Avrupa’da 1830 ve 1848 Devrimleri Avrupa’nın 19. yüzyıl devrimciliğinin ilk örnekleridir. Ama bu devrimlerin esas özelliği, ayaklanmalara ve devrimlere geniş emekçi kitlelerin katılımının ve işçi sınıfı önderliğinin yolunu açmasıdır. Artık devrimler “burjuva önderliğe” mahkûm olmayacaktır. 30 ve özellikle 48, tarih sahnesine yeni oyuncular çıkarmıştır. Manifesto’nun bu devrimler döneminin ürünü ve sonucu olması bir raslantı değildir.
Viyana Kongresi günlerinden başlayarak, huzursuzluklar gerici ittifakların, gerici ittifaklar baskıların, baskılar yasakların, yasaklar ayaklanmaların, ayaklanmalar devrimlerin, devrimler karşıdevrimlerin nedeni ve/veya gerekçesi oldu.
Viyana Kongresi ve Almanya’nın gündemine oturan Alman Birliği
19. yüzyılın 10’lu yılları: Napoleon’un tarih sahnesinden çekilmesi, Fransa’nın Rusya’dan, Polonya’dan, Prusya’dan, Avusturya’dan, İtalya’dan çekilmesi demek oldu. Avrupa, yeni ülkeleri, yeni yönetimleri, yeni sınırları, yeni haritalarıyla yeniden şekillenecek, “Avrupa Barışı” tesis edilecekti. 1815’te yapılan Viyana Kongresi (1), Napoleon sonrası dönemde bunu sağlamak içindi.
Kongre, aslında fiili olarak 1806’da işi bitmiş olan Kutsal Roma Cermen İmparatorluğuna resmen son verdi ve altmışa yakın Alman devletini bir araya getirmeyi amaçlayarak “Alman Konfederasyonu”nu (Cermen Konfederasyonu) kurdu. Oysa Prusya, “Alman Birliği” istiyordu ve kongrenin bunu kabul etmesi için çok çaba harcadı; ama başta Avusturya olmak üzere Avrupa devletleri, Almanya’nın feodal parçalanmışlığının sürmesinde kendileri için yarar gördüklerinden konuya ilgisiz kaldılar.
Almanya’nın birliği sağlanamadığı gibi, bir merkezi yönetim de ortaya çıkamamıştı, hatta ademi merkeziyetçilik ve bölgecilik her alanda hakimdi. Sorun, o dönemde çok yanlış olduğu düşünülmeyen yerelci ve gelenekselci anlayışların sonraki dönemlerdeki hiçbir ihtiyacı karşılayamaz olmasında, hatta ayak bağına dönüşmesinde ve mutlaka terk edilmek zorunda kalınmasında yatıyordu.
Almanya’nın parçalanmışlığı bu yüzden adeta güvence altındaydı. “Zor”u davet eden nedenler arasında bunlar da vardı.
18. yüzyılın sonuna kadar, “Almanların tevazusu” diyebileceğimiz bir ruh hali, başka milletlerin üstünlüğünü kabullenme şeklinde süregelmişti. Roma, Fransa ve İngiltere karşısında belirgin olan bu “Cermen yetersizliği”, Fransa ve İngiltere’nin milli devletlerinin etkinliklerini tarih sahnesine getirmesinden ve bunun anlaşılmaz bir şey olmaktan çıkmasından sonra Almanlara önemli bir şey gösterdi, bu örnekleri Almanya’nın da izlemesi gerekiyordu. Milli devlet, varolmak için kaçınılmazdı artık. Başka milletlere boyun eğmemek için, onlardan geride kalmamak için, bu siyasal örgütlenme biçimini örnek almak şart gibiydi. Bu bilinç, emperyal mirasın olumsuz ağırlığı altındaki fazla geniş Avusturya’da değil, elbette kabına sığamayan ve arayış içindeki Prusya’da ortaya çıkacaktı.
Sayıları otuz dokuzu bulan önemli Alman devletlerinin (2) hepsinin içinde olduğu ve onursal başkanlığını Avusturya imparatorunun yaptığı “Cermen Konfederasyonu”nda inisiyatif Avusturya’daydı. Zaten, “birliği önlemeye yönelik birlik” önerisinin de sahibi Avusturya’ydı. Avusturya, milli devleti, isteyemez, savunamaz, önüne koyamaz ve gerçekleştiremezdi. Prusya ve Avusturya milli devlet modeli konusunda anlaşamıyorlardı ve anlaşamazlardı, ama çok iyi anlaştıkları konular da olacaktı.
Bu süreçte Avusturya’nın önderliği tarihsel evrimle uyum içindeydi. Çok ırklı heterojen bir imparatorluk geleneği, federasyon içinde yer alacak prensliklerin bireyselliklerine saygılı olmaya Prusya’dan daha yatkındı. Ancak diğer ihtiyaçlara cevap verememesi bakımından yaşanılan sürecin geçiciliği de ortadaydı.
Alman milliyetçiliğinin yüzünü döndüğü güç hızla Prusya oluyordu. Avusturya’nın “Cermenlikten uzak” oluşu da iyice dikkati çekiyordu artık. Hem kozmopolitizm, “birliğe” göre bir şey değildi.
“Kutsal İttifak”, kıtasal baskı ve Alman gericiliği
Prusya ve Avusturya’nın başını çektiği, sonradan bütün Avrupa hükümdarlarının katıldığı “Kutsal İttifak” (gene 1815), siyasal ve dinsel düşünce özgürlüğünün ortaya çıktığı her yerde hemen bastırılmasını, devrim düşüncelerinin ve milliyetçi akımların görüldüğü anda derhal ezilmesini öngörüyordu. Vaat edilen ve hazırlıkları da ilerlemiş anayasa bu yüzden rafa kaldırılacak, İttifak’ın gerici etkisi, 1830 Devrimlerinde parçalanana kadar yalnız Alman topraklarında değil, bütün Avrupa’da etkisini gösterecekti.
1807 ve 1811’de toprağa bağlı yükümlülüklere son verilmiş, köylüler “azat edilmiş”ti ama daha da yoksullaştılar.
1810’da mali ayrıcalıklar kaldırılmış, kilise mallarına el konmuş, sanayi özgürleştirilmeye çalışılmış, ordu mevcudunu artırma yasağı (3) işlemez hale getirilmişti ve bunlar Prusya’nın önündeki ayak bağlarını kaldırmış, gelişmenin önünü açmıştı.
1812’de uygulamaya sokulan Eşitlik Kararnamesi, 1816’da yürürlükten kaldırılacaktı.
1818’de Prusya’nın, kendi çevresindeki yirmi kadar Alman devletiyle arasındaki gümrük işlemlerini kaldırması ve dışarıya karşı kısıtlamalar koymasıyla yerli üretimi ve iç piyasayı gözeten “Gümrük Duvarları” uygulaması başladı. Böylece milli birlik yolunda bir adım daha atılmış oluyordu.
1815’ten sonra kurulan işlevsiz Frankfurt Parlamentosu Avusturya ağırlığı altındaydı. 18
1824’te Berlin 150 bin nüfusuyla ve cılız sanayisiyle henüz bir varlık gösteremiyordu ama Prusya’nın önü her geçen gün daha fazla açılıyordu. 1848’de kurulan Frankfurt Parlamentosu, 1849’da Prusya politikalarının altında ezilecek, Alman topraklarında Avusturya’nın belirleyiciliği, yerini yavaş yavaş Prusya ağırlığına bırakmak zorunda kalacaktı.
Bu arada, bağımsızlık ve birlik isteklerinin nasıl biçimlendiği ve nasıl eylem tarzları geliştirdiği de dikkate değer özellikler göstermektedir.
1817’de gençlik örgütlenmeleri Wartburg şatosunda toplandığında (4), siyah-kırmızı-sarı renkli bayraklar altında (5) ateşli konuşmalar yaptılar ve Prusya gericiliğini ve militarizmini simgeleyen Prusya ordusunun subay üniformasını ve daha başka gericilik sembollerini yakmakla birlikte, çok sonraları Hitler’in yapacağı türden bir eylemi de gerçekleştirdiler. Birlik ve bağımsızlık karşıtı yazarların yazdıklarını, Fransız düşünürlerinin eserlerinin örneklerini ve onları sembolize eden kâğıtları-belgeleri, “Cermenlik adına” büyük bir coşkuyla tutuşturdular. (6)
Eylemin sahibi Burschenschaften adlı öğrenci örgütlenmeleri, bağımsızlıkçılıktan komşulara düşmanlığa, vatan savunmasından savaşçılığa, cumhuriyetçilikten saldırganlığa, özgürlükçülükten yayılmacılığa, Almanlığı savunmaktan Yahudi düşmanlığına savruluyordu.
Napoleon’un, yeni yükselen milliyetçi akımdan çok geleneksel yönetici güçler tarafından yenilgiye uğratılmış olması, bu dönemde demokratik hiçbir gelişme olmamasının, halkın hiçbir bakımdan dikkate alınmamasının nedeniydi. Prusya ve Avusturya ve elbette diğer bütün prenslikler, en başta Hannover, Mecklenburg, Bavyera, Württemberg, Baden, Saksonya vb, Fransa’yı Almanya’dan atmak konusundaki ortak bilinçleri ve tutumlarıyla “başarılı” olmuşlardı. Avrupa’nın büyük güçleri de Fransa’ya karşı onların “yanına” gelmişti. Bu bakımdan şansları yaver gitmişti, ama halk kitleleri devre dışı kalmıştı. Hükümdarlar gene aynı şekilde hükümdardılar. Yönetimleri için tehlikeli olabileceği düşüncesiyle bütün yönetimler milliyetçilik eğilimlerine ihtiyatla yaklaşıyor, milliyetçilikten adeta kaygı duyuyor ve bunlardan uzak durmaya çalışıyorlardı.
Eylemcilerin eğilimleri esas olarak monarşi karşıtı olmadığı halde kraliyeti ve bütün prensleri ürküttü. Sonunda eğilimlerin demokratik taleplere dönüşebileceğinden korktular. Çünkü söz konusu eğilimler “fazla” milliciydi ve milliyetçilik muhalefet gibiydi. Kitleleri sarabilir, kontrol edilemez hale gelebilirdi. Ayrıca “evrensel burjuva milliyetçiliği”nden yana olmak “Alman milliyetçiliği”ni içermiyor gibiydi. “Alman milliyetçiliği”ne bir şey denemezdi, denilemezdi, denilmemeliydi ama “kökü dışarıda akımlar” da tasvip edilemezdi! “Milli” çıkarlar söz konusuydu ve Fransız Devriminin “milli çıkarlar”ı başka türlüydü.
İki büyük Alman devleti Avusturya ve Prusya ile diğer prenslikler 1819’da Karlsbad’da bir araya gelerek ortak tutum kararı aldılar, “eski rejime”e karşı olan liberal akımlarla birlikte mücadele edeceklerdi. Avrupa çapında etkili olmuş Kutsal İttifak’ı “Almanya coğrafyasına özel” hale getirdiler. Beraberliğe razı ettikleri liberalleri uyuşturdular ve etkisizleştirdiler.
Bütün öğrenci örgütleri kapatıldı, üniversiteler takibe alındı, önderler yakalandı, yayınlar sansüre tabi tutuldu, “3-renk” yasaklandı. Devlet terörü binlerce öğrenciyi ve on binlerce muhalif aydın ve işçiyi çok uzun yıllar hapislerde yatırdı.
Siyasal gericileşme, toplumsal gelişmenin önünü tıkadığı gibi, moderniteye karşı da inanılmaz tutuculuklar yarattı. İdeolojik saplantılar yüzünden teknik gelişmelere de karşı çıkılıyordu. Avrupa’daki bütün büyük kentlerde 18. yüzyıl sonunda geceleri sokaklar aydınlatılmış bulunuyordu ama bunu henüz gerçekleştirememiş Almanya, durumu pek değiştirecek gibi görünmüyordu. 1819 yılının 28 martında Kölnische Zeitung adlı etkili gazete sokakların gaz lambalarıyla aydınlatılmasının ideolojik nedenlerle yanlış olduğunu, “insanlar tarafından tanrısal düzenin bozulmaması, karanlığın değiştirilmemesi” gerektiğini yazabilmişti. (7)
Fransız Devriminden Almanya’ya kaçan Fransız soylululuğu, olumsuz gelişmelere ve gericileşmeye her bakımdan katkıda bulundu. En başında, köken ayrımına dayanan aristokratik sınıfsal anlayışlarıyla Almanya’ya geldikleri için, Almanya’nın kökene bağlı ayrımcılığına, etnik anlayışlı dışlamacılığına ve Fransa aleyhtarlığına önemli ölçüde güç kazandırdılar.
Cermen olmak ve statüko çok önemliydi. Yabancı olmak ve muhalefet etmek yakıyordu. Fransa ve Fransızlar düşmandı, devrim ve liberalizm tehlikeliydi.
Aniden Yahudilerin varlığı da hatırlandı. Viyana Konferansının Prusya’ya kazandırdığı topraklarda bulunan önemli bir Yahudi nüfusu, bu hatırlamayı kolaylaştırmış, Napoleon’un Prusya’daki “Yahudi operasyonu” (8) bu hatırlamayı zorunlu kılmıştı. Bu tarihten sonra Yahudilere karşı tutum, kişisel görünümler dışında her zaman bir devlet politikası olarak yaşanacaktı.
Gelişmeleri kaygıyla izleyenler de vardı. Örneğin, Heinrich Heine, bu dönemin hazin gülünçlüğü konusunda şöyle diyordu: “Fransız, Yahudi veya Slav kökenli herkes sürgüne mahkum ediliyordu. …Töton soytarılıklarına karşı yazı yazan herkes öldürüleceğine emin olabilirdi.”
Zaten Schiller ta ne zaman milletleşmenin üzerinde yükseldiği zemine ilk dikkat çekenlerden biri olmuştu. “Almanlar; milliyetçilik peşinde koşacağınıza kendinizi özgür insanlar olarak eğitmeye çalışmalısınız.”
Alman romantizminin müzikteki önemli adı Robert Schumann (1810-1856), devrim karşıtlığına ve Fransız düşmanlığına tepkisini “gizli bir şekilde” gösterir. Son derece popüler olan “Karnaval Şarkıları”na, besteleri notaya geçirirken nağmeleri bile yasaklı Marseillese’in ezgilerinden sokuşturmalar yapar. (9)
Halk için müzik yapan, halkın duygularına önem veren Alman Lied’lerinin yaratıcısı besteci Franz Schubert (1797-1828), döneminin en önemli romantiği olduğu, seçkine ve eğitimliye hitap eden klasisizmden uzaklaştığı, edebiyatı halka yaklaştırmada bir işlev gördüğü halde, sıradan ve yaşayan insanı konu edindiği için eleştiriye uğruyor, baskılara maruz kalıyordu. Ayrıca büyük bir kabahati daha vardı; “Yahudi”, “bozguncu”, “Alman düşmanı” Heine’nin şiirlerini besteliyordu. Daha da kötü olan, güftesi Heine’nin olan bu bestelerin her yere yayılması, herkesin dilinde dolaşmasıydı. Vokal müziğin bu büyük ustasının başarılı ve önemli bir sahne yapıtının olmaması, sansür, engelleme ve ezme politikası sonucu olmuştur. (10)
Fransız Devriminin ilkelerine bağlılığı ve Napoleon’a hayranlığı bilinen Hegel’in, bu gelişmeler sürecinde Berlin Üniversitesi’nde ortaya çıkmış “Tarihselci Okul” adı altında örgütlenmiş Hegelci gelenekçilerin, bu gerici-tutucuları dengeleyebilmesi olanaklı değildi ama umut oradaydı. Hegel’in 1818’de Berlin’e davet edilmesinin hiçbir yararı olmadı. Yalnız eğitim kurumları değil bürokrasi de Hegelciler ile “Tarihselciler” arasında bölünmüştü, ama yaşanan artık siyasal bir ayrışmaydı ve Hegelcilerin pek bir şansı kalmamıştı. (11)
Almanya’da ilk kez, liberaller, öğrenciler, aydınlar ve orta sınıfların geniş kesimleri arasında güçlü bir duygusal ve siyasal yakınlık ortaya çıkmış, ama önündeki engelleri aşamamıştı.
Başta öğrenciler, sonra işçiler ve aydınlar olmak üzere bütün toplum sindirildi.
Yeni bir devrime doğru
Bu dönemde Almanya’nın en büyük on kentinin toplam nüfusu, İngiltere ya da Fransa başkentlerinin nüfusunu ancak geçebiliyordu. Halkın yüzde 80’i kırsal bölgelerde dağınık olarak yaşamaktaydı. Berlin, çevresindeki toprakları işleten çiftliklerin merkezi durumundaydı. Bunlar, Almanya’nın görece geriliğinin göstergeleri gibiydi.
Bu arada (20’li yıllar) Fransa’da Eski Rejime dönüş yaşanmış, Devrimden kaçan soylular geri dönmüş, mülklerine, unvanlarına, haklarına ve ayrıcalıklarına tekrar kavuşmuş, Devrimde giyotine gönderilmiş kralın 1791’de Avusturya’ya kaçan kardeşleri sırayla tahta oturtulmuş (önce Louis, bir süre sonra ölümü üzerine Charles-Philippe), halka ve liberallere baskılar artmıştır. Bunların sonucu olarak 1827 yılında başlayan direnişler, ayaklanmalara dönüşür ve Kral X. Charles’ın tahtı elinden alınır ve yurt dışına sürülür. Bourbon Hanedanı tekrar her şeyini kaybetmiştir. Bir özgürleşme dönemi yaşanmaya başlamıştır.
1830’da Fransa’dan gelen bu büyük devrim dalgasıyla karşılaşacaklarından kaygılandıkları için Alman prensler liberal özellikler taşıyan anayasaları hemen yürürlüğe koyarlar. Buna rağmen 1830 Devrimi etkisini Almanya’da gösterecek, birçok yerde ayaklanmalar olacaktır. Saksonya, Hannover, Hessen ve başka yerlerde yöneticiler zor kabullenilecek istekleri hem bastırmaya, hem de yatıştırarak söndürmeye çalışırlar.
1832’de Almanya’nın güneyinin ağırlığını koyduğu Hambach toplantısı yapıldı. Devrim sempatizanı 25-30 bin kişi Ren Nehri kıyısında bir araya geldi. Toplantıya hakim olan halk egemenliği ve Cumhuriyet istekleri bütün Almanya’da yankılar uyandırdı. Ancak önderlik, program yoksunluğu ve kendini yetkisiz görmek yüzünden, şenlik şeklinde yapılan toplantının geleceğini belirsizliğe mahkum etti ve önemli fırsatlar kaçırıldı.
1833’te Frankfurt’ta yapılan ama başarısızlıkla sonuçlanan ve kanlı bir şekilde bastırılan hükümet darbesi girişimi, her şeye rağmen çeşitli kesimlerin yeniden cesaretlenmesine yol açtı. Federal meclis dağıtılmış, Cumhuriyet ilan edilmişti. Gerçekleşemeyen ve bastırılan talepler artık her yerde ortaya çıkıyordu. Gizli yayınlar, giderek çeşitlenen ve çoğalan bildiriler her tarafı sardı. İçinde “cumhuriyet”, “vergi”, “prens” gibi maddeler bulunan ve kitlelerin soru ve arayışlarına yanıt vermek için hazırlanmış “Köylüler İçin Sözlük” çok ilgi gördü. O günlerde genç delikanlı olan ünlü yazar Georg Büchner’in kaleme aldığı “Hessen Köylülerine Bildiri” (12), gene bu coşkulu dönemin ürünüydü.
Devrimci dalga biraz geri çekilince ve bütün konfederasyon prensleri korkuyu üstlerinden atınca, Avusturya şansölyesi Metternich’in yönlendiriciliğinde büyük bir baskı dönemi başladı. Meclislerin yetkileri kısıtlandı, polisin yetkileri artırıldı, sansür katı olarak uygulanmaya başladı. Metternich’in ağırlığı artarken, soyluların ve toprak beylerinin saldırganlığı buna paralel olarak yükseliyordu.
Prusya Kralı III. Friedrich’in Fransız Devriminin ve Napoleon’un baskısı altında verdiği anayasa sözünden dönmesinden sonra yayıncılık hayatındaki baskı öylesine arttı ki, yirmi formadan az olan her şey sansürden geçmek zorundaydı. Yirmi formadan fazlası fazla önemsenmiyordu; yirmi formadan kalın olan kitaplar, “tehlikeli” kitaplardan değildi. Çünkü kalın kitaplar, birincisi, parası fazla olacağı için, ikincisi, halk kalınca kitapları edinse bile okumaya katlanamayacağı ve sonunu getiremeyeceği için fazla yayılamaz, fazla okunamaz ve etkili olamazdı. Bu yüzden o dönem Almanya’sında muhalif aydınlar, yazarlar, şairler kitaplarını hep yirmi formanın üstünde kalın kitaplar olarak yayımlamak zorunda kalmışlardı. Bunun için yazdıklarının birçoğu birleştirilerek bir kitapta toplanmaya çalışılırdı. Hatta, yazdıkları yetmezse, yirmi formaya varabilmek için yazarlar birbirlerinden (ödünç) ekler alıp, kitaplarını şişirirlerdi. Muhalefetin yayınevi haline gelen Campe (bugün de faaliyetine devam etmektedir), sansürü atlatabilmek ve aşabilmek için sürekli yeni yollar aramaktaydı. Sansür aşılamadığı durumlarda sansürcülerin sakıncalı bulduğu bölümler çıkartılıyor, ancak çıkartılan yerler, bazen sayfalarca boş bırakılıyordu. Böylece yayımlanan eserin sansüre uğrayarak tırpanladığı okuyucu tarafından görülebiliyordu. Bir süre sonra sayfaların boş bırakılması da yasaklanacaktı.
Belirli sözcükler sansür kurulları tarafından yasaklanmıştı ve elenmekteydi. Örneğin, “özgürlük” bunlar arasındaydı. Heine, “en akıllı, en kudretli halk olan biz Almanlar, ateşli silahla sağa sola saldırana küçük bir para cezası veririz, ama bir gazetede ‘eşim özgürlük kadar güzel bir çocuk doğurdu’ diye ilan çıkartamayız” diyordu.
Bir klasik olarak Wilhelm Tell, şaşkınlık uyandırıcı ve açıklanamaz bir şekilde yasaklandı.
Yazarlarını hapse mahkum ettiren romanlar yayımlandı. Sorun, yazılanların karşıt olmasından ve sertliğinden değil, baskının hedefsizliğinden ve ölçüsüzlüğünden kaynaklanıyordu. Örneğin, Gutzkow’un (13) bir romanının kahramanı genç kadın dinsel inancını seçmekten başka bir şey yapmamıştı, ama yazar, hapiste çok kalmamakla birlikte, ömür boyu kalebentliğe mahkum edildi.
Dönemin önemli ve saygın yazarı E.T.A. Hoffmann (Ernst Theodor Amadeus, 1776-1822) tarihsel romanlar yazmasına rağmen son romanlarıyla kovuşturmaya uğramıştı.
Yasaklanan şiir kitaplarındaki şiirler besteleniyor, sansürden geçemeyen öyküler toplantılarda okunuyor, kitap olarak halkın eline geçemeyen eserler sözlü olarak yayılıyordu.
Baskılar, bildirimsiz ve yasal olmayan bir yayımcılık sektörünün ortaya çıkmasına da yol açtı. Gizlice basılan kitaplar el altından dağıtılıyordu.
1834’te Prusya tarafından Alman devletlerine dayatılan ve gerçekleştiğinde 30 milyon insanı kapsayan “Gümrük Birliği” (Zollverein), bir ticaret birliğiydi, ticari olarak yeterli olduğu da söylenemezdi, ama sonuçta Alman birliğinin temeli oldu ve çok yararlı bir rol oynadı. Ortak para ve ortak ölçüler, birliğe giden yolu daha da sağlamlaştırıyor ve genişletiyordu.
1834 Gümrük Birliği aslında Alman Birliğinin temeli olmak yanında, hatta ondan çok, Prusya Maliye Bakanı Motz’un 1829’daki memorandumunda açıkladığına göre, zengin ve büyük Bavyera’yı Avusturya’dan koparıp Prusya politikasına bağlamanın aracıydı. Avusturya, Gümrük Birliğiyle dışlanmış ve etkisizleştirilmişti. Prusya için Avusturya rakip olduğundan istenmiyordu ama Bavyera Cermen kökenli olmamakla birlikte hayati önemdeydi.
Prusya’nın katı bir şekilde uyguladığı korumacılık, kısa bir süre sonra Avusturya’da biraz gevşek olmakla birlikte benzer şekillerde uygulanmaya başladı. Ayakta kalmak için mecburdular.
1835 yılında Almanya’da demiryolları yapılmaya başlandı.
Bölgeler ve prenslikler arasında çatışma, rekabet söz konusu olduğunda aniden tırmanıyordu. Birbirlerine zarar vermeye çalışıyor, adeta birbirlerini yok etmeye çalışıyorlardı. 1841’de Hessen hükümeti Pfalz hükümetini saf dışı etmek için Mainz’ın limanını taşla dolduruvermişti.
Birbirini tamamlayan bazı hamleler gelişmenin önünü açıyordu, ama halkın durumunu düşünen yoktu. Uygulamaların sağladığı başarıyı yeni hamlelere dönüştüren Prusya, kafasını kaldırmayan bir işçi sınıfı istiyordu, itiraz olmasın istiyordu, muhalefet denilen şey ise gelişmeyi önleyen oyundan başka bir şey değildi. Aydınların müdahale hakları falan olamazdı. Bu anlayışlar baskıcı ve zorlayıcı olmak dışındaki bütün yolları kapatıyordu. Aralarında Heine, Marx, Ruge ve Bernays’ın da olduğu bir derginin (Deutsch-französische Jahrbücher / Alman-Fransız Yıllıkları) yazarları için tutuklama ve sınır dışı etme kararları çıkarıldı (1844).
Almanya işçi hareketlerinde önemli bir yeri olan 1844 Silezya-Bohemya ayaklanmaları, Almanya demokrasi tarihinde de ayrıcalıklı bir yere sahiptir. 4 Haziran 1844’te Silezya’da dokumacılar ayaklanmıştı. Ayaklanma kanla bastırıldı. Heine’nin “Silezya Dokumacıları” adlı şiiri yüzlerce davaya konu olmuş, üzerinde şiir yakalanan yüzlerce insan zindanlara atılmıştı.
1848 Devrimleri, Almanya’da devrim ve karşıdevrim
“Almanya’da tek seçenek şöyle: ulusal ekonomi ya da özel mülkiyetin ulus üzerindeki egemenliği.”
Karl Marx
İtalya’dan başlayan, Paris’te doruğa çıkan (14) ve bütün Avrupa’yı saran 1848 Devrimleri (22-24 Şubat Paris, 11-13 Mart Viyana, 17-18 Mart Berlin) (15), Katolik Avusturya’ya, başarılı sonuçları olan bir ayaklanmayla (Viyana Ayaklanması) geldi. Metternich hükümeti düştü. (16) Münih başkentli Bavyera Krallığı öyle sarsıldı ki kral I. Ludwig, tahtını oğluna bırakarak çekildi.
Devrimler Protestan kuzeyi ise altüst etti. Berlin ayaklanmalarında, Kral IV. Friedrich Wilhelm’in halkın fazla üstüne gidilmemesi ve barikatların yakılarak yıkılmaması talebi ve uyarısına rağmen, çoğu işçi 300’den fazla insan öldü. Olaylar büyüdü ve kral, “Prusya’nın Almanya olduğu”nu kabul etmek dahil bütün talepleri yerine getirmek zorunda kaldı. Prusya için kurucu meclis bile topladı.
Konfederasyon devletlerinin hemen hemen hepsinde ayaklanmalar patlak verdi.
Fransa’dan gelmekle birlikte 1830 ve 1848 Devrimleri Alman toplumunda olumsuz karşılanmadığı gibi büyük etkiler yaptı; özellikle 1848, Almanya’da da tam bir “devrim” oldu. Yöneticiler 1789’dan sonra olduğu gibi gene karşıdevrimciydi, ancak bu sefer “devrimler” halk arasında olumsuz görülmüyor, itici bulunmuyordu. Örneğin, Wiesbaden halkının “Nassau Deklarasyonu”nda, 48 Devrimi için, devrim “Avrupa’yı sarstı, şimdi de Almanya’nın kapısına dayandı” şeklinde bir ifade vardı ve bu ‘iyi ki dayandı’ anlamına geliyordu.
Alman toplumunun tutumu, Fransa’dan gelse bile bazı şeyleri artık benimsemekti. Çünkü, birincisi, bu son “Fransız” devrimleri (1830 ve 1848), Fransızların Almanlara “saldırısı” yollu bir izlenimi uyandırmaktan çok uzaktı, ve 1789’da olduğu gibi, Almanya’da halk arasında bu devrimlerin kendilerine (Almanya’ya ve Almanlara) yöneldiği konusunda bir tedirginliğe yol açmıyorlardı. Bu devrimlerin Fransa’da hedef aldığı soylu sınıflar, 1789’da olduğu gibi, artık (yalnız) “Cermen kökenli” değildi, yani bu devrimler “Cermen düşmanı”, “Alman karşıtı” olarak değerlendirilmiyorlardı.
İkincisi, artık Almanya’da Fransız Devrimi döneminde ve sonrasında doğmuş devrimci bir aydın kuşak vardı. Felsefede, sanatta, siyasette ve her alanda kendini gösteren, akımlar yaratan bu devrimci kuşak, yalnız Almanya sınırları içinde değil, yüzyılın ikinci yarısında dünya çapında etkili olacaktı.
Üçüncüsü, Almanya’da devreye işçi sınıfı ve yoksullar girmişti ve bu ezilen kesimler siyaset sahnesinde artık boy gösteriyorlardı. 18 Mart Berlin Ayaklanmasında (1848) ölen 300 kurbanın içinde eğitimliler 15, zanaatkarlar yalnızca 30 kişiydi. Gösterileri devrime dönüştürme gücü, katılanların aç ve yoksul olmalarından ileri geliyordu.
Almanya’da halkın patlamanın eşiğinde olduğunu gören ve düşünen azdı ama nüfusun yarısından fazlası kırk yaşını göremiyordu. 1845-47’deki tarım ürünlerinde görülen hastalık ve verimsizlik fiyat artışlarına yol açmıştı. Tarım ürünleri, fiyatların halkın alım gücünün üstüne yükseldiğinden alınamıyordu. Özellikle patates üretiminin hastalık yüzünden o yıllarda olmaması kıtlık ve açlık ölümlerinin bütün ülkeyi sarmasına yol açmıştı.
Ayrıca Devrim, 1847 yılındaki büyük bir ekonomik bunalımın üstüne gelmişti. Bunalımların ve Almanya’nın kendisini toplayamamasının nedeni artık herkes tarafından Almanya’nın dağınıklığına bağlanıyordu. Bu yüzden Almanya toparlanmalıydı.
Ve artık Almanya’da konusu “birlik” olan bir “Almanya Sorunu” vardı. Birlik sağlanmadan hiçbir sorun çözülemeyecek, hiçbir gelişme olamayacaktı. Tarihçi Hobsbawm’ın yüz yıl sonra ifade edeceği bu püf noktayı, Almanlar, milletlerin, “toplumun ölçeğini genişlettikleri ölçüde tarihsel evrimle uyum içinde” olabileceklerini hissetmişlerdi. (17)
18 Mayıs 1848 tarihinde özgür ve birleşik bir Almanya kurmak amacıyla Frankfurt Ulusal Meclisi (Frankfurter Nationalversammlung) kuruldu. Avusturya, ancak, Alman olmayan bölgeleri dışında olmak şartıyla “Birlik”te yer alabilecekti.
Meclis, öncelikli olarak, “Birleşik Almanya”nın, ‘Avusturyalı mı, Avusturyasız mı’, ‘monarşik mi, cumhuriyet mi’, ‘federal mi, merkezi mi’ olsun gibi “başlangıç sorunları”nı çözmekle karşı karşıyaydı, ya da her şeyden önce bunları ele almak durumundaydı. Ancak meclis, Avrupa’nın Almanca konuşulan bütün bölgelerini birleştirmeyi hedefleyen Pancermenist “Büyük Almanya”cılar ile, Avusturya’nın Alman Birliğinin dışında kalmasını isteyen Prusya yanlısı “Küçük Almanya”cılar arasında öyle keskin bir şekilde bölünmüştü ki, tartışma bile yapılamıyordu. “Prusyacılar” haline gelen Kleindeutsch hareketi ile “Avusturyalı birlik”i savunan “Büyük Almanya”cıların yolları iyice ayrıldı. Sonunda gelişmelere damgasını vuran Prusya, yenik düşense Grossdeutsch oldu.
Habsburglar tarafında ve yanında olması beklenen Çekler, ne Avusturya, ne de Prusya ile beraberdi. Kendi devrimlerinin hayali içinde Frankfurt meclisinin liberallerine bile yüz vermemiş, Frankfurt’a gelmemişlerdi.
Ve Avusturya vekilleri ile “Büyük Almanya”cılar 1849 Nisan’ında Frankfurt’tan ayrıldı.
Alman tarihinde Vorparlament olarak geçen, çok az işçi ve köylü (dört usta ve bir köylü vardı) olmasına rağmen ilk başlarda devrimci bir bileşimi olan bu “aydınlar” (104 profesör, akademisyen ve öğretmen, 100 hukukçu ve adli memur, 92 avukat, 13 işadamı) meclisi, bir yıl kadar yaşadı. “Küçük Almanya”ya teslim olmuş olarak, anayasa hazırlanması ve “Birlik”in gerçekleşmesi için Prusya’nın önder rolünün belirlenmesini sağladıktan sonra ortadan kalktı. Bu parlamentonun bütün talepleri, prensler ve tutucular tarafından bastırılmıştı ve arka plana attırılmaya çalışılmıştı. Almanya tarihindeki ilk genel seçim de bu meclis tarafından kararlaştırılmıştı.
Bir anayasa hazırlandıysa da diğer sorunların çözümlerine yaklaşılamadı. Tartışmalar sürüp gitti.
Avusturya’yı dışlayan “Küçük Almanya” çözümü, bütün girişimleri Prusya’ya bırakıyor, imparatorluk tacını doğal olarak Prusya kralına veriyordu.
Prusya tekeli ortaya çıkmıştı ama sonuç veremeyecekti. Kısa bir süre sonra bütün devrimci gelişmeler tersine dönecek, prenslerin birliği önleyen dar görüşlü anlayışları tekrar hakim olacak, Prusya kralı IV. Friedrich Wilhelm’in “Birliğin İmparatoru” olmaktan çekinmesi ve kaçınmasının neden olduğu oyunbozanlığı yaşanacak, burjuvazinin elverişli durumdan yararlanma konusundaki tutukluluğu ve korkaklığı dönemin fırsatlarının değerlendirilememesine yol açacak, bütün bunların sonucu olarak meclis dağılacak, “Prusya Birliği” olarak adlandırılan yeni bir federasyon önerisi ise havada kalacaktı. (18)
Her türlü siyasal gelişmeden rahatsız olan modernite öncesi seçkinler sınıfının hiç bir “konsensüs”e açık olmaması yanında Alman burjuvazisi, yetersizdi, özgüvensizdi, inisiyatifsizdi ve siyasal özlemlerden yoksundu.
Bu arada Avusturya boş durmamış, Prusya’nın girişimlerine karşı hem gizli, hem de açık faaliyetlerde bulunmuştu. Slav milliyetçiliği, Metternich tarafından Alman liberalizmine ve Prusya birlikçiliğine karşı desteklenmişti. Hiçbir zaman ulusalcı bir eğilim göstermemiş Metternich’in Avusturyalı olmasından kaynaklanan bu özelliği, Avusturya’nın siyasal ihtiyaçlarıyla tam olarak örtüşüyordu.
Herkes “birlik”i savunuyordu ama büyük veya küçük Almanya ideallerinin tartışılması sağlanamadığı için, büyük veya küçük Almanya’nın tartışılmadan kabullenilmesinin tehlikelerine dikkat çekenlerin (Heine, Marx vb.) çırpınmaları boşa gidiyordu.
Prusya, hevesleri kırmış, umutları söndürmüş ama “çöplüğünde” duruma hakim olmuştu.
Batı eyaletlerindeki “asi sanayi unsurları -burjuvalar kadar proleterler de-” büyük uğraşlarla “disiplin” altına alındı ve “doğu eyaletlerinin taşra soylularıyla ordunun çıkarları devlet içinde tam hakim duruma getirildi”. Anti-Prusyacı özellikleri yüzünden bu Ren bölgesini, gelişmelere eleştirel bakanlar (Heine, Marx vb.) sempatiyle değerlendiriyorlardı.
Devrimin öncesinde Almanya “köy soylularının ve dar kafalı burjuvaların kölesi”ydi. Devrimden sonra ise monarşi daha da güçlenmişti.
Marx, Devrimin ardından, 1789 Büyük Fransız Devriminde yıkılan krallığı kastederek, “Paris’ten kovulanın Berlin’de yeniden doğuşu”ndan söz ediyor, 1848’in Almanya’da, “çağının yüzyıl gerisinden gelen bir hastalık”, “ihtirasların tarihin ardından nal toplaması” olduğunu yazıyordu. Çünkü sonuçta “ne ulusal, ne Alman”dı, “bölgeci ve Prusyalı”ydı. (19)
Karşıdevrim, iç savaş ve “Prusya yolu”
“..şimdi Almanya’da, Fransa ve İngiltere’de bitirilmek üzere olunan yerden başlanmak üzere, tekelin egemenliği tanınmaya başlanıyor.”
Karl Marx
Kitlesel siyasi mücadeleler, karşıdevrimin atağa geçmesiyle askeri mücadelelere dönüştü. 1849’da Goethe’nin 100. doğum günü için yapılan anma gibi “yumuşak” toplantılar etkisizleşecek, anlamsızlaşacak, oyalanma halini alacak ve süratle geride kalacaktı. Mayısta hemen hemen ordunun tamamı isyan durumuna girdi. Ayaklanan askerler garnizonları bastılar, resmi binaları ele geçirdiler, komutanların evlerini yakıp yıktılar. Subayları kaçan ordu birlikleri dağılıyordu ama asker grupları kaleleri ve kentleri zaptediyordu.
Alman tarihinde ilk kez görülen bu çaptaki asker ayaklanması karşıdevrimci güçlerin gözünde askeri müdahaleyi gerekli hale getirdi. Prusya birlikleri ve “Reich kıtaları” toplanıp isyanın merkezi Baden bölgesine yürüdü. Kuzeydeki güçlü ve saldırgan devlet bastırdı, ezdi. 1848 Mayıs sonundan başlayarak halk kitleleri de harekete geçti, devrimden kalan son kazancın Anayasa olduğunu düşünerek silaha sarıldı. Ancak Prusya merkezli birleşik ordular karşısında bütün eyaletler birer birer yenilgiye uğradı. Polonya’daki ayaklanma da kanla ezildi. Büyük kıyımlar yapıldı, yüz binlerce insan öldürüldü ve hapse atıldı.
Avusturya’da da aynı süreç yaşanıyordu. Prag’daki, hem Çeklerden ve hem de Almanlardan destek gören radikal ayaklanmanın, imparatorun kaçmasından sonra yeniden toparlanan ordu tarafından ezilmesiyle her şey tersine döndü. “İmparatorluğun ekonomik çekirdeğini oluşturan Bohemya” başta olmak üzere imparatorluk toprakları yeniden fethedildi. Macaristan’da kurulan bağımsız Cumhuriyet, Rusya ve Avusturya ittifakı tarafından bastırıldı. Viyana’nın tekrar ele geçirilmesi ancak Ekim ayında ve 4 bin insanın öldürülmesiyle mümkün olabildi.
Kuzeyin Hohenzollernleri, Avusturya’nın Habsburgları duruma hakim olunca gerici ittifakların ortamı oluştu, beslenen ve -kısa bir süre sonra da Prusyalı önder tarafından- iyi kullanılan ideoloji artık Alman milliyetçiliğiydi.
Prusya Kralı IV. Friedrich Wilhelm, baskıları hafifleteceğini vaat ederek aydınları kandırmaya çalıştı. Bazılarını davet ederek görüştü, hatta ağırladı, ama -örneğin, dönemin önemli devrimci muhalif şairi Georg Herwegh’e (1817-1875) yaptığı gibi- görüşmeden ayrıldığında yakalatıp sınır dışı ettirdi.
1852 yılında Köln’de yürütülen Komünistler Davasında devrimcilerin hiçbir imkanının kalmadığı ortaya çıktı.
Karşıdevrimin yükselişi o kadar etkili ve kapsamlıydı ki, devrime katılan ilericiler, aydınlar, subaylar, işçiler, köylüler ve hatta kimi din adamları kendi topraklarında barınamadılar, Avrupa’nın diğer ülkelerine kaçmak, oralarda yaşamak zorunda kaldılar. (20)
Fransa’da, Paris’te Alman politik göçmenler en büyük yabancı grubunu oluşturur duruma geldi. 1850’den sonra Paris 70 bine yakın Almanı barındırır oldu. Bütün Fransa’ya, geçici olarak gelip gidenler de dahil edilirse, o dönemde 300 binden fazla Almanın geldiği sanılıyor. Uzun bir süre Paris’te birinci “yabancı dil” Almanca olacaktır.
İsviçre’ye gidenler, uzun yıllar orada kaldılar ve çeşitli alanlarda mücadelelerine devam ettiler. Çok sayıda Almanın gittiği bu komşu ülkelerde çok zor şartlarda yaşayanlar, ölümü kurtuluş görenler, tımarhanelerde ve sokaklarda yaşamını yitirenler oldu. Paris’te o kadar çok sayıda Alman delirmişti ki, Fransızlar, neredeyse “deliliğin Almanların ulusal hastalığı olduğunu” (Heine) sanacaklardı.
İsviçre, Fransa ve İngiltere’ye gidenlerin bir kısmı daha sonra, ülkelerine dönmek ve mücadeleyi sürdürmek olanağı bulamayınca Kuzey Amerika’ya gitti, orada işçi sınıfı içinde çalıştı (21), bunların bir kısmı iç savaşa katılarak Amerika’daki devrimci mücadeleye hizmet etti; önemli görevlere gelenler ve büyük katkılarda bulunanlar oldu. (22) Bir başka kısım ise, gittikleri ve bulundukları yerde kaldı ve devrimden ve mücadeleden uzaklaştı. (23) Amerika’nın batısında 18 Mat
48’de bulunan altın yüzünden yaşanan “Altına Hücum” akınına kapılan ve katılanlar bile oldu ve bunlar Eldorado’da, California’da kaybolup gittiler. Devrimden kopanlar içinde yıllar sonra dönüp karşıdevrime hizmet sunanlar da görüldü. (24)
Amerika’ya Almanların akını ve gideceklerin hevesi, “Amerika rehberleri”nin, “pratik İngilizce konuşma kılavuzları”nın, gitmek isteyenlere öğütlerde bulunan kitapların basılmasına yol açmıştı. Amerika’da ise önceleri bir araya gelenler çoğunluktayken, yoğunluk öyleydi ki “Amerika’daki Alman ressamlar” gibi gruplar bile oluşuyordu, sonraları herkes kendi yolunu bulup birbirinden kopuyordu. Bir süre sonra “Almanlık”a ve Almancaya neredeyse rastlanmaz olacaktı.
Karşıdevrimin Türkiye’ye armağanları
Polonyalı devrimci general Josef Bem Türkiye’ye geldi ve Osmanlı ordusunda “Murat Paşa” olarak uzun süre subaylık yaptı, Tuna boylarında ordulara komuta etti. Gene devrimci Lajos (Ludwig) Kossuth da Türkiye’ye gelenlerdendi. Avusturya’ya başkaldırıp cumhuriyet kurmak isteyen harekete önderlik etmişti. (25) Polonyalı ve Macar milliyetçilerinin bir kısmı dinlerini koruyarak Türkiye’de kalırken, bir kısmı da din değiştirerek Türklüğü benimsedi ve yeni yurduna, yeni toplumuna hizmet etmeye koyuldu. Kont Konstantin Borzecki, “Mustafa Celalettin Paşa” adıyla (topçulukta ve haritacılıkta uzman olarak önce miralay, sonra paşa oldu ve Karadağ’da savaşta şehit düştü, Nazım Hikmet’in dedesidir); Koscielski, “Sefer Paşa” adıyla (Ruslara karşı savaştı); Isaak Eduard Schnitzer, “Mehmet Emin Paşa” adıyla; Baron von Stein, “Ferhat Paşa” adıyla; Severin Bielinski, “Nihat Paşa” adıyla (serasker olarak); Vladislav Czaikovski, “Muzaffer Paşa” adıyla; Michal Czaikovski, “Mehmed Sadık Paşa” adıyla; asıl adı bilinmeyen bir Erdel soylusu, “Macar Süleyman Paşa” adıyla (kızı ünlü kadın şair Nigar Hanımdır); bir başka Macar subay “Ömer Lütfü Paşa” adıyla Osmanlı ordusuna girdiler ve hizmetlerde bulundular.
Devletin başka alanlarında, teknik eğitimleri ve uzmanlıkları olanların mühendislik ve eğitim kurumlarında çalışanları, sanat ve ticaret alanından gelenlerin sivil hayatta görev alanları vardır. Toprak sahiplerinin örnek tarım işletmeleri ve köyler kuranları da oldu.
Osmanlı devleti, çok zor şartlarda olmasına rağmen Prusya ve Avusturya’dan ısrarla istenen mültecileri geri vermediği için sığınanlar büyük bir borçluluk ve bağlılık duygusu içinde Türklerle kaynaşmışlardı.
Tanzimat dönemini yaşayan Osmanlı devletinin Avrupa’nın 48 devrimcilerine kucak açması, kendini o dDevrime, devrimlere ve devrimcilere yakın hissetmesinden değil, kurulduğundan başlayarak hep almaya istekli olmasındandı. Yüzyıllar önce İspanya’dan kaçan Yahudileri ülkesine kabul etmekle neler kazandığını biliyor olmalıydı.
Devrim sonrası Almanya; baskı altında yükselen Almanya
48 Devrimi sonrası baskı şartları, Avrupa’da mücadelelere katılan kitleleri eğitti, kitlelerin içinden öne çıkanların bazıları önder oldu. Önderlerin önemli bir kısmı ise daha sonraki mücadelelerde belirleyici roller üstlenecekti.
50’li yıllar, kitlelerin bastırıldığı, gericiliğin her bakımdan etkili olduğu, ancak sanayinin büyük bir gelişme gösterdiği yıllardı. 1850’ye kadar o yüzyılda kurulan şirket sayısı 67 iken, yalnızca 1853-57 arasında kurulan şirket sayısı 115 olmuştu. Ekonomik gelişme, siyasal taleplerin ve kitlelerin bastırılmasının üzerinde yükseldi. Uzun yıllar işçilerin ücret ve hak talebi ortaya çıkamadı.
Ekonomik bütünleşme ve ekonominin önceliği konularında toplumsal bir ittifak sağlanmıştı. Bunun kapsamına en başta ücretlerin artırılmaması giriyordu.
1857’de yaygınlaştırılan para birliği ve benzer merkeziyetçi uygulamalar gelişmelere hizmet etti.
1851-53 arasında Avusturya, Prusya merkezli “küçük gümrük birliği”ni etkisizleştirmek amacıyla daha geniş bir gümrük birliği projesi uygulamaya çalıştı. Prusya’nın gümrük birliğiyle Avusturya tecrit edilmiş, ekonomik durumu çok kötüye gitmişti. Ancak Avusturya bu girişiminde başarılı olamadı.
60’lı yıllarda Prusya’nın gümrük tarifelerinde yapmayı tasarladığı indirimden güneydeki Alman devletlerinin ekonomik bakımdan zarar görecekleri kaygısıyla karşı çıktıkları Zollverein, Prusya’nın geri adımlar atması sayesinde yaşamaya devam etti. Ama bu arada gümrük birliği etkisini artırdı.
Prusya’nın yakın tarihte iradî bir güdüyle ekonomik ilerleme türünün özel bir örneğini yaratmış olması, ekonomik reform geleneğine sahip olması, orta sınıflara geleceğin ana önceliği olarak gördükleri ekonomik gelişmeyi ancak onun gerçekleştireceğini gösteriyordu. Prusya’ya güven duyuluyordu yani.
Viyana Konferansı sonrasında Prusya kazandığı yeni topraklarla Batı Avrupa’da madenler, mineraller ve kömür zenginliği bakımından birinci ülke durumuna gelmişti. Bunun kadar önemli olan, bütün yeraltı kaynaklarının değerlendirilmesi için planlamalar yapılması ve hemen her şeyin çıkarılmasına girişilmesiydi. Kömür üretimi 1850’de 3 milyon tonun altındayken 1860’ta 7 milyon tona yaklaşmıştı. Prusya’nın ekonomik gelişmesi ve hamleleri Almanya’nın geri kalanını da peşinden sürüklüyordu. Almanya’nın birleşik kömür üretimi 1846’daki 3,2 milyon tondan 1860’ta 12,3 milyon tona ulaşmıştı.
Çelik üretiminde yeni teknikler geliştirildi. 1835’te yapımına başlanan demiryolu, ağa dönüştürüldü. 1850’de 3860 kilometre iken, 1860’ta 7169 kilometreye, 1870’te ise 11523 kilometreye vardı.
Devrimin öncesinde “köy soylularının ve dar kafalı burjuvaların” elinde olan Almanya’nın durumunda bu bakımdan bir değişme olmamıştı ama konfederasyon topraklarında büyük toprak mülkiyetine ve soylulara dayanan bir kapitalizm modeli yaratıldı. Sonradan “Prusya Yolu” denilecek olan ve iktidarın soylulardan ve monarşiden alınmadan kapitalizme geçişin sağlandığı bu modelde büyük toprak sahipleri sınıfı (Junkerler) tasfiye edilmiyor ve derebeylerin büyük kapitalist işletmelerin sahipleri olmaları, sanayicilerle ortaklıklara girmeleri teşvik ediliyor ve sağlanıyordu.
Girişimin önündeki engelleri kaldırma yönünde atılan bir adım da, gücünü o zamana kadar hep korumuş olan loncaların ve meslek birliklerinin kontrolünün kırılmasıydı. Kısırlaştırıcı rol oynayan loncaların geleneksel özdenetim sistemi, Gewerbefreiheitla (“ticaret ve girişim özgürlüğü” ile) parçalandı. Bu gelişmeyi ve kendilerinin işlevsizleştirilmesini kaygıyla izleyen zanaatkar kesimler, bir süre sonra “ilerleme”ye düşman kesilecekler ve 70’lerden sonraki gerici, ırkçı, sağcı hareketler için toplumsal ve siyasi temeli oluşturacaklardı.
Prusya’nın önü her bakımdan açılmıştı. Almanya artık Prusyacıydı.
1861’de tahta geçerek Prusya kralı olan “asker ruhlu” I. Wilhelm’in “Savaş Bakanı” Roon (26), kralı, ordunun yeniden örgütlenmesine, askerlik süresinin artırılmasına (2 yıldan 3 yıla) ve asker sayısının (her yıl silah altına alınanların 40 binden 65 bine) yükseltilmesine kolayca razı etmişti. Von Moltke (27) ile birlikte gerekenleri yaptılar, ortaya yeni ve güçlü bir ordu çıkardılar. İş, askeri gücü kullanacak bir iktidara ve bu iktidarın başının bulunmasına kalmıştı. Parlamentonun askeri giderleri içeren bütçeyi reddetmesinin yol açtığı siyasi bunalım, Roon’un, aynı zamanda arkadaşı olduğu için çok iyi tanıdığından şansölyeliğe önerdiği kişinin kral tarafından kabul edilmesini kolaylaştıracaktı.
Bu kişi, Alman Birliği’ni zorla gerçekleştiren Bismarck’tı.
Dipnotlar
1) Avrupa’nın bütün büyük devletlerinin katıldığı Viyana Kongresi, Avrupa’daki aşağı yukarı bütün ülkelerin sınırlarını belirledi. Fransa’nın zararına olarak yapılan düzenlemelerden en kazançlı çıkan Prusya oldu. Ancak “Alman Birliği”nden biraz uzaklaşılmış olması dolayısıyla Prusya’da belli kesimlerde hayal kırıklığı da yarattı.
2) Aslında o dönemde Almanya’da feodal geçmişten kaynaklanan ve kendilerine devlet diyen prenslik ve beylikler olarak yüzlerce “devlet” ve devletçik bulunuyordu.
3) Fransa’nın Almanya’yı dize getirdiği yıllarda Napoleon Prusya’ya, ancak sınırlı sayıda askeri olabileceği bir yasak koymuştu.
4) Almanya’yı Roma’dan kurtaran Luther’i anmak ve Napoleon’a karşı 1813’te kazanılan zaferi kutlamak için toplanan 500 kadar öğrenci-genç, Alman milliyetçiliğinin çıkış noktalarından birisidir. Bu siyasi festival, tarihte Alman Birliği için yapılan ilk milli gösteri olarak bilinir.
5) Bu renkler, Napoleon’a karşı savaşmış gönüllü birliklerinin flamasından geliyordu; 1848 devriminde Almanya’nın ulusal renkleri olacak, çok sonraları da bugünkü bayrağı belirleyeceklerdi.
6) Lionel Richard, Nazizm ve Kültür, Kalem Yayıncılık, Ankara 1985, s.38.
7) Akt. Sigrid Hunke, Batı’yı Aydınlatan Doğu Güneşi, Kaynak Yayınları, İstanbul 2008, s.393.
8) Prusya Napoleon ordularına yenildiğinde, bütün Prusya’da “Napoleon Yasaları” geçerli kılındı. Hatta, Prusya’nın damarına basmak ister gibi ve belki de bunun için, “Yahudilerin kurtuluşu” bile gündeme getirildi ve Yahudilere Fransız dayatmasıyla “özgürlükleri” verildi. Fransa’da devrimin doğal gereği olarak vatandaşlıkta eşitlenen Yahudilik, Almanya’da Napoleon zoruyla ve bir “yasa”yla Almanlarla eşitlenmişti.
9) “Op. 26, Faschingsschwank aus Wien”, 1839; bkz. Sidney Finkelstein, Besteci ve Ulus / Müzikte Halk Mirası, Pencere Yayınları, İstanbul 1995, s.174.
10) Finkelstein, 1996, s.67. Ayrıca, Naziler, Schubert’i yok etmek istemişler, bunu başaramadıkları için bestelerini “Heineli güfteler”den ayrı olsun diye güftesiz, metinsiz basmışlar, bestelerin güfteli yayımlanmasını yasaklamışlardı.
11) Bürokrasiye girebilmek için aristokrat olma zorunluluğu kalktıktan sonra üniversiteler, devlet memurlarını yetiştiren kurumlar olarak olağanüstü önem kazanmışlardı (bu önemlerini yüz yıl boyunca Birinci Dünya Savaşı’na kadar hep koruyacaklardır).
12) Bkz. Georg Büchner, Bütün Yapıtları, Adam Yayınları, İstanbul 2001, s.27-41. “İnsan Hakları İçin Topluluk” (1834) adlı gizli bir derneğin de kurucusu olan devrimci Büchner (1813-1837), “Şatolara Savaş, Kulübelere Barış” adlı bildiriyi de yazmıştı. Bildirinin bu başlığı Fransız Devriminin ordusunun sloganlarından biriydi.
13) Wally, die Zweiflerin adlı Alman edebiyatındaki ilk kadın romanıyla hüküm giyen Karl Ferdinand Gutzkow (1811-1878), Junges Deutschland adlı edebiyat grubunun kurucularındandı. Önceleri K. Marx’ın da içinde olduğu grupta Laube, Börne, Heine, Mundt vb. dönemin bütün önemli ilerici sanatçıları ve aydınları bulunuyordu. Jungdeutschlar “Tarihsel Okul” adlı gerici akıma karşı çıkarak, Hegel’i ve Fransız Devriminin ilkelerini savunuyorlardı. 1830 Devrimlerinin gizli örgütleri Giovine İtalia (“Genç İtalya”, Jungen Italien) ve Jeune Europa’nın (“Genç Avrupa”, Jungen Europa) adlarından esinlenerek ve bu örgütlerin kurucusu İtalyan devrimci Mazzini’nin (Guiseppe, 1805-1872) yönlendirmesiyle bu adı almışlardı. Başında Fransızcasıyla La Jeune Allemagne olarak kullanılan bu adlandırma, hem sözcük bağlamında ve hem de siyasal çizgi olarak Jön Türklerin de öncülüdür.
14) 1848 Devrimi Fransa’da işçiler ve halk lehine, kraliyet ve soyluluk aleyhine önemli sonuçlar doğurdu. Çalışma süresi sınırlandı, genel oy kabul edildi, katılımın yolu açıldı, hanedan düştü, kral (Louis-Philippe) kaçtı, soyluluk unvanları ve sömürgelerde kölelik tekrar yasaklandı. Ancak, devrimi ekonomik kriz zor duruma soktu, Napoleon’un yeğeni Louis Napoleon 2 Aralık 1851’de bir darbe yaptı, “İkinci Cumhuriyet”i ortadan kaldırdı, III. Napoleon olarak imparator oldu ve her şey gene önceki duruma döndü. Ezilen, bastırılan halkın durumu ise eskisinden de kötüye gitti. Louis Napoleon’un “imparatorluğu”nu, Fransa’nın “İkinci İmparatorluk”unu ilk tanıyanlar Avusturya ve Prusya olacaktır.
15) Bütün İtalyan devletleri ve Eflak, Moldavya gibi Avrupa’nın doğusundaki ülkeler devrimden etkilendiler. Kıta Avrupa’sında ekonomik bakımdan en kötü durumda olanlardan biri olmasına rağmen 1848, bir tek Belçika’da yaşanmadı. Rusya ise devrimin tamamen dışında kaldı.
16) Halkın, yönetim tarafından bu hiç beklenmeyen ayaklanmasına Metternich’in “çözümü”, askeri kullanarak müdahaleydi, şiddetti. Ancak İmparator I. Ferdinand, Metternich’i görevden almayı ve ödün vermeyi tercih etti.
17) E. J. Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik / Program, Mit, Gerçeklik, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2006, s.50.
18) F. Engels, “Almanya’da Devrim ve Karşıdevrim” 1851-52, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, s.317-322.
19) “Burjuvazi ve Karşıdevrim”, Aralık 1848, K. Marx – F. Engels, Politika ve Felsefe, s.152.
20) Örneğin, işçi önderlerinden Johann Philip Becker (1809-1886), Johann Georg Eccarius (1818-1889), yazar Wilhelm Eichoff (1883-1895), gazeteci Amand Gögg (1820-1897), Köln Komünistler Davası sanıklarından hekim Abraham Jacobi (1830-1919), doğabilimci Karl Vogt (1817-1895).
21) Örneğin, sonraları Birinci Enternasyonal’in sekreterlerinden olan Friedrich Adolf Sorge (1828-1906).
22) Örneğin, mimar Oswald Dietz, avukat F. F. Karl Hecker (Kuzey saflarında albay olarak savaştı), general Alexander Schimmelpfennig, politikacı Karl Schurz, teğmen August Willich (Amerikan iç savaşında general), avukat-yazar Gustav Struve.
23) K. Marx ve F. Engels 1852’de, İngiltere’ye sığınmış kaçkın ve dönekleri Sürgündeki Büyük Adamlar adlı kitaplarında (Sol Yayınları, Ankara 1977) alaylı bir dille sergilediler (örneğin, G. Kinkel, R. Schrramm, A. Ruge vb.).
24) Örneğin, devrimci önderlerden Lothar Bucher sonradan Bismarck’a dışişlerinde danışmanlık yaptı. İktisatçı Ludwig Bamberger 1863’te İngiltere’den dönüp önce Bismarck’a ekonomi danışmanı ve sonra da Deutsche Bank’a yönetici oldu. Yenilgiden sonra İsviçre’ye kaçan gazeteci August Brass (1818-1876), 1860’tan sonra “Bismarck’ın gazetecisi” olarak Norddeutsche Allgemeine Zeitung’u çıkardı. Louis Bonaparte’a maaşla ajanlık yapan Karl Vogt’u Marx Herr Vogt adlı kitabında teşhir etti.
25) Macar ayaklanmasına İtalyanlar da destek verince Avusturya çaresiz kaldı ve Rusya’yı yardıma çağırdı. Acımasız Rus General Paskiyeviç’in baskısı ve zulmü karşısında Polonyalılar, Macarlar ve İtalyanlar kitleler halinde çeşitli yerlere kaçmak zorunda kaldı.
26) Albrecht Roon (1803-1879), büyük askeri başarılara imza atmış Prusyalı general. Sonradan Bismarck’ın da bakanı ve yakın çalışma arkadaşı.
27) Büyük askeri stratejist ve teorisyen ünlü Prusyalı gerici mareşal Kont Helmuth Karl Bernhard von Moltke (1800-1891), Bohemya ve Danimarka’daki savaşlarda bu orduyla büyük başarılar kazandı. 1870 Fransa savaşında da belirleyici olacaktı.
Seçilmiş Kaynakça
1) H. G. Adler, Die Juden in Deutschland / Von der Aufklärung bis zur Nationalsozialismus, München 1987.
2) Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi, İstanbul 1965.
3) Isaiah Berlin, Romantikliğin Kökleri, YKY / Cogito, İstanbul 2004.
4) H. Boockmann, H. Schilling, H. Schulze, M. Stürmer, Mitten in Europa – Deutsche Geschichte, Sammlung Siedler, Berlin 1992.
5) Crane Brinton, John B. Christopher, Robert Lee Wollf, 1453’ten Bugüne Dünya Tarihi ve Çağdaş Uygarlık, Cem Yayınevi, İstanbul 1982.
6) Friedrich Engels, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim, Sol Yayınları, Ankara 1975.
7) Friedrich Engels, Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim, Sol Yayınları, Ankara 1992.
8) Friedrich Engels, Tarihte Zorun Rolü – Bismarck’ın Kan ve Zulüm Politikası Üzerine Bir Çalışma, Sol Yayınları, Ankara 1979.
9) Lothar Gall, Bismarck / Der weisse Revolutionär, Propyläen, Frankfurt/M-Berlin-Wien 1980.
10) “Die Geschichte der Deutschen – Von den Germanen bis zum Mauerfall”, Stern, Nr.45-52, 2.11.2006 – 11.11.2006.
11) Geschichte des deutschen Parlamentarismus, Deutscher Bundestag, Bonn 1999.
12) Oscar J. Hammen, Die Roten 48er / Karl Marx und Friedrich Engels, Athenaion, Frankfurt am Main 1972.
13) Eric Hobsbawm, Devrim Çağı / 1789-1848, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2005.
14) Ricarda Huch, Alman Romantizmi, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2005.
15) Harold James, Deutsche Identität, 1770-1990, Campus Verlag, Frankfurt/Main 1991.
16) Hans Kaufmann, Heine / Ein Lesebuch für Unsere Zeit, Aufbau Verlag, Berlin und Weimar 1983.
17) Stephen J. Lee, Avrupa Tarihinden Kesitler / 1789-1980, Dost Kitabevi, Ankara 2004.
18) K. Marks – F. Engels, Politika ve Felsefe, Öncü Kitabevi, İstanbul 1971.
19) W.H. McNeill, Dünya Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul 1985.
20) Klaus Schulz, Alman Kültür Tarihi, Orient Yayınları, Ankara 2006.
21) Friedrich Stieve, Geschichte des Deutshen Volkes, Verlag von R. Oldenbourg, München und Berlin 1941.
22) Veit Valentin, Knaurs Deutsche Geschichte, Droemersche Verlagsanstalt Th. Knaur Nachf., München-Zürich 1960.