Doğumunun 136., İstiklal Marşı’nı yazmasının 88., ölümünün 73. yılında Mehmet Akif Türkiye halkı için ne ifade ediyor? Başka pek çok kavram gibi Akif hakkında da toplumun çeşitli kesimleri farklı duygular besliyor. Türkiye gibi artık iyice duygu ve düşünce parçalanmasına uğramış bir ülkede bu farklılığı olağan karşılamak gerekir. Akif hakkında farklı değerlendirmelerin bulunması, ayrıca onun günümüz ihtiyaçları ve değer yargıları açısından farklı yanlarının olmasından da kaynaklanıyor.
Mehmet Akif, okul öğrencileri ve Türkiye halkının büyük çoğunluğu tarafından “İstiklal Marşı’nın şairi” olarak tanınır. Türk halkına ulusal bir yurtseverlik marşının sözlerini armağan ettiği için de saygın bir yere sahiptir.
Biraz edebiyat, tarih veya siyasetle ilgilenenler ise onun başka şiirler de yazdığını, bu şiirlerinin toplandığı “Safahat” adında bir kitabı bulunduğunu, belki çok az kişi de yazı ve konuşmalarını toplayan kitaplarının olduğunu, onunla ilgili bazı araştırmalar yazıldığını da bilirler.
İnsanlarımız, başka yazarlarımız, şairlerimiz, fikir adamlarımız hakkında Mehmet Akif hakkında bildiklerinden daha fazla ne biliyorlar ki? İstiklal Marşı şairi olduğu için Akif gene de şanslı sayılır.
Doğumunun 136., İstiklal Marşı’nı yazmasının 88., ölümünün 73. yılında Mehmet Akif Türkiye halkı için ne ifade ediyor?
Başka pek çok kavram gibi Akif hakkında da toplumun çeşitli kesimleri farklı duygular besliyor. Türkiye gibi artık iyice duygu ve düşünce parçalanmasına uğramış bir ülkede bu farklılığı olağan karşılamak gerekir. Şimdi artık Kurtuluş Savaşımızın haklı bir savaş olduğu, ulusal birliğin ve yurt bütünlüğünün zorunluluğu, Türkçeyi sevmek ve yüceltmek gerektiği gibi bir ulusun sahip çıkması gereken en temel değerlerde bile bir farklılaşma varken herkesin Akif gibi bir kişi üzerinde aynı düşüncede olması beklenemez.
Osmanlı’nın son demlerinde Mehmet Akif
Akif hakkında farklı değerlendirmelerin bulunması, ayrıca onun günümüz ihtiyaçları ve değer yargıları açısından farklı yanlarının olmasından da kaynaklanıyor.
Akif, Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminin son aşamasında, 19. yüzyılın son çeyreğinde yetişmiş bir fikir adamı ve şairdir. Mahalle Mektebinden sonra dönemin laik okullarında okuyan; veterinerlik gibi bir mesleğe başlayıp üniversite öğretmenliğinde karar kılan Mehmet Akif, dönemin bütün düşünce ve sanat adamları gibi Büyük Fransız İhtilali’nin sonuçlarından etkilenmişti. Batı’da durgunlaşan devrimci atılım Doğu’ya kaymıştı. 1905’te Rusya’da, 1907’de İran’da başgösteren demokratik devrimler, imparatorluğu batmaktan kurtarmak, halkın özgürlük ve refah içinde yaşamasını isteyen aydınları derinden etkiliyordu.
1908 İkinci Meşrutiyet devrimi, Akif’in kendisini serbestçe ifade edebilmesine zemin hazırladı. Şimdi herkes konuşabiliyordu ve fakat gösterilen çözüm yolları farklıydı. Batıcılar, İslamcılar, Türkçüler, sosyalistler aralarında bazı ortak yanlar olmakla birlikte topluma değişik yollar önerdiler. Akif bunların içinde İslamcılığı seçti. Tevfik Fikret’le çatıştı.
İttihat ve Terakki’ye girdi. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Teşkilatı Mahsusa emrinde Arap şeyhlerini elde tutmak için Ortadoğu çöllerine, İngiliz ve Rus ordularından tutsak alınmış Türkler arasında propaganda yapmak için Almanya’ya gönderildi. İstanbul camilerinde verdiği vaazlarda halkı İslam dininin aslına dönmeye, vatan için birlik olmaya çağırdı.
Gösterilen çabalar, İmparatorluğu kurtarmaya yetmedi. İttihat ve Terakki’nin söz sahibi dört önderinin imparatorluğu bir Alman olupbittisi ile savaşa sokması, Türk toplumunu, tarihinde çok az rastlanabilecek bir yıkıma sürükledi.
Mehmet Akif, daha savaş bitmeden, zaten aralarının gitgide açılmakta olduğu Türkçü kadrodan kopmuş, İttihat ve Terakki’den ayrılmıştı. 1918 Mütarekesi herkesin fesini veya sarığını önüne koyup düşünmesi dönemi başlattı.
İttihat ve Terakki politikaları iflas etmişti. Bu parti yönetimi tarafından tasfiye edilmiş ve siyaset yapmaları yasaklanmış Hürriyet ve İtilafçılar, şimdi artık İngiliz yanlısı ve muhafazakâr siyasetlerinin önünün açıldığını düşündüler. Arkalarında İtilaf Devletleri vardı. Onlar açıkça bu güce dayanarak İstanbul’da yeniden iktidar olurken Anadolu’da çok geçmeden yeni bir hareket başgösterdi. Kuvayı Milliye hareketi, Mütareke tarihinde düşman istilası altına girmiş yerlerin elden çıkmasını kabulleniyor fakat Anadolu’nun parçalanmasına razı olmuyordu. Dönemin İtilafçılarının iddiasının aksine içlerinde eski bazı İttihatçılar yer alsa da bu artık İttihatçı bir hareket değildi. Hatta bunu belgelemek için Sivas Kongresi’ne katılan delegeler tek tek kürsüye çıkarak İttihatçı bir siyaset gütmeyeceklerine dair yemin de ettiler. Bu yeni bir “vatan ve millet” hareketiydi.
Akif, Kuvayı Milliye’nin saflarında
İtilafçılar ve Kuvayı Milliyeciler olarak yaşanan bu bölünmede Mehmet Akif, Kuvayı Milliyeciler yanında yer tutmakta hiç tereddüt etmedi.
Mütareke döneminin başlangıcında hemen bütün aydınlar gibi Mehmet Akif de kendisi için son derece can sıkıcı bir bekleme sürecine girdi. Herkes bundan sonra ne olacağını bekliyordu. İstanbul’da siyasi hayat hareketliydi ve esas konu İttihatçılardan hesap sorulması, Türkiye’nin şerefli bir barışa kavuşmasıydı. Bu barışa nasıl kavuşulacaktı? Bu konuda çeşitli ihtimaller üzerinde duruluyordu. Geleneksel İngiliz dostluğu canlandırılırsa bu ülke belki Osmanlı devletinin bütünlüğünü koruyacak ve ona yardım edecekti. Hayır, İngilizler Türkiye’yi bölmek istiyordu ve bu konuda müttefiklerine söz vermişti. Türkiye’nin bütünlüğünü ancak Amerika koruyabilirdi. Bu nedenle Amerikan mandasını kabul etmek en akıllıca çözümdü!
Mehmet Akif, gençliğin nasıl yetiştirilmesi gerektiğini konu alan Asım’ı yazmaya koyulmuştu. Maneviyatı kuvvetli, dürüst ve vatansever, haksever bir gençlik yetiştirilmesini esas alan Asım’da dönemin pek çok konusu da işlenmiştir. 1908’de yayına başlayan, dergi kimliğinde onu başyazarı olarak takdim eden Sıratımüstakim’in devamı olarak yayımlanan Sebilürreşat’ta imzası görülmüyordu. Derginin asıl editörünün Eşref Edip olduğu anlaşılıyor. Bu İslamcı dergi, şimdi İslamî bir düzenin korunmasını asıl işi sayıyordu ve buna ilişkin makaleler, çeviriler yayımlıyordu.
İzmir’in 15 Mayıs 1919 tarihinde işgalinden sonra Türkiye’de iki siyasi grup oluştu. Batı Anadolu’da gelişen Kuvayı Milliye hareketi, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Ordu Müfettişi olarak göreve başlamasından sonra 22 Haziran’da yayımlanan Amasya genelgesi, 23 Temmuz Erzurum ve 4 Eylül Sivas ve aynı tarihlerde Batı Anadolu’da toplanan kongreler teslimiyetçi İstanbul’a karşı güçlü bir seçenek oluşturdu. İngilizlerin hadsiz hesapsız hesaplarına teslim olmamaya kararlı bir Anadolu harekete geçmişti.
İstanbul’un İslami çevreleriyle bağlantısı olan ve Şeyhülislamlığın Fetva Kurumu olan Darülhikme Dairesi’ne başkâtip olarak da atanmış olan Mehmet Akif, bu kutuplaşmada tereddüt etmeden Kuvayı Milliye yanında yerini aldı. Bu konuda ilk eylemini 1920 yılı başlarında Balıkesir’de Kuvayı Milliye’nin daveti üzerine Zağanos Paşa Camii’nde verdiği bir vaazla yaptı. Mustafa Necati, Vasıf Çınar gibi daha sonra Ankara Hükümeti’nde önemli görevler alacak olan aydınlar, bu konuşmadan güç aldılar ve onun konuşmasını yayımladıkları gazete ile bütün yurda duyurdular. Akif bu konuşmasında yurt için ulusal birliğe vurgu yaptı. Yoksa emperyalistlerin İslamları hayvan gibi kullanacağını hatırlattı. Particilik, kavmiyetçilik gibi ayrılıklara yer verilmemesini özellikle istedi. Kavmiyetçilik olarak ifade ettiği milliyetçiliğin İslam toplumunu böleceğini düşünüyordu. Ziya Gökalp’le de bu konularda geçmişte polemik yapmıştı ve Asım’da da bu konuya yer vermişti.
4 Nisan 1920’de Kuvayı Milliye’yi yola getirmek için yeniden iktidara getirilen Damat Ferit Hükümeti, Mehmet Akif’in Darülhikme’deki görevine son verdi. Sebilürreşat’ın artık İstanbul’da yayımlanması imkânsız hale gelmişti. Akif, 16 Mart 1920’de İstanbul’un fiilen işgal edilmesi üzerine artık İstanbul’da barınamazdı. Mustafa Kemal, bütün yurtseverleri tek bir cephede toplama siyasetinin sonucu olarak İslam’ın gür sesli bu şairini Ankara’ya çağırdı. Akif, birçok yurtsever gibi gizlice Anadolu’ya geçti ve Nisan sonlarında Ankara’ya ulaştı. Mustafa Kemal’le Meclis önünde karşılaştılar ve bu buluşmadan ötürü memnun olduklarını karşılıklı olarak dile getirdiler.
Mehmet Akif, iki yerden mebus seçtirildi. Biga ve Burdur. O Burdur mebusluğunu tercih etti, fakat Meclis çalışmalarına katılmak yerine İslam adına Kuvayı Milliye Ankara’sına karşı faaliyetlerin eksik olmadığı Konya’ya gönderildi. Akif, Konya ileri gelenlerini, İstanbul’un değil, Ankara’nın haklı olduğu yolunda ikna etmeye çalıştı. O Burdur, Antalya, özellikle Kastamonu ve ilçelerinde bu faaliyetine devam edecektir. Kastamonu camilerinde yaptığı konuşma Sebilrreşat’ta geniş olarak yayımlandı ve çoğaltılarak cephelere de gönderildi.
Akif, bu konuşmalarında halka Sevr Anlaşması’nı anlatıyor, sömürgeleşmemiş tek İslam ülkesi olan Türkiye’nin kurtuluşu için halkı birliğe ve mücadeleye çağırıyordu. Akif Türkiye’nin dostlarını ve düşmanlarını tam bir yetkinlikle dile getiriyordu. Türkiye’nin düşmanı kapitalist emperyalizm, dostları ise İslam milletleri ile Bolşeviklerdi.
İstiklal Marşı neden Akif’e ısmarlandı?
Mehmet Akif, bu konuşmalarında Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve Mustafa Kemal’e hemen hiç gönderme yapmamıştır. Bunun nedeni, Ankara kadrolarının çoğunluğunun Akif’in geçmişte kavgalı olduğu Milliyetçi-laik kişilerden oluşmuş bulunmasıdır. Bu gerçek Akif biyografilerinde geçiştirilmiştir. Meclis’te yapılan tartışmalar, Milliyetçi-İslamcı çekişmesinin kurumda sürdüğünü göstermektedir. Akif, Meclis kürsüsüne yemin etmenin dışında yalnız bir kez çıkmıştır. Tevfik Paşa Hükümeti’ne Meclis adına bir yazı gönderilecekti. Akif bu yazıdaki dilin yumuşak olmasını istiyordu. Mustafa Kemal bu görüşlere yanıt verme ihtiyacını duydu.
Kemalist Hükümet, Akif’ten yararlanmak için “azami” bir çaba göstermiştir. Türkçü Maarif Vekili Hamdullah Suphi’nin İstiklal Marşı’nı Akif’e ısmarlaması, Akif çekimser bir tutum aldığı halde onu ikna etmeye çalışması bunun kanıtlarından biridir. Yıllardır İslam milletlerinin haline ağlayan, onları daha Balkan Savaşlarından beri cami kürsülerinde ve çıkardığı dergilerdeki yazılarıyla birlik ve mücadeleye çağıran, şiirler yazan Akif, herhalde İstiklal Marşı’nı kimin yazabileceği konusunda ilk akla gelen isimdi. Bunu Mehmet Emin Yurdakul gibi Türkçü bir şairin, Şairi Azam unvanını taşıyan Abdülhak Hamit’in değil de Mehmet Akif gibi İslamcı bir şairin yazmasının nedeni, İslam düşüncesinin halk kitleleri üzerindeki birleştirici rolünün o tarihte milliyetçilikten daha güçlü olmasına yorulabilir. Zaman zaman dalgalar halinde yükselse de sosyalizmin o tarihte Türkiye’de henüz bir edebiyatı ve edebiyatçısı yoktu.
Akif kendisinden istenen bu görevi hakkıyla yapmış, Türk ulusunun kurtuluş destanını kaleme almıştır. Şiirin içeriğini yorumlamaktan aciz bazı kalemler İstiklal Marşı’nı Akif’in hiç de kastetmediği biçimde ırkçılıkla suçlayabilmişlerdir.
Kurtuluş Savaşı yıllarında İslamcıların İngiliz işbirlikçisi ve Damat Ferit yanlısı olduğu yolunda sonradan çıkarılmış ve birçok sosyalistin de inandığı efsane doğru değildir. Gerçi başta İstanbul olmak üzere Padişaha ve Halifeye başkaldırdığı için Kuvayı Milliye’ye kuşkuyla bakan, hatta ona amansız düşman kesilen İslamcı çevreler vardı. Damat Ferit Hükümeti, Kuvayı Milliyecilerin dinsiz, Bolşevik olduğu gibi bir yalanla halkı yanına çekmeye çalışmıştır ama bu çaba derhal karşılığını bulmuş, Şeyhülislam Dürrizade fetvasına karşı Anadolu’da birçok din bilgini ve hocası Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi’nin önderliğinde karşı fetvayı yayımlamışlardır. İkinci Meşrutiyetten beri (önce Sıratımüstakim adıyla) yayımlanmakta olan Türkiye’nin en önde gelen İslamcı dergisi Sebilürreşat’ın Anadolu’ya geçmesi ve Kuvayı Milliye yanında yer alması da bunun önemli bir kanıtıdır. Türkiye dışındaki Müslüman topluluklar da Anadolu’nun zaferi için en azından dua etmişlerdir.
Yeni Türkiye ve Akif’in sürgün yılları
Kurtuluş Savaşı zaferle sona erince kurulacak yeni Türk devletinin milliyetçi-laik bir karakterde olması kaçınılmazdı. Bunun laiklik temelleri zaten Tanzilmat’la birlikte atılmıştı. Milliyetçilik karakteri ise İkinci Meşrutiyet’ten gelişiyordu. Bunları tamamlayan en etkili olgu ise şimdi iktidar dizginlerinin Mustafa Kemal’in eline geçmesidir. Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması, onun millet üzerindeki saygınlığını olağanüstü yükseltmişti. Zayıf da olsa gelişmeye başlayan Türk burjuvazisi, bu sınıf adına yönetim görevini üstlenen bürokrasi eliyle Kurtuluş Savaşı’ndan sonra İslamcıları tasfiye etmiştir. Bu dönem, yalnız İslamcıların değil, Mustafa Kemal Paşa’ya ideolojik veya kişisel nedenlerle muhalefet eden herkesin tasfiye edildiği bir dönemdir.
Mehmet Akif’in bu dönemde artık fikir hayatında söz sahibi olması mümkün değildir. Akif, Birinci Meclis 1923’te dağılınca, her milletvekiline verilen Kurtuluş Savaşı anısı bir tüfekle İstanbul’a dönerken politikaya tövbe etmiş, dergisinde bir süre daha toplumsal hayatın nasıl biçimlenmesi gerektiği konusunda yayınlar sürmüştür. Onun Halifeliğin kaldırılmasına, bozulmuş olduklarını çok önceden itiraf ettiği medreselerin bütünüyle kaldırılmasına ilişkin yasaları içine sindiremediği açıktır. Gelişlerinin ayak sesleri duyulan yeni harfleri, çok evliliğin yasaklanması, kadınların açılması gibi Batılı-modern hayata karşı tepkilidir.
1925’te Şeyh Sait’in Doğu’da başlattığı isyan nedeniyle çıkarılan Takriri Sükûn Kanunu’na dayanılarak her türlü muhalefetin susturulması, tekke ve zaviyeler gibi dini kurumların tasfiyesi, Mehmet Akif için vatanı yaşanmaz bir yer haline getiriyordu.
Onun yıllarca karşı olduğunu açıkladığı milliyetçilik ve batıcılık Türkiye’yi yönetiyordu artık. Ya buna karşı açıktan mücadeleye girişecekti ki buna imkân yoktu. Ya da susup bir tarafa çekilecekti. Bu nedenle bağımsızlığını kazanması için yıllarca nefes tükettiği ülkesini terk etmek zorunda kaldı. 1925’te şapka giyilmesi ile ilgili kanun, onu Mısır’a, Mısır asilzadelerinden Abbas Halim Paşa’nın himayesine sürükleyen uygulamalardan yalnızca biridir.
Akif bu gönüllü sürgün yıllarında yakın dostlarına Ankara’nın bu yeni yönelişinden şikâyet etmiş olmalıdır. Ancak bu konuda tek bir satır yazmamaya özen göstermiştir.
Bu nedenle olmalıdır ki Ankara, onunla belli ölçüde bir bağlantıyı sürdürmek istemiştir. İstiklal Marşı şairi, Kurtuluş Savaşı yıllarında halkın moralini yükselten ve onlarda coşkunluk uyandıran bu şiiri yazarken yaptığı gibi bu yeni dönemde de ulusa faydalı olamaz mıydı? Hükümet, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığı ile ondan Kuran’ı Türkçe’ye çevirmesini istedi. Akif’in hevesle başladığı bu işte sonraları tereddütlere düştü, Ezan ve Kamet’in Türkçe okunması girişimi üzerine, namazda da Kuran’ın Türkçesinin okunacağı kaygısıyla bu işten vazgeçti.
Mısır’da Türkçe öğretmenliği yapan Akif, vatan hasretine dayanamayarak 1936’da hasta olarak İstanbul’a geldi ve 26 Aralık 1936’da 63 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Dönemin hükümetinin Akif’e soğuk baktığı, hastalığında da, ölümünde de onunla ilgilenmediği bir gerçektir. Cenazesi kaldırılırken tabutunun üstüne bir Türk bayrağı örtmeyi, gençler akıl edebilmişlerdir!
Hastalığı sırasında ve ölümünden sonra basında Akif’le ilgili tartışmalar başlamıştır. Onun İslami söylem ve niyetlerine karşı olanlar bile kararlı bir bağımsızlıkçı olduğunu teslim etmekte ve bu nedenle saygıyı hak ettiğini anlatmaktadırlar.
İstiklal Marşı’nın artık değiştirilmesi gerektiğini söyleyenler olmuşsa da bunlar azınlıkta kalmıştır.
1945 sonrası gelen dönüşüm
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye yeni bir dünyaya dahil oldu. 1923’ten beri iktidarını adım adım pekiştiren Türk burjuvazisi için Mustafa Kemal artık tam bağımsızlığın değil, modernleşmenin bir simgesi haline gelmiştir. Bu dönemde “demokrasi” uygulamasının bir sonucu olarak İslamcılar için de fikir hayatında kapılar aralanmaktadır. 1948’de yeniden yayın hayatına atılan Sebilürreşat da artık o eski tam bağımsızlıkçı dergi değildir. Cumhuriyet devriminin laikliği ile hesaplaşmaya başlayan koyu dinci ve gerici bir akımdan ibaret hale gelmiştir. Artık burada Mehmet Akif’in sorumluluğundan söz edilemez, ancak onun ömrü yetseydi, 1945’ten sonra nasıl bir tutum alacağı bir soru işareti olarak durmaktadır. Bu soru, İkinci Meşrutiyet’ten sonra, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında önemli roller almış bütün siyasi kişiler ve fikir adamları için de söz konusudur. İlk Meclis’te Akif’le birlikte bulunan ve ateşli birer burjuva karşıtı olan Celal Bayar, Refik Koraltan, ilk Meclis’te muhafazakâr mebusların tepkisini toplayan ve bu nedenle Maarif Vekilliğinden ayrılmak zorunda kalan Hamdullah Suphi Amerikancıdır artık. Daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında birçok mebus Ankara’da iş takibine koyulmuş, İş Bankası yoluyla ticarete atılmış, köylünün efendi olduğu çoktan unutulmuştur.
Batıcı laikler tarafından İstiklal Marşı şairi olması nedeniyle Türk düşünce hayatından silinemeyen Mehmet Akif’in 1950’lilerden sonra itibarının tam olarak iade edildiğini söylemek mümkündür. İstiklal Marşı şairi olarak Türk halkının zihninde saygın bir yere sahip olan fakat Cumhuriyet devrimiyle uyuşamadığı için yurdu terk ettiği de bilinen Mehmet Akif, muhafazakâr hükümetler döneminde yalnız bağımsızlıkçı bir insan olduğu için değil (herkes bu geçmiş kutsal mücadelenin varisi gibi durmaktadır), İslamcı düşünceleri nedeniyle de yeniden itibar sahibi olmuştur. Özellikle 1980’den sonra pek çok yerde adının okullara verilmesi bunun en belirgin örneğidir. Artık bağımsızlık diye bir dertleri olmayan siyasi İslamcılar, görünüşte onun bağımsızlıkçığının arkasına sığınarak, gerçekte ise İslamcı düşüncelerine hayat vermek için Mehmet Akifçidirler.
Günümüzde Akif’e ihtiyaç var mı?
İçinde bulunduğumuz emperyalizme yeniden bağımlılık sürecinde Mehmet Akif konusundaki tutum ne olmalıdır? Bu sorunun yanıtı doğrudan doğruya Türkiye’nin önündeki sorunların ne olduğuna verilecek yanıtla ilgilidir.
Türkiye’nin temel sorunu Cumhuriyet devrimini korumak, laikliği pekiştirmek ise bu alanda Mehmet Akif’e ihtiyaç yoktur. Orada Atatürk’ten başka Tevfik Fikret’e, hatta Abdullah Cevdet’e ihtiyaç vardır.
Türkiye’nin temel sorunu emperyalizmle mücadele ve tam bağımsızlık ise burada Mehmet Akif’e ihtiyaç vardır. Onun mandacılığa karşı çıkan, tam bağımsızlığı savunan görüşleri Türkiye halkına hatırlatılacak ve örnek alınması istenecektir.
Emperyalizmle ilişkiler açısından Türkiye’nin 1919 yılı koşullarını taşıdığı çok yerde söz konusu edilmektedir. Bu koşullarda bir ulusal cephenin açılması zorunludur. Bu cephede her siyasi akımdan insan bulunacaktır. Özel soru, bu cephede İslamcıların da bulunup bulunmayacağıdır.
Türkiye gibi halkın çoğunluğunun Müslüman kimliği taşıdığı bir ülkede İslami akımlar içinde bağımsızlıkçı bir kolun olmaması mümkün değildir.
Kuşkusuz Türkiye’nin önünde modernleşme ve halkçılık diye bir sorun da vardır. Antiemperyalist bir hareketle modernleşmeyi bağdaştırmak ve halkçılığı da ekleyerek ulusu bu çerçevede bir cephede toplamak siyasette ustalığı gerektiriyor.
Mehmet Akif’i, 1930’lu ve 40’lı yılların Atatürkçülüğü açısından değil, 1920’li yalların başlarındaki Kemalizm ve sosyalizm açısından değerlendirmek gerekir. Bu akımlar, aralarındaki farklılıklara rağmen Batı emperyalizmine karşı birlik oluşturabilmişlerdi.
Yalnız İslamcı Mehmet Akif’i değil, bütün yurtseverleri, emperyalizme karşı mücadelenin ihtiyaçları açısından yeniden değerlendirmelidir. Bu yeni mücadelede bazı Batıcı laikler, hatta “solcular”ın olmayacağı şimdiden görülüyor.
Mehmet Emin Erişirgil, 1956’da basılan, “Mehmet Akif/İslamcı Bir Şairin Romanı” adlı kitabında anlatıyor: Akif hakkında bir kitap yazmayı düşündüğünde bazı dostları “A birader, buldun buldun da bu softayı mı buldun?” der gibi tuhaf tuhaf yüzüne bakarlarmış. Günümüz aydınının Akif hakkındaki düşüncelerinin de bundan pek farklı olmadığını ben de yaşayarak gördüm. 1996’da yayımlanan ve Akif hakkında kapsamlı bir inceleme olduğu açık olan Mehmet Akif kitabım aradan 13 yıl geçmesine rağmen tükenmedi!