Görücü usulü evlendirilen, evlendiğinden bu yana 17 yıl boyunca kapıcılıktan evlere temizliğe gitmek gibi işlerde çalışarak ayakta kalmaya çalışan, üstüne bir de çocuk sahibi olmak için tüp bebