aldığımda P. crux-major,’dan P. Quadripunctatus’a dönüştüğüne tanık olmuştum. Bu, dış görünüşlerindeki çok ufak farklılıklar dışında birbirine çok benzeyen iki böceği birbirine karıştırdığım bir göz yanılsamasıydı. O günlerde hiç canlı bir Licinus görmemiştim. Eğitimsiz bir göz için Licinus’u, sıradan bir kara Carabidous böceğinden ayırmak mümkün değildir.

 

“Henslow’la yürüyen adam”

Hayatım boyunca kariyerimi en çok etkileyen olaya henüz değinmedim. Bu olay, Profesör Henslow’la olan arkadaşlığımdı. Cambridge’e gelmeden önce ağabeyimden, kendisinin, bilimin her dalından anlayan bir adam olduğunu duymuştum. Dolayısıyla kendisini saygıyla selamlamaya çoktan hazırdım.

Profesör, kulüp kapılarını haftada bir kez açardı. (9) Bilimle ilgilenen üniversite öğrencileri ve üniversitenin kimi yaşlı üyeleri haftanın o günü, akşamüzeri buluşurdu. Kısa bir sure sonra ben de davet edilmiştim. Henslow’u iyi tanımadan uzun zaman önce ve Cambridge’teki geçirdiğim zamanın ikinci yarısında, kendisiyle uzun yürüyüşlere çıkmaya başlamıştık. Benden “Henslow’la yürüyen adam” diye söz ediyorlardı. Çoğu akşam aile yemeğine davet ederdi beni. Botanik, entomoloji, kimya, mineraloji ve jeoloji alanlarındaki bilgisi çok genişti. Yapmaktan en keyif aldığı ve başarıyla yaptığı şey, dakikalarca süren gözlemlerinden sonuçlar çıkarmaktı. Çıkarsamaları harika, kararları dengeliydi. Yine de kimsenin, onun bir dahi olduğunu düşündüğünü sanmıyorum.

Henslow çok dindar ve Ortodoks’tu. Bir keresinde bana, otuz dokuz maddeden tek birinin bile değiştirilmesinin (otuz dokuz madde: Anglikan doktrininin kurucu ilkeleri) kendisi için mutlak yas anlamına geleceğini söylemişti. Ahlaki yapısı her anlamda hayranlık uyandıracak nitelikteydi. Gereksiz yere gurur yapmak gibi özellikleri hiç olmadı. Çok alçakgönüllüydü. Kendisini bu kadar az düşünen ve önemseyen bir başka adam daha tanımadım hayatım boyunca. Çabuk sinirlenmezdi ve çok kibardı. Bununla birlikte, haksızlığa gelemediğini, bu tür durumlarda aniden parladığını da görmüştüm.

 

BEAGLE SEYAHATİ

“Babama ve burnuma (!) rağmen…”

Cambridge’teki son senem boyunca, büyük ilgi ve dikkatle okuduğum iki kitap; Humboldt’un Personal Narrative’i (Kişisel Anlatı) ve Sir J. Herschel’in Introduction to the Study of Natural Philosophy’si (Doğa Felsefesine Giriş) beni o kadar heyecanlandırdı ve çalışma şevkimi o denli arttırdı ki, bende, doğa biliminin soylu yapısına naçizane bir katkı sunma isteği gelişti. Başka hiçbir kitap beni, bu iki kitap kadar etkilemedi.

Kuzey Galler’deki kısa jeolojik gezimin ardından eve döndüğümde Henslow’un benim için bıraktığı mektubu buldum. Mektupta, Kaptan Fitz-Roy’un küçük kabinini, kendisiyle Beagle Seyahati’ne onunla birlikte gönüllü çıkacak doğa bilimci bir genç adam için, herhangi bir karşılık beklemeksizin bırakacağını bildiriyordu. O zaman olan biten her şeyi MS. Gazetesinde ayrıntılarıyla yazmıştım. Şimdi burada sadece, benim bu teklif karşısında çok istekli olduğumu ancak babamın şiddetle karşı çıktığını söylemekle yetinip, babamın o zaman bana söylemiş olduğu şeyi aktaracağım: “Bu seyahate gitmeni destekleyecek tek bir sağduyu sahibi adam bulabilirsen, git.” O akşam bir mektupla teklifi reddettim. Ertesi sabah 1 Eylül için hazırlanmak üzere Maer’e gittim. Atış yaparken amcam (10) beni Shrewbury’ye kadar arabasıyla bırakmayı ve benim için babamla konuşmayı teklif etti. Amcam, seyahate gitmem gerektiğini düşünüyordu.

Babam, amcamın dünyadaki en sağduyulu insanlardan biri olduğunu düşünürdü, gerçekten de öyleydi ve benim aşırılıklarımı da duyarlılıkla karşılardı. Cambridge’teyken aşırı müsriftim ve bir keresinde amcam, babamı bu konuda rahatlatmak için, benim, özellikle Beagle seyahati sırasında, izinli olduğumdan daha fazlasını harcayacak kadar aptal olmadığımı söylemişti. Bunun üzerine babam gülümseyerek: “Oldukça akıllı olduğunu bana da anlattılar” demişti.

