Ana Sayfa Dergi Sayıları 120. Sayı AKP’nin ‘sekülerizmi’ ne anlama geliyor?

AKP’nin ‘sekülerizmi’ ne anlama geliyor?

819
0

ABD’deki sekülerizmin bize özgü laikliğin yerine geçmesi, cemaat ve tarikatların yalnız toplumsal alana değil, siyasal yaşama da egemen olması sonucunu doğurur. Kuşkusuz AKP iktidarının isteği, ABD türü bir sekülerizmin Türkiye’de de benimsenmesidir. Laiklik “din ve vicdan özgürlüğüdür”; laiklik “devletin tüm dinlere eşit durması, karışmamasını gerektirir” söylemleri bunun içindir. Yani “bize özgü laiklik” yerine “sekülerizm”in yerleşmesi onların özlemidir.

Şu sıralar gözlerimizin önünde büyük bir düello yaşanıyor. AKP ve cemaatin tarafları olduğu bu düellodan sağ çıkan kim olursa olsun, Türkiye’de siyasetin yıllardır üzerine oturtulduğu muhafazakâr zeminin değişmesi zor görünüyor. Peki, bu zeminde laiklik nasıl konumlanacak? Farklı coğrafyalarda farklı laiklik anlayışlarını doğuran dinamikler nelerdir? Cumhuriyet nasıl bir laikliği benimsemişti? Günümüzde laiklik yerine sekülerizmin dillendirilmeye başlaması ne anlama geliyor? Muhafazakâr “laiklik” nasıl biçimleniyor? Türkiye siyasetinin ve laikliğin geleceğine ilişkin bu soruları Anayasa Mahkemesi eski genel sekreteri Bülent Serim yanıtladı.

Laiklik, genel olarak “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak biliniyor. Laikliğin daha geniş bir tanımı var mıdır?

Laiklik, en geniş tanımıyla, iktidar gücüne yaşam veren egemenliğin gökyüzünden yeryüzüne indirilmesidir; yani egemenliğin kaynağının ilahi güç değil, halk olmasıdır. 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında “Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur” kuralına yer verilmiştir. Demek ki Cumhuriyet dönemi anayasalarımızda laiklik en geniş anlamıyla yer almıştır.

Laiklik aklın özgürleşmesidir. Aklın dinden, bilimin inançtan bağımsızlaştırılmasıdır. Dünya işlerinin aklın ve bilimin yol göstericiliğinde yürütülmesidir.

Laik sistemde din, bireylerin özel yaşam alanlarında bırakılır. Bireyler inanıp inanmamakta, neye inanacaklarında, inandıkları dinin gereklerini yerine getirip getirmemekte özgürdür. Bu özgürlük anayasayla güvenceye alınmıştır; hiç kimse din ve inanç özgürlüğüne müdahale edemez.

Sizin belirttiğiniz, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” biçimindeki tanım, laikliğin klasik tanımıdır. Batılı ülkelerde, daha çok Anglo-Sakson uygarlıklarda kabul görmüş bu tanıma göre “din işleri” ile “devlet işleri” kesin çizgilerle birbirinden ayrılmıştır. Birbirlerinin alanlarına kesinlikle karışmazlar.

Bu anlamda laisizm, sekülerizme mi denk düşüyor?

“Sekülerizm” ve “laisizm” genelde aynı anlamda, birbirlerinin yerine kullanılmakla birlikte; aslında farklı içerikteler. Fakat klasik anlamıyla laiklik uygulamasına sekülerizmi benimsemiş ülkelerde rastladığımızı söyleyebilirim.

Laikliğe yaklaşımlardaki bu farklılaşma nereden kaynaklanıyor?

Bir ülkenin tarihi, siyasal ve sosyal koşulları ile o ülkede yaygın olarak benimsenmiş dinin özellikleri, o ülke için gerekli ve geçerli olan laiklik anlayışını ve uygulamasını büyük ölçüde etkiler.

Anayasa Mahkemesi de kararlarında çok önemli olan bu konuya değinir; laiklik ilkesinin din ve devlet işlerini düzenleyen bir ilke olması nedeniyle,  ülkelerin ve o ülkede geçerli dini koşulların bu ilkeyi etkilediğini; koşullar arasındaki ayrılıkların, ülkelere göre farklılık gösteren, değişik laiklik modellerini ortaya çıkardığını vurgular.