Ertesi gün, Henslow’u görmek için Cambridge’e, ardından da Fitz Roy’u görmek için Londra’ya doğru yola koyuldum. Kısa zamanda tüm işlerimi hallettim. Zaman içinde Fitz Roy ile samimiyetimiz arttıktan sonra öğrendim ki, burun şeklim yüzünden neredeyse reddediliyormuşum. Fitz Roy, Lavater’in ateşli bir takipçisiydi ve bir kişinin karakterini o kişinin fiziksel özelliklerinden tahlil edebileceğine inanıyordu. Dolayısıyla, benimki gibi burnu olan bir adamın seyahat için gerekli enerji ve kararlılığa sahip olduğu konusunda şüpheleri vardı. Sanıyorum sonradan seyahat arkadaşı olarak benden memnun kaldı ve burnumun yalan söylediğine kanaat getirdi.

 

Kaptan Fitz Roy ve kölecilik tartışması

Fitz Roy’un tek olumsuz tarafı çabuk parlamasıydı. Özellikle sabah erken saatlerde dayanılmaz oluyordu. O kartal gözleriyle, gemide olumsuz bir şeyler mutlaka yakalıyor ve öfkeden çılgına dönüyordu. Bana karşı çok kibardı. Ancak yakın bir ilişkinin kurulmasının gerektiği durumlar için, anlaşması çok güç bir adamdı. Biz de aynı kabini paylaştığımızda, ilişkimizin samimi bir hal alması kaçınılmazdı. Birçok kez kavgaya tutuştu. Örneğin bir keresinde, seyahatin başlarında henüz Brezilya, Bahia’dayken, benim şiddetle karşı çıktığım köleliği savundu, övdü ve bana, seyahate çıkmadan kısa süre önce bir köle sahibini ziyarete gittiğini, adamın kölelerini yanına çağırıp onlara mutlu olup olmadıklarını, özgür olmayı isteyip istemediklerini sorduğunu, kölelerin bu soruya, “Hayır, mutluyuz ve özgür olmak istemiyoruz” diye yanıt verdiklerini anlattı. Bunun üzerine ben de kendisine, belki biraz alaycı bir tavırla, kölelerin, sahiplerinin yanında vermeye zorlandıkları cevapların bir değerinin olup olmadığını sordum. Bu karşılık onu inanılmaz derecede sinirlendirdi ve onun anlattıklarından şüphe ettiğim sürece bir arada kalmamızın mümkün olmadığını söyledi. Gemiyi terk etmemi istediğini sandım ama haber kısa sürede yayıldı ve kaptan, ortalığı yatıştırmak için üsteğmeni yolladı. Gemideki cephane memurlarından, onlarla birlikte odalarında kalmam için bir davet almış olmaktan çok memnundum.

Ama birkaç saat sonra, Fitz Roy her zamanki bağışlayıcılığını göstererek bir memuru, kendisi adına benden özür dilemesi için gönderdi ve yeniden onunla kalmam için ricada bulundu.

Kişiliği bir çok anlamda, hayatım boyunca tanıdığım insanlar içinde en soylu olanlardan biriydi.

 

“Bilimde yaptığım her şeyi Beagle seyahatine borçluyum”

Beagle seyahati, tüm kariyerimi belirleyen, hayatımdaki en önemli olay olmasıyla birlikte, çok önemsiz bir şey sayesinde, amcamın beni otuz mil ötedeki Shrewsbury’ye kadar götürmesi sayesinde gerçekleşmişti. Bunu, az sayıda amca, yeğeni için yapardı. İlk gerçek pratiğimi ve eğitimimi bu seyahate borçlu olduğumu düşünmüşümdür her zaman. Bu sayede, doğa tarihinin birçok dalında yakından gözlem yapma olanağı bulmuştum ve her ne kadar bu konuda hep iyi olmuş olsam da, bu seyahat sayesinde gözlem yeteneğim daha da gelişmişti.

Seyahatin en önemli tarafı, jeolojik inceleme yapmak üzere gezdiğimiz yerlerdi. İlk inceleme için gidilen ilk yer insana hep, kayalardan oluşan bir kaosun içine düştüğü izlenimi vererek, umutsuzluğa sürükler. Katmanlara, kayaların ve fosillerin doğalarına ilişkin kayıt tutmak, başka nerelerde neler bulunabileceğini kestirmeye çalışmak ve orada bulunuşlarına dair nedenler öngörmek ise olayı daha da karmaşık hale getirir. Lyell’in Principles of Geoloyg’sinin ilk cildini, seyahate çıkarken yanıma almıştım. Kitabı oradayken çalıştım ve birçok konuda bana büyük yardımı dokundu.  Kitapta yazılanları sınadığım ilk yer, Cape de Verde adalarındaki St Jago idi. O sınama esnasında, Lyell’in jeolojiye bakışındaki, başka hiçbir yazarla karşılaştırma kabul etmeyecek o üstünlüğü gördüm ve kitap, sonraki çalışmalarım boyunca da hep benimle oldu.

Bir başka işim de, her türden hayvan biriktirip, betimlemek ve denizde bulduklarımın, üstünkörü içlerini açıp incelemekti. Ancak çizmeye yetenekli olmadığımdan ve yeterli anatomik bilgiye sahip olmadığımdan, seyahat boyunca tuttuğum kayıtların büyük bölümü işime yaramadı. Dolayısıyla, sonradan Cirripedia monografisini yazmamda büyük yardımı dokunacak olan Crustaceans’tan edindiğim bilgiler dışında, çok fazla vakit kaybetmiştim.

Günün belli bir bölümünü, Bülten’imi yazmaya ayırmıştım. Gördüklerimi tüm canlılıklarıyla, dikkatli bir şekilde tarif etme konusunda güçlük çekiyordum ama benim için oldukça yararlı bir pratikti. Bülten aynı zamanda, İngiltere’ye eve gönderdiğim mektuplar olarak da işlev gördü.

Yalnız, bu çalışmaların hiçbiri, benim o zamanki çalışma azmimin, istekliliğimin ve enerjimin önüne geçecek önemde değildi. Üzerine düşündüğüm ya da okuduğum her şeyi ya önceden görmüştüm ya da o aralar görmem çok muhtemeldi, çünkü çok fazla geziyor ve çok gözlem yapıyordum. Bu alışkanlığımı seyahatin beş yılı boyunca sürdürdüm. Bilim alanında yaptığım her şeyi bu seyahat sırasında edindiğim deneyim ve eğitim sayesinde yapabildiğime inanıyorum.

 

“Geliştiği, kafa şeklinin değişmiş olmasından anlaşılıyor”

Şimdi dönüp ardıma şöyle bir bakıyorum da, bilime olan aşkım zamanla ilgi alanlarımı da değiştirdi. Nişan alıp ateş etmeye karşı tutkum ilk iki sene boyunca çok yoğun bir şekilde devam etti. O dönem boyunca koleksiyonum için her çeşit kuş ve hayvan vurdum. Ama tüfeğimden, her seferinde daha uzun süreli uzak durdum ve nihayetinde, işimle, daha doğrusu bir ülkenin jeolojik yapısını inceleme aşkımla arama girdiği için talim yapmaktan tamamen vazgeçtim. Zamanla fark ettim ki, gözlem ve araştırma yapmaktan aldığım zevki başka hiçbir şeyden almıyordum. Seyahat esnasındaki çalışmalarım süresince zihnim de gelişmişti ve bunun en açık ifadesi, tanıdığım en iyi karakter tahlili yeteneğine ve şüpheci bir kişiliğe sahip olan babamın sözleriydi. Zihnimin geliştiğini düşündüğünü anlamamı sağlayan şey, frenolojiyle uzaktan yakından alakası olmamasına rağmen, seyahatimden döndüğümde beni görür görmez ablama doğru dönüp “Geliştiği, kafa şeklinin değişmiş olmasından anlaşılıyor” demesiydi.

Seyahat boyunca çok çalıştığımı ve bunu salt araştırma yapmaktan aldığım zevk ve doğa bilimleri alanındaki sayısız gerçeğe yeni gerçekler eklemeye karşı, birçok meslektaşımdan daha güçlü duyumsadığım arzuyla yaptığımı söyleyebilirim.

 

Amacımdan, şöhret edinmek uğruna hiç sapmadım”

Seyahatimizin sonlarına doğru, Ascension’dayken bir mektup aldım. Kızkardeşim, Sedgwick’in babamı ziyaret ettiğini ve kendisine önemli bilim insanlarının arasında yer almam gerektiğini söylediğini yazıyordu. O an, içinde bulunduğum süreçten nasıl haberdar olduğunu anlayamamıştım. Sonradan duydum ki Henslow, kendisine, Cambridge’teki Felsefe Topluluğu’na katılmadan önce yolladığım kimi mektupları okumuş (11) ve onları, özel dağıtım için yayımlatmıştı.

Henslow’a yolladığım fosil kemiği koleksiyonum da paleontologlar arasında heyecan yaratmıştı. Kızkardeşimin gönderdiği bu mektubu okuduktan sonra, Ascension dağlarına neredeyse koşarak tırmanmış ve jeolojik çekicimle oradaki kayaları inletmiştim. Bu, yaptığım işe olan tutkumun bir göstergesiydi. Yalnız bir itirafta bulunmam gerekirse, hayatımın geri kalanı boyunca Lyell ve Hooker gibi kişilerin onayına büyük önem vermekle birlikte, sıradan halkın ne düşündüğünü pek de umursamadım. Olumlu bir görüşün ya da kitaplarımın çok satmasının beni memnun etmediğini söyleyemem pek tabii, ancak bu memnuniyet oldukça kısa süreliydi ve amacımdan, şöhret edinmek uğruna bir adım bile sapmadım.

 

TÜRLERİN KÖKENİ’NE DOĞRU

İngiltere’ye dönüşümden evliliğime (2 Ekim 1836’dan 29 Ocak 1839’a)

Bu iki yıl ve üç aylık zaman dilimi, zaman zaman kendimi kötü hissederek vakit kaybetmiş olsam da, hayatımın en hareketli dönemiydi. Shrewsbury, Maer, Cambridge ve Londra arasında mekik dokumakla geçen dönemin sonunda, 13 Aralık’ta, Cambridge’te bir pansiyona yerleştim. Tüm kolaksiyonum Henslow’un güvenli ellerindeydi. Orada kaldığım üç ay boyunca, Profesör Miller’in yardımıyla minerallerimi ve kayalarımı inceledim.

Bu arada, seyahatler üzerine Bülten’imi hazırlamaya koyuldum. Çok da zor bir iş değildi. Zaten Bülten’imi, önceden büyük bir dikkatle yazmıştım. Şimdi yapılacak temel şey ise, daha ilginç bilimsel bulgularımın bir özetini çıkarmaktı.

Bunun dışında, Lyell’in isteği üzerine, Şili sahillerindeki yükseltilerle ilgili yaptığım gözlemlerime dair kayıtlarımı Jeoloji Topluluğu’na gönderdim (12). 7 Mart 1937’de Londra, Great Marlborough sokağındaki pansiyona yerleştim ve evlenene kadar, yani neredeyde iki sene orada kaldım. Bu iki yıl zarfında Bülten’imi bitirdim, Jeoloji Topluluğu’ndan önce elime geçen birçok çalışmayı okudum, Zoology of the Voyage of the Beagle (Beagle Seyahatinin Zoolojisi)’nin yayını için gerekli ayarlamaları yaptım. Temmuz’da, Türlerin Kökeni’ni oluşturacak olguları yazmaya başladığım ilk defterimin ilk sayfalarını açtım. Ve bu konuyla ilgili çalışmalarıma, sonraki 20 sene boyunca ara vermeksizin devam ettim.

Bu iki sene boyunca yaptığım bir başka şey de, biraz topluluklara girip, Jeoloji Topluluğu’nun fahri sekreterliğini üstlenmek oldu. Lyell’den büyük ilgi gördüm. Karakterinin önemli bir özelliği, başkalarının yaptığı işlere gösterdiği yakın ilgiydi. İngiltere’ye dönüşümde, kendisine sığ kayalıklardaki deniz kabuklarına ilişkin görüşlerimi açıkladığımda bana gösterdiği ilgiye hem şaşırmış hem de bundan büyük keyif almıştım. Onun bu tavrı beni çok cesaretlendirmişti. Öğütlerinin ve verdiği örneklerin üzerimdeki etkileri de büyük oldu.

Tüm gün bilim yapamazdım. Bu iki yıl boyunca, kimi metafizik kitapları da içeren iyi kitaplar okudum. Ancak o tür çalışmalara çok fazla eğilimim yoktu. Wordsworth’in ve Coleridge’in şiirlerini keyifle okuyordum. Excursion’ı (Gezinti) ise baştan sona iki kez okudum. Milton’un Paradise Lost’u (Kayıp Cennet) hep en sevdiğim kitap olmuştur. Beagle seyahati sırasında da yanıma ancak tek bir cilt alabileceğim zamanlarda hep Milton’u seçtim.

 

Hastalıklar… Çalışmalar…

29 Ocak 1839’daki evliliğimden sonra Londra’da yaşadığımız üç yıl ve sekiz ay boyunca, her zaman olduğu kadar çok çalışmış olmakla birlikte, çok daha az bilimsel çalışma yaptım. Bu durumun sebebi, sıkça tekrarlanan rahatsızlıklarımdı. Bunlardan biri uzun süren ciddi bir hastalıktı. Birşeyler yapabilecek durumda olduğum zamanlarımın büyük bölümünde evlenmeden önce başladığım ve üzerindeki son düzeltmeleri 6 Mayıs 1842’de tamamladığım, Coral Reefs (Mercan Kayalıklar) adlı çalışmama yoğunlaşıyordum. Bu kitap, küçük olmasına rağmen, yirmi aylık yoğun bir çalışma temposuna mal oldu. Çünkü Pasifik’teki her bir ada üzerine kaleme alınmış çalışmaları okuyor, krokilere başvuruyor, çalışmaları ayrıntılandırıyordum. Bilim insanları tarafından beğenilmiş ve kitapta verilen teori de iyi kurulmuştu.

Bundan başka hiçbir çalışmam böylesine tümdengelimci bir ruh taşımadı. Zira bu çalışmada kaleme aldığım teori, aslında, Güney Amerika sahillerinde, henüz tek bir gerçek mercan kayalık görmeden aklımdaydı. Dolayısıyla yapmam gereken, sahildeki kayalıkları dikkatli bir analize tabi tutup teorimi doğrulamaktı. Ancak ben, geçen iki sene boyunca daha çok Güney Amerika sahillerindeki belli aralıklarla gerçekleşen alçalma ve yükselmelerin etkilerine dair gözlemler yapmış, erozyon ve tortuların toplanmasına yoğunlaşmıştım. Dolayısıyla buı durum beni kaçınılmaz olarak, alçalmanın etkilerini incelemeye yöneltti. Zaten, zihnimde, mercanların artan oranda büyümesini süregelen tortulaşmayla ikame etmek benim için de daha kolay olmuştu. Bunu yaparak, barier kayalıklara ve mercan adalara dair teorimi de şekillendirmiş oluyordum.

Ayrıca, Londra’daki ikametim süresince, mercan kayalıklar üzerine çalışmamı, Erratic Boulders of South America (Güney Amerika’nın Başkalaşım Kayaları), deprem üzerine olan Earthquakes (Depremler) ve Formation by the Agency of Earth-worms of Mould (Kil Solucanları Aracılığyla Oluşum) başlıklı çalışmalarımı Jeoloji Topluluğu’nda okudum. Bunun dışında the Zoology of the Voyage of the Beagle (Beagle Seyahatinin Zoolojisi)’nin yayımını yönlendirdim. Bu arada, türlerin kökenine dair olguları öğrenme çabasına hiç ara vermedim. Hatta hastalıktan hiçbir şey yapamaz durumdayken bile, bunu yapmaya devam ettim.

1842 yazında, kendimi, bir süredir hissetmediğim kadar iyi hissettiğimi farkedince tek başıma, eski buzulların şimdi vadideki boşlukları nasıl doldurduğunu incelemek üzere Kuzey Galler’e doğru kısa bir yolculuğa çıktım. Gözlemlerimi oradaki Philosophical Magazine’de yayımladım. Bu gezi, kendimi dağlara tırmanacak ya da jeolojik çalışmalar için uzun yürüyüşlere çıkacak kadar güçlü hissettiğim son gezi oldu.

Benim büyük eğlencem ve hayattaki esas uğraşım bilimsel çalışma oldu ve bu işten aldığım heyecan bana zamanı unutturur ya da günlük hayatın rahatsızlıklarından oldukça uzaklara götürür. Bu nedenle, birçok kitabımı yayınlamak dışında hayatımın geri kalanında kaydedeceğim hiçbir şey olmadı.

 

Türlerin Kökeni’ne yoğunlaşma

Eylül 1854’ten sonra, bütün zamanımı not yığınımı düzenlemeye, ayrıntılı incelemeye ve türlerin dönüşümüyle ilgili olarak deney yapmaya ayırdım. Beagle seyahatim süresince, soyu devam etmekte olan armadilloların üzerindekilere benzer bir zırhla kaplı büyük fosil hayvanların Pampean’da oluşmasından, ikinci olarak, oldukça benzer hayvanların kıtanın güneyine gidildikçe birbiri yerini almasına, üçüncü olarak da, Galapagos takımadamlarında yetişenlerin çoğunun Güney Amerika tarzında ve daha özelde adalardan hiçbirinin çok eski tarihi bir coğrafik yapıda olmamasına rağmen grubun her bir adasında çok ufak farklılıklar olması durumuna oldukça şaşırdım.

Diğerleri gibi bu gerçekler de türlerin zamanla değiştiği varsayımını açıklayabilecek bir kanıttı ve bu konu beni esir aldı. Ama bu durum aynı zamanda her türden organizmanın yaşam alışkanlıklarına güzelce adapte olmasındaki sayısız durumu -ağaçkakan kuşunun ya da ağaç kurbağasının ağaçlara tırmanması ya da bir tohumun gaga ve tüylerle yayılması gibi- açıklayabilecek ne çevre koşulları ne de organizmaların (özellikle de bitki örtüsü için) isteğinin kanıtınıydı. Bu tür adaptasyonlara her zaman çok fazla ilgi duydum ve bunlar kanıtlanmadan türlerin değişimini dolaylı kanıtlarla ortaya koymak bana her zaman beyhude bir çaba gibi geldi.

İngiltere’ye döndükten sonra, jeolojide Lyell örneğini takip ederek, hayvanların ve doğadaki ve kültürme altındaki bitki örtüsünün varyasyonunda bir şekilde etkili olan bütün olguları toplayarak bütün konu üzerinde belki bir fikre sahip olunabileceğini gördüm. İlk defterimi 1837’de açtım. Doğru Beconyan ilkeler üzerinde çalıştım ve herhangi bir teori olmaksızın, daha çok uygarlaştırılmış ürünler, yazılı araştırmalar, yetenekli yetiştirici ve bahçıvanlarla yapılan konuşmalar ve geniş bir okumanın ışığında genel çerçevede kanıtlar topladım. Okumuş ve alıntı yapmış olduğum bütün kitapların -bunların arasında süreli yayınlar ve raporlar da bulunuyor- listesini görünce içinde bulunduğum üretim alanı karşısında hayrete düştüm.

Daha sonradan fark ettim ki, seleksiyon insanoğlunun hayvanlar ve bitkilerle faydalı yarışındaki başarısının kilit noktası. Ama doğal durumlarında yaşamakta olan organizmalara nasıl bir seleksiyon uygulanabileceği benim açımdan gizemini koruyordu.

Ekim 1838’de, sistemetik incelememe başlamamdan beş ay sonra, oyalanmak için popülasyon üzerine Marthus’u okudum. Belli koşullar altında elverişli türlerin yaşamı sürdürmeye eğilimli olması, elverişli olmayanların ise yok olup gitmesi durumuna aniden kilitlendim. Yeni türlerin ortaya çıkması bunun sonucu olabilirdi. Böylece en azından üzerinde çalışabileceğim bir teorim oldu. Ama önyargılardan kaçınma konusunda o kadar çok endişeliydim ki, özet bir taslağı bile bir süreliğine yazmamaya karar verdim. İlk olarak Haziran 1842’de teorimin çok özet halini kurşun kalemle 35 sayfa yazma mutluluğunu duymama izin verdim. 1844 yazında da hâlâ sakladığım ve çok az çoğalttığım 230 sayfaya genişlettim.

1856’nın başında Lyell görüşlerimin neredeyse hepsini yazmamı önerdi ve ben de bunu üç ya da dört kere, hemen Türlerin Kökeni kitabımdan sonra mümkün olduğunca geniş bir şekilde yapmaya başladım. Yine de çalışmam sadece, toplamış olduğum ve bu ölçekteki çalışmanın yaklaşık yarısından elde ettiğim materyallerin bir özeti oldu. Ama 1858 yazında Mr. Wallace’ın -o zamanlar Malay takımadalarındaydı- bana Esas türden belirsiz bir şekilde ayrılan çeşitlerdeki eğilim üzerine bir makale göndermesiyle planlarım suya düşmüş oldu. Bu makale benimkinin aynısı olan bir teoriyi içeriyordu. Mr. Wallace eğer makale hakkında olumlu düşünüyorsam, benim onu inceleme için Lyell’e göndermemi istediğini iletiyordu.

Mr. Wallace’ın makalesi hayran bırakacak şekilde sunulmuştu ve oldukça açıktı. Ne var ki, ortak ürettiklerimiz çok az ilgi çekti. Bu da, halkın ilgisini çekebilmek için, herhangi bir yeni görüşün yeterli uzunlukta açıklanmasının ne kadar gerekli olduğunu gösteriyor.

Eylül 1858’de, Lyell ve Hooker’ın şiddetli tavsiyleriyle türlerin dönüşümü üzerine bir cilt hazırlamak için çalışmalara koyuldum. Ama çalışmalarım, sağlık sorunlarım ve Dr. Lane’in Moor Park’taki tatlı yerine ufak ziyaretlerim nedeniyle sık sık bölündü. On üç ay on günlük ağır çalışma sonucunda kitap, Kasım 1859’da, Türlerin Kökeni başlığı altında yayınlandı. Sonraki basımlarına önemli eklemeler yayılmış ve düzeltilmiş olmasına rağmen, büyük ölçüde aynılığını koruyor.

Hayatımın en büyük çalışması olduğuna şüphe yok.

 

SONSÖZLER

“Yapabileceklerimin en iyisini yaptım”

Bütün olarak baktığımda, çalışmalarımın sürekli olarak fazla övüldüğüne şüphem yok. Mücadelelerden uzak durmuş olduğum için mutluyum ve bunu da, yıllar önce benim jeoloji çalışmalarımla ilgili olarak, bana şiddetli bir şekilde, çok nadir iyi bir sonuç doğurması ve zaman ve hırsın acı kayıplarına neden olması yüzünden, hiçbir zaman mücadele içine girmememi salık vermiş Lyell’a borçluyum.

Ne zaman yanıldığımı ya da çalışmamın mükemmel olmadığını anlasam ve aşağılayıcı bir şekilde eleştirilsem ve hatta kendimi incitilmiş hissedecek kadar fazla övülsem, kendime yüzlerce kez şunu demek en büyük rahatlatıcım olur: “Elinden geldiğince ağır ve iyi çalıştın. Hiç kimse bundan fazlasını yapamaz.” Yapabileceklerimin en iyisini yaptım. Eleştiriler istediğini söyleyebilir ama benim bu inancımı yıkamaz.

 

Çalışma-yazma yöntemim

Babam her zamanki canlı hafızasıyla ve azalmamış bütün becerileriyle seksen üç yaşına kadar yaşadı. Umarım ben de akıl sağlığımı yitirmeden once ölürüm. Sanırım doğru tahminlerde bulunma ve deneysel testleri düzenlemede biraz daha yetenekliyim. Ancak, bu belki sadece pratik yapmanın ve daha büyük bir bilgi birikimine sahip olmanın bir sonucu olabilir. Her zaman kendimi açık ve özlü bir şekilde ifade etme konusunda zorluk çektim ve bu zorluk oldukça büyük bir zaman kaybına neden oldu, ama bunun karşılığında her cümle üzerinde uzun süre ve dikkatlice düşünme mükâfatım oldu ve bu da akıl yürütmede, gözlemlerimde ya da diğer yerlerdeki hatalarımı görmemi sağlıyor.

Eskiden yazmadan önce cümlelerimi düşünürdüm. Ama yıllar içinde, kelimeleri kısaltıp ve daha sonra incelikle düzeltecek şekilde mümkün olduğunca kötü bir yazıyla sayfaları elden çıkarmanın zamandan tasarruf sağladığını anladım. Böylelikle kalemimden dökülen cümleler, genelde, ince eleyip sık dokurken ortaya çıkanlardan daha iyi.