Örneğin, Hıristiyanlık dinini kabul etmiş Batılı toplumlarla İslam dinini kabul etmiş toplumların laiklik anlayışındaki farklılığın temel gerekçesi budur. Hıristiyanlıkta dinin devleti yönetmek gibi bir istemi yoktur. Hz. İsa’nın “Benim hükümdarlığım bu dünyada değildir” ve “Sezar’ın hakkını Sezar’a veriniz” söylemlerindeki anlam, Hıristiyanlığın devleti yönetmek gibi bir istemi olmadığını ortaya koyar.

Kuşkusuz ortaçağda din adamlarının devlet yönetimine egemen olduğu bir dönem olmuştur. Bu, kilisenin güçlenmesi üzerine din adamlarının ihtirasları sonucudur; dinin gereği olarak ortaya çıkmamıştır. Din adamları da yaklaşık 300 yıl süren kanlı savaşlar sonucu derslerini almışlardır. 16-17. yüzyıldan bu yana devlet yönetimi kiliseden tümüyle uzaklaştırılmıştır.

Hıristiyan dinini kabul etmiş Batılı toplumlara bugün baktığımızda, bu toplumlarda yaşayan bireylerin laikliği tam anlamıyla içselleştirdiğini, insanların bırakın “istemeyi”, dinin dünya işlerinde egemen olmasını “düşünemez bile” duruma geldiklerini görürüz. Batılı ülkelerde dinin kötüye kullanılması ve sömürülmesi, siyaseten kullanılması olgusu da yoktur.  Bu nedenle, “din ve devlet işlerinin” birbirinden tamamen ayrılmasını öngören bir laiklik anlayışı, bu toplumlarda sakınca yaratmaz.

Yine bu toplumlarda, laiklik anlayışının farklı olmasının bir nedeni de Hıristiyanlıkta “ruhban sınıf” bulunmasıdır. Bilindiği gibi bu toplumlarda inançları gereği Tanrı ile kul arasındaki ilişkiyi din adamları yürütür. Hatta Tanrı adına af yetkileri bile vardır. Papa, kutsal nitelikte dini bir başkan olarak kabul edilir; kilise tümüyle bağımsız kılınmıştır. İşte, Hıristiyanlığı kabul etmiş Batı ülkelerinde din ve devlet işlerinin birbirinden tümüyle ayrılmasının ve din işlerinin topluma bırakılmasının bir nedeni de budur.

İslam toplumlarında durum nasıl?

Çok farklı. Bir kez dinimiz yalnız inanç kurallarını içermez. Bunun yanında bireysel, toplumsal ve kamusal ilişkileri de içeren kurallara sahiptir. Yani devlet yönetimine taliptir. Nitekim günümüzde, Türkiye Cumhuriyeti dışında tüm İslam ülkelerinde şeriat yönetimi vardır. Parantez içinde belirtmek gerekir ki, son 11 yıllık AKP iktidarının Türkiye Cumhuriyeti’ni getirdiği nokta, onu da tartışılır kılmıştır.

Kuramsal anlatımıyla İslamiyet, bütüncül (totaliter) bir dindir. Bütüncüllük şeriat kavramı ile tanımlanır. Bu özelliği nedeniyle derhal uygulamaya sokulmak üzere tetikte bekler. Bütüncüllük her türlü yaşam alanını kapsar; bireysel, toplumsal ve kamusal alanlar bu kapsamdadır. İslam şeriatıyla bu alanların tümü düzenlenmiştir. Şeriat da toplumsal ve kamusal yaşam alanlarının akla ve bilime göre düzenlenmesine karşıdır.

İkincisi, İslam dininde “ruhban sınıf” yoktur. Din görevlileri kutsal nitelikte değildir. Tanrı ile kul arasına kimse giremez.

İşte bu nedenlerle, İslam dinini kabul etmiş ülkelerde “din ve devlet işlerinin birbirinden tümüyle bağımsız olmasını” öngören laiklik yaşayamaz. Peki, ne yapılması gerekir? Dinin ülke yönetimine karışmaması için önlem alınması gerekir.

 Bu koşullar, Türkiye Cumhuriyeti’nde nasıl bir laiklik anlayışı doğurmuştur?

Bu soruya iki ana başlık altında yanıt vermek gerekir. Birincisi Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradenin, yani Atatürkçülüğün, yani Kemalizm’in laiklik anlayışı nasıl olmuştur? İkincisi anayasalarımızda, özellikle 1982 Anayasası’ndaki laiklik anlayışı nasıldır?

Önce kurucu iradenin laiklik anlayışına bakalım. Kurucu irade, İslam dininin özelliğinden ve Osmanlı Devleti’ndeki uygulamalardan yola çıkarak; tam da kendimize özgü diyebileceğimiz bir laiklik anlayışı benimser. Osmanlı Devleti’nin teokratik yapısının Cumhuriyet’le terk edilmesine karşın toplumun büyük çoğunluğunun kulluk etkisinden kurtulamamış olması, laikliğin Batı dünyasındaki anlamından farklı biçimde ele alınmasına neden olur. Türkiye Cumhuriyeti ile kabul edilen laiklik ilkesi, geçirilen tarihsel deneyimlere, devrimlere, ulusun dinsel ve siyasal özelliklerine ve yurdumuz koşullarına uygun bir anlam taşır.

Bugün bile, kimi kişilerin, örgütlerin ve hatta siyasal partilerin dini nasıl sömürdükleri ve kötüye kullandıkları düşünülürse, Kurucuların laiklik anlayışındaki yaklaşımları daha iyi anlaşılabilir. Kurucu iradenin laiklik anlayışına göre; Türkiye Cumhuriyeti’nin amacı ve hedefi “çağdaş uygarlık” düzeyine ulaşmak; çağdaş uygarlığın temeli ise dünya işlerinde aklı ve bilimi egemen kılmaktır. Dünya işlerinde aklı ve bilimi egemen kılabilmek içinse din ve inanç bireysel alanda kalmalıdır. Dinin bireysel alandan çıkarak toplumsal ve kamusal alana müdahale etmesine asla izin verilemez. Bu müdahaleyi önlemek için devlet, gerekli önlemleri alır. Bu anlayışı Atatürk’ün çeşitli konuşmalarında ve Mahmut Esat Bozkurt’un yazdığı Medeni Yasa gerekçesinde bulabiliriz.

Buradan yola çıkarak anayasal düzenimizdeki laikliğin yerine geliyorum. “Buradan yola çıkarak” dememin nedeni, kurucu iradenin laiklik anlayışının Cumhuriyet döneminin tüm anayasalarına, yani 1924, 1961 ve 1982 anayasalarına da yansımış olmasıdır. Hatta laikliğin temelini oluşturan “Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur” ilkesi, Kurtuluş yıllarının anayasası olan 1921 Anayasası’nda bile yer almıştır.

1982 Anayasası’na bakarak anayasal düzenimizdeki laikliğin tanımını ve içeriğini ortaya koymaya çalışalım. Önce bir saptama yapalım: Anayasamıza göre anayasal düzenin temeli Atatürk ilke ve devrimleri, Atatürk ilke ve devrimlerinin temeli ise laiklik ilkesidir. Bakınız Anayasa’da nerelerde Atatürk ilke ve devrimlerine gönderme yapılıyor:

– Bu Anayasa, Atatürk devrimlerine ve ilkelerine dayanmaktadır; bu doğrultuda anlaşılıp, yorumlanıp, uygulanmak zorundadır. (Başlangıç ve 2. madde)

– Hiçbir etkinlik Atatürk ilke ve devrimlerine aykırı olamaz. (Başlangıç)

– Eğitim ve öğretim Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yapılır. (m.42)

– Cumhuriyet’in emanet edildiği gençler Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yetiştirilir.

– Cumhurbaşkanı ve milletvekilleri, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı kalacaklarına yemin ederler. (m.103 ve 81)

– Atatürk ilke ve devrimlerini araştırmak, tanıtmak, yaymak ve bu konuda yayınlar yapmak görevi, Atatürk’ün manevi himayesinde kurulan Atatürk Kültür, Dil, Tarih Yüksek Kurumu’na verilmiştir. (m.134)

Bu kurallar, anayasal düzenin Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradeye dayandığını, laikliğin de bu iradenin anladığı biçimde anlaşılması gerektiğini ortaya koymaktadır.

Anayasa koyucu bununla da yetinmemiş, Atatürk ilke ve devrimlerinin temelini oluşturan laiklik ilkesinin satırbaşlarına da Anayasa’da yer vermiştir. Buna göre;

– Laiklik ilkesi gereği olarak kutsal din duyguları, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamaz. (Başlangıç)

– Devlet’in sosyal, siyasal, hukuksal ve ekonomik düzeni kısmen de olsa din kurallarıyla düzenlenemez. (m.24)

– Din, din duyguları ve dince kutsal sayılan değerler, siyasal ya da kişisel çıkar ya da nüfuz sağlama amacıyla kötüye kullanılamaz. (m.24)

– İbadet, dini ayinler ve törenler, 14. madde kurallarına, yani laik Cumhuriyet ilkesine aykırı olmamak koşuluyla serbesttir. (m.24) Yani, ibadet, dini ayin ve törenler laik Cumhuriyet ilkesi gözetilerek sınırlandırılabilir.

– Anayasa’da yer verilen hak ve özgürlüklerin hiçbiri, laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan etkinlikler biçiminde kullanılamaz. Kullananlar hakkında cezai yaptırımlar yasayla düzenlenir. (m.14)

– Laiklik ilkesini koruma amacı güden Devrim Yasaları, Anayasa’nın güvencesi altındadır. (m.174)

İşte Anayasamızdaki laikliğin anlamı, tanımı ve içeriği budur.

Bu aşamada bir soru daha sormak gerekir: Acaba, “Anayasal Düzeni Koruma Kurulu” işlevi de gören Anayasa Mahkemesi’nin konuya yaklaşımı nasıldır?

Anayasa Mahkemesi, 1970 yılından beri verdiği onlarca kararında, kurucu iradenin ve biraz önce açıkladığımız anayasal kuralların özüne bağlı kalarak laiklik ilkesini şöyle nitelemiştir:

– Din, devlet işlerinde egemen ve etkili olamaz.

– Din, bireylerin manevi yaşamına ilişkin dini inanç bölümünde, sınırsız bir özgürlük tanınarak anayasal güvenceye alınmıştır.

– Din, vicdanlardaki saygın yerinde kalmalı, dünya işlerine akıl ve bilim egemen olmalıdır.

– Dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak toplumsal yaşamı etkilemesine izin verilemez.

– Devlete, kamu düzeninin ve haklarının koruyucusu sıfatıyla dini hak ve özgürlükler üzerinde denetim ve sınırlama, dinin kötüye kullanılmasını ve sömürülmesini yasaklama yetkisi verilmiştir.

Fransa örneği

Koşullardaki farklılaşmaya rağmen, Türkiye’deki laiklik yaklaşımının Fransa’dakinin kopyası olduğu söylenir. Gerçekten Fransa ile Türkiye’nin laiklik anlayışı bire bir aynı mıdır?

Fransa’nın laiklik anlayışı Türkiye’nin laiklik anlayışını etkilemiştir. Bire bir aynıdır denemese de, Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik ilkesini netleştirirken Fransız örneğinden büyük ölçüde yararlandığı söylenebilir. Çünkü Fransız Devrimi, soylu sınıf ile ruhban sınıfa karşı yapılır. Aynı zamanda, devlet ile dinin ayrılmaya başlamasına ve laiklik düşüncesinin somut olarak ortaya çıkmasına önderlik eder. Bu nedenle devrimi gerçekleştirenler, kamusal alanın dinin etkisinden kurtarılması için yoğun çaba göstermiştir. Bunun yolunun da dinsel yaşamı devlet denetimine alan bir laiklik anlayışından geçtiğini görmüşlerdir.

Fransa’da devlet ile kilise, çıkarılan Laiklik Yasası ile 1905’te kesin olarak ayrılmış ve kilise kendi sınırları gerisine ve çatısı altına çekilmiştir. Laiklik 1946 yılında Fransız Anayasası’na birinci madde olarak girmiştir. Fransa kendini bir “laik cumhuriyet” olarak ilan etmiştir. Fransız halkı ve devleti laiklik konusunda son derece duyarlıdır. Bu duyarlılık bugün de sürmektedir.

Fransa’da laikliğin korunması için nasıl önlemler alınmıştır?

Bir kez, Fransız Anayasa Konseyi, bizde Anayasa Mahkemesi gibi, bu korumanın baş aktörüdür. Bunun yanında Fransızlar laiklik konusunda çok duyarlıdırlar. Fransa’da “konusu ve çalışma alanı” yalnızca laiklik olan, laikliği anlatan, koruyan, savunan sayıları on binlerle ifade edilen “laikliği koruma dernekleri” vardır. Bu dernekler mahallelere dek yayılmış olup, laiklikle ilgili en küçük bir “sapma” karşısında hemen ayağa kalkarlar. Nitekim Scientology adlı tarikatın Fransa’ya sızması karşısında, bu dernekler anında tepki verip, tarikatın ülkelerinde çöreklenmesini önlemişlerdir.

Yani kısaca laikliği özümsemiş halk, korumak için de görev üstlenmiştir. Böyle bir yapıda devletin laikliği koruma konusunda doğrudan müdahalede bulunmasına bile gerek kalmaz. Fakat laiklik konusundaki duyarlılık, zaman zaman devletin de devreye girmesine neden olur. Örneğin, günümüzde Fransa’nın Müslüman sömürge ülkelerinden gelen göçmenlerle başı derttedir. Sorunlardan biri, devlet okullarındaki türban konusudur. Fransa, bunun önlenmesi için Eylül 2013’te “Okullarda Laiklik Yasası”nı çıkarmak zorunda kalmıştır. Öncesinde bir “Laiklik Komisyonu” kurulmuş ve uzun çalışmalardan sonra böyle bir yasaya gerek bulunduğu sonucuna varılmıştır. Çünkü İslamcı direniş, okullarda örtünme, beden eğitimi ve yüzme derslerini boykot etmenin ötesine geçip neredeyse bütün derslere sıçramıştı. Herhangi bir derste, bir Müslüman öğrenci, öğretmene “Anlattığınız şeyler benim dini inancıma ters düşüyor, bu nedenle öğrenmek zorunda değilim” diyebiliyordu. Yasa, Fransa’da artık laiklik ve cumhuriyet ilkelerini umursamaz duruma gelen siyasal İslamcı örgüt ve akımları denetim altında tutmayı amaçlamaktadır. Devlet, laikliğin giderek tehlikeye düştüğünü görüp, derhal müdahale etmiştir.

 Yönetenlerle birlikte laiklik de değişiyor

Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca laiklik ilkesi aynı mı kaldı? Farklı anayasalarda farklı laiklik yaklaşımları olduğundan söz edebilir miyiz?

Hayır, farklı anayasalarda farklı laiklik yaklaşımları olduğundan söz edemeyiz. Söylediğim gibi, Anayasalarımızın tümü kurucu iradenin laiklik anlayışını benimsemiş ve ona göre kurallar getirmiştir. Ancak devleti yöneten iktidarların farklı laiklik anlayışları olmuştur. Ne yazık ki oy kaygısıyla 1950’den beri laiklikten ödün verildiğine tanık oluyoruz. Ama bu ödünler bile, siyasal iktidarların laikliği tümüyle yok etmesi sonucunu doğurmamıştır; Erbakanlı koalisyonlar dışında böyle bir amaç da yoktur. Ne var ki AKP iktidarını hepsinden ayrı tutmak gerekir. Çünkü birçok kez söyleyip yazdığım gibi, AKP’nin bir büyük projesi vardır. Bu, Atatürk Cumhuriyeti’ni İslam cumhuriyetine dönüştürme projesidir. AKP, bu projeye bağlı olarak laikliği sulandırmak için, onu “din ve vicdan özgürlüğü” biçiminde tanımlama ve henüz tam anlamıyla hukuken olmasa bile fiilen yok etme çabasına girmiştir.

Laikliği “din ve vicdan özgürlüğü” olarak tanımlamanın sakıncası nedir?

Bakınız, Türkiye’deki gericilerin, gericiler derken Türkiye’yi ortaçağ karanlığına sürüklemek, İslami kuralların egemen olduğu bir düzende yaşamak isteyenleri kastediyorum, bir tezleri vardır; bu tezi İslami rejimi getirebilmek için kullanırlar. Derler ki, “Türk Devrimi’ni gerçekleştirenler yüzlerini İslam uygarlığından Batı uygarlığına çevirdiler. Ancak toplum yerinde saydı. Bu durum devrimi gerçekleştiren elitler ile halk arasında kopukluk oluşturdu. Devleti millet ile barıştırmak gerek. Bunun için de Cumhuriyet, İslami değerlere göre yeniden oluşturulmalıdır.”

İşte oynanan oyunun kodları bu görüşte yatıyor. Bu söylem kısaca “laikliği yok edelim” demektir. Ancak onlar bu söylemin tepki çekeceğini bildikleri için, “laikliği yok edelim” demiyorlar; “laikliği yeniden tanımlayalım” diyorlar. Bunu yaparken de “laiklik din ve vicdan özgürlüğüdür” diyerek, laikliği nasıl yok edeceklerinin sinyalini veriyorlar. Başbakan Erdoğan ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın söylemlerine bakarsak bunu açık biçimde görürüz.

Laikliği din ve vicdan özgürlüğüne indirgemek, yok etmekle eş anlamlıdır. Eğer laiklik din ve vicdan özgürlüğüne indirgenirse, toplumun dinselleştirilmesine hizmet eden bir işlev görür duruma gelir.

Bu söylediğimizin kanıtı Osmanlı Devleti’dir. Bildiğiniz gibi Osmanlı Devleti’nde “din ve vicdan özgürlüğü” vardı. Tüm azınlıklar inançlarında ve bunu yaşamakta özgürdüler. Ama Osmanlı Devleti’nin dini İslam’dı ve şeriat devleti vardı. Ve Müslümanlar dinlerini inandıkları gibi yaşayamıyorlardı.

“Birey laik olmaz, devlet laik olur” diyenler de bunlardır. Hem “birey laik olmaz” diyeceksiniz, hem “Hem Müslüman, hem laik olunmaz” diyeceksiniz, hem de “laiklik din ve vicdan özgürlüğüdür” diyeceksiniz. Tüm bunları söyleyen Milli Görüş ekolünde yetişmiş Başbakan Erdoğan’dır. Bu üçünün bir arada söylenmesi bile laikliği yok etme projesini yansıtmaktadır.

Aslında toplumsal ve kamusal yaşamı dinselleştirmek istediklerini Refah Partisi milletvekili Abdullah Gül yıllar öncesinde söylemişti. Anımsayalım, ne demişti Gül, “Biz İslam’ı camiden çıkarıp toplumsal yaşama sokacağız” ve “şeriata uygun olmayan yasalar kalkacak” demişti.

“Birey laik olmaz, devlet laik olur” söylemi, muhafazakârlarla birlikte liberaller tarafından da çokça kullanılmakta. Laik bir devletin var olması için bireylerin laik olması gerekir mi?

Bilinmelidir ki, birey laik olmadan toplum ve devlet laik olamaz. Çünkü laiklik bir yaşam biçemidir; laik birey isterse inancını içinde taşır, ibadetini yapar ve toplumsal ve kamusal yaşamda da laikliğin gereğini yapar; kimsenin inancına ve ibadetine karışmaz. Laik birey özet olarak bu demektir.

Birey laik olmadan toplumsal ve kamusal yaşamda laikliği sürdürmenin olanağı yoktur. Siyasal iktidarın istediği tam da budur. Nitekim Türkiye’de bugün bu durum yaşanmaktadır. Yani laik toplum ve devlet yok edilmiştir. İslami rejim büyük ölçüde yerleşmiş; İslami cumhuriyete erişmede epeyce yol alınmıştır.

Peki, AKP bunu nasıl başardı?

AKP, bunu sivil darbe yaparak, “Parti Devleti” kurarak başarmıştır. Parti devletinde de tek yetkili kişi egemenliği vardır.

Şunun altını çizmek gerekir: AKP iktidarı döneminde, ünlem işareti koyarak ve parantez içinde söylüyorum, başarıyı sağlayan süreçte dört kırılma noktası vardır. Bunlardan ilki, Cumhuriyet’e sonuna kadar sahip çıkan Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolması ve yerine bir AKP’li olan Abdullah Gül’ün, yalnızca AKP oylarıyla cumhurbaşkanı seçilmesidir. İkinci kırılma noktası, Anayasa Mahkemesi’nce “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmakla” suçlanan AKP’nin kapatılmayarak, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetmesini sürdürmesine olanak sağlanmasıdır. Üçüncüsü, 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliğiyle yargının ele geçirilmesidir. Dördüncü kırılma noktası da, 2011 genel seçimlerinde AKP’nin oylarını artırıp, neredeyse yüzde 50’ye varan oy oranıyla yeniden iktidar olmasıdır.

Bu kırılmalar AKP iktidarına Cumhuriyet’i yok etme, laik Cumhuriyet’i İslami cumhuriyete dönüştürme yolunda önemli kolaylıklar ve olanaklar sağlamıştır.

Atamalarla, kamu kurum ve kuruluşlarını ele geçirme operasyonunda yargının ele geçirilmesi iki önemli sonuç sağlanmıştır: 1) Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Atatürk Cumhuriyeti’ni ve ulusun çıkarlarını savunan hemen hemen tüm üst kademe görevlileri tutuklanıp, mahkûm edilmiştir. 2) Anayasa Mahkemesi, HSYK, Yargıtay ve Danıştay’ın üyeliklerine ve önemli yargı yerlerine, AKP iktidarının dünya görüşünü paylaşan yargıç ve savcılar atanmıştır.

Böylece Anayasa Mahkemesi’nin laikliğin tanımını değiştirmesi; Danıştay’ın türbanın kamuda serbest bırakılmasına katkı sağlaması; özel yetkili mahkemelerin, siyasal iktidarın isterleri doğrultusunda karar vermesi sağlanmıştır.

Bundan sonrasına bakacak olursak, laikliğin olası bir yeni anayasada ne şekilde yer alacağını öngörmek mümkün mü? Örneğin, tarikat ve cemaatlerin siyasette meşru olmasını sağlayan ABD usulü sekülerizm anayasada yer bulabilir mi?

Önce kısa bir saptama yapalım. Daha önce de açıklamaya çalıştığım gibi Batılı toplumlar laikliği içselleştirmiş, bilinç düzeyi yüksek, eğitimli bireylerden oluştuğu ve devletler bu yolda gerekli önlemleri aldıkları için dinin devlet yönetimi yönünden riski yoktur.

ABD’de de bu gerekçelere bir de derin devleti eklemek gerekir. Hani Türkiye’de sık sık derin devletten söz edilir ya, aslında gerçek derin devlet ABD’dedir ve rejimin bir arpa boyu saptırılmasına asla izin vermez. Kaldı ki ABD’de cemaat ve tarikatlar marjinal gruplardır. Yönetime talip olmaları düşünülemez bile. Tersi durumda ise devlet derhal önlemini alır.

Bakınız ABD, dünya düzeyindeki okullarından yararlandığı için Fethullah Gülen’i ülkesinde korumaya almıştır ve onunla işbirliği yapmaktadır. Buna karşın, Gülen okullarının ABD’de çoğalıp, çok sonraları için bile olsa rejim yönünden tehlike göstermeye başladığını saptadığı anda düğmeye basmış ve bu okulları denetime almıştır. O nedenle ABD’deki sekülerizmin bize özgü laikliğin yerine geçmesi, cemaat ve tarikatların yalnız toplumsal alana değil, siyasal yaşama da egemen olması sonucunu doğurur.

Kuşkusuz AKP iktidarının isteği, ABD türü bir sekülerizmin Türkiye’de de benimsenmesidir. Laiklik “din ve vicdan özgürlüğüdür”; laiklik “devletin tüm dinlere eşit durması, karışmamasını gerektirir” söylemleri bunun içindir. Yani “bize özgü laiklik” yerine “sekülerizm”in yerleşmesi onların özlemidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik anlayışı, AKP döneminde Anayasa’nın askıya alınması sonucu fiilen sona erdirilmiştir. Bugün adı konulmayan bir dinci rejim hızla yerleşmektedir.

Bunun son adımı olarak, daha doğrusu yaratılan fiili durumun anayasal dayanağını oluşturmak için AKP iktidarının yeni anayasa çalışmalarını coşkuyla desteklediği, hatta başlattığı bilinen gerçektir.

Yeni anayasa istenmesinin ana amacı da İslami cumhuriyetin hukuksal alt yapısını oluşturmaktır. Bunun güvencesi olarak da başkanlık sistemi üzerinde durulmuştur.

Sevinerek belirmek gerekir ki, yeni anayasa çalışmaları sonlandırılmış, Anayasa Uzlaşma Komisyonu dağılmıştır. Ancak AKP’nin ve liderinin bundan vazgeçeceği sanılmamalıdır. Eğer 2015 genel seçimlerinde AKP yine tek başına iktidar olursa yapacağı ilk iş, tek başına yeni anayasa yapmak olacaktır. Fakat bir cümleyle belirtmeliyim ki, hem hukuksal, hem anayasal nedenlerle ve hem öğreti elvermediği için, TBMM’nin yeni bir anayasa yapma hakkı ve yetkisi yoktur.