Yazma halimden bu kadar çok bahsetmiş olmama bir de büyük kitaplarımda konuyu genel düzenleme için harcadığım onca zamanı ekleyeceğim. Genelde önce, iki ya da üç sayfada genel bir çerçeve ve sonra, bütün tartışmayı destekleyen ya da delilleri sıralayan sayfalarca ikinci bir çerçeve hazırlarım. Bu başlıkların her biri tekrar genişletilir ve ayrıntılı yazmadan önce aktarılır.

Kitaplarımın birçoğunda başkaları tarafından yapılan gözlemler çok geniş ölçüde kullanıldığından ve her zaman elimde aynı anda çokça farklı konu bulunduğundan, dolabın bir bakışta ayrı referans ya da andıç koyabileceğim türden etiketli raflarında otuz ya da kırk büyük dosyadan uzak durduğumdan söz edebilirim. Birçok kitap almışımdır ve sonlarına benim çalışmamla ilgili kanıtların listesini çıkarmış ve kitap benim değilse ayrı özetler yazmışımdır. Büyük bir çekmece dolusu özet kâğıtlarım vardır. Herhangi bir konuda çalışmaya başlamadan önce bütün kısa dizinlere bakar genel ya da sınıflandırılmış bir dizin oluştururum.

 

Estetik duygularımın yitimi

Otuz yaşıma ve hatta sonrasına kadar,  Milton, Gray, Byron, Wordsworth, Coleridge ve Shelley’in çalışmaları gibi, birçok türde şiir bana büyük haz verdi ve hatta bir okul çocuğu gibi Shakes­peare’den, özellikle de tarihsel oyunlarından büyük zevk aldım. Ayrıca, eskiden resimlerden hoşlanırdım ve müzikten büyük haz alırdım. Ama artık epey yıldır bir şiir dizesi dahi okumaya tahammül edemiyorum. Geçenlerde Shakespeare okumayı denedim. O kadar saçma geldi ki, kusacak gibi oldum. Ayrıca, resimler ve müzik konusundaki zevkimi de neredeyse kaybettim. Müzik, bana haz vermek yerine, genellik üzerinde çalıştığım konu hakkında çok fazla enerjik düşünmeme neden oluyor. Güzel manzara konusundaki zevklerimi koruyorum, ama bu da bana eskiden olduğu gibi muhteşem haz vermiyor. Diğer yandan, hayal ürünü romanlar çok üst sıralarda olmasa da, yıllar boyunca muhteşem bir rahatlama ve zevk alma kaynağım oldu. Çoğu zaman romancılara dua ederim. Kısmen iyi olanların ve sonu mutsuz bitmeyenlerin – tek şartım budur- hepsini severim. Benim beğenime göre, içinde birisinin adamakıllı âşık olmadığı -bu tatlı bir kadınsa daha iyi- bir roman birinci sınıf bir roman değildir.

Tarih, biyografi ve gezi (içinde bilimsel kanıtları taşıyanlardan ayrı olarak) üzerine olan kitaplar ve her tür konu üzerine makaleler geçmişte olduğu kadar ilgimi çekerken, bütün bu estetik duyguların böyle ilginç ve acı bir şekilde kaybolması oldukça tuhaf. Beynim, büyük gerçek olgular koleksiyonunun dışında kalan genel yasaları toz buz eden bir tür makine haline gelmiş gibi görünüyor. Ama bu neden beynimin o, daha yüce zevklerin bağlı bulunduğu kısmın körelmesine neden oldu, bunu anlayamıyorum. Aklı benden daha iyi düzenlenmiş ya da kurulmuş bir insan, sanıyorum ki, bu nedenle acı çekmeyecekti. Yeniden dünyaya gelseydim, haftada en az bir gün birşeyler okuma ve biraz müzik dinleme kuralı koyardım. Şu anda körelmiş olan beynimin bir bölümü bu şekilde kullanarak canlı kalırdı. Bu zevklerin kaybolması, doğanın duygusal yönünün zayıflatılarak, mutluluğun kaybolması ve belki de idrakın ve hatta ahlaki yönün zarar görmesidir.

 

“Aklımı hep özgür bıraktım”

Çok hızlı çalışan algıya ya da bazı zeki adamlara göre -örneğin Huxley- çok parlak bir zekâya sahip değilimdir. Bu nedenle, çok zayıf bir eleştirmenimdir. İlk okuduğum bir yazı ya da bir kitap genelde bende beğeni uyandırır ve ancak çok derinlikli düşündükten sonra okuduğumun zayıf noktalarını anlarım. Uzun ve saf düşünce dizisi özetini takip etme gücüm oldukça sınırlıdır ve bu nedenle de metafizik ya da matematikte hiçbir zaman başarılı olamadım. Hazıfam tembel olmasına karşın geniştir. Bu bana incelediğim ya da vardığım sonuca karşı olan ya da onu destekleyen okuduğum birşeyi belli belirsiz söyleyerek dikkatli olmama yetiyor. Ve bir süre sonra yetkinliğim için araştırdığım yerleri genellikle anımsayabiliyorum. Diğer yandan, hafızam o kadar zayıf ki tek bir tarihi ya da bir şiirin tek bir dizesini birkaç günden sonra hiç hatırlayamadım.

Beni eleştirenlerin bazıları “Çok iyi bir gözlemci, ama akıl yürütme becerisi yok” demişti. Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Türlerin Kökeni başından sonuna kadar uzun bir argümandır ve az insanı inandırmadı. Akıl yürütme becerisi olmayan hiç kimse onu yazamazdı. Buluşta ve sağduyu ya da hüküm vermede, en az gerçekten başarılı bir avukat ya da doktorun sahip olması gerektiği kadar yeteneğim var, ama çok yüksek derecede olduğunu düşünmüyorum.

İnsanların dikkatlerinden kolayca kaçırabilecekleri şeyleri fark etmede ve onları dikkatlice gözlemlemede gerçekten iyi olduğumu düşünüyorum. İlk gençlik yıllarımdan bu yana, en çok arzuladığım şey gözlemlediğim her şeyi -genel bazı yasalar altındaki bütün olgular grubunu- anlamak ve açıklamak oldu. Bu nedenlerin bir araya gelmesi durumu, yıllarca açıklanamamış meseleler hakkında düşünmek ya da fikirde bulunmak için bana tahammül veriyor.

Çıkarımlarda bulunabildiğim müddetçe, diğerlerini kör bir şekilde takip edecek biri değilim. Aklımı, çok bağlanmış olsam bile, kanıtlar tersini gösterdiği an herhangi bir hipotezi bırakabilecek kadar hep özgür bıraktım. Bir zaman sonra bırakmak ya da önemli ölçüde değiştirmek durumunda kalmadığım tek bir hipotez bile hatırlamıyorum. Bu, tümden gelimle içi içe girmiş bilimlerden kuşkulanmamı sağladı. Aklı kalıplara almanın bilimin gelişmesine zarar vereceğine inanırım.

Sonuç olarak, bir bilim insanı olarak başarımı, çalışmalarımın ve zihinsel niteliklerimin çok boyutlu oluşuna bağlayabilirim. Ama en önemlisi, bilime duyduğum aşk sayesinde uzun vaka çalışmalarım ve gözlemlerim boyunca gösterdiğim sabır ve sağduyudur. Beni en çok şaşırtan da, bu tür mütevazı niteliklerin nasıl olup da önemli sayıda bilim insanını etkilememe ön ayak olduğu.

 

DİPNOTLAR

1) Son Mr Hensleigh Wedgwood’un Surrey’deki evi.

2) High Street’teki Üniteryen Şapeli’nin rahibi Muhterem G. Case. Bayan Darwin Üniteryen mezhebindendi ve Bay Case’in şapeline gidiyordu. Küçük bir çocukken babam ve ablaları bu okula gittiler. Fakat hem babam, hem de erkek kardeşleri vaftiz edilmişlerdi ve İngiltere Kilisesi’ne bağlanmak istiyorlardı. Biraz daha büyüdüğünde, ilk gençlik döneminin ardından, Bay Case’in şapeline değil kiliseye gitti. Bildiğim kadarıyla (St. James’s Gazette, 15 Aralık, 1883), şimdi Bağımsız Hıristiyan Kilisesi olarak adlandırılan bu şapelde onun anısına bir duvar resmi yapılmış.

3) Küçük dayısı, Josiah Wedgwood’un evi

4) Bayan Mackay’in, 11, Lothian Street’teki evinde kalıyordu. Edinburgh Üniversitesiyle ilgili kayıtlar, 22 Mayıs 1888’de Edinburgh Weekly Dispatc’te, 16 Şubat 1888’de de St. James Gazetesinde yayımlandı. Anlaşıldığı kadarıyla, o ve ağabeyi Erasmus, kütüphaneden, dönemin öğrencilerinden daha çok yararlanmıştılar.

5) Dr. Coldstream 17 Eylül 1863’te vefat etti.

6) Topluluk 1823 yılında kuruldu ve 1848 yılında dağıldı (Edinburgh Weekly Dispatch, 22 Mayıs 1888).

7) Josiah Wedgwood, Etruria Works’ün kurucusunun oğludur.

8) Daha sonra ilk baron olan Sir H. Thompson.

9) Cambridge Oy Kulübü. Kulüp, 1887 yılında kuruluşunun ellinci yılını kutladı. Kulüp 1836’da Henslow’un Cuma akşamları toplantılarının sona ermesinin oluşturduğu boşluğu doldurmak amacıyla çalışmalarına başlamıştı.

10) Josiah Wedgwood.

11) Mektuplar, 31 sayfalık bir kitapçık halinde basılmış, 16 Kasım 1835’teki toplantıda okunmuş ve ardından ve topluluk üyelerine dağıtılmıştır.

12) Geolog. Soc. Proc. ii. 1838, pp. 446-449.

 

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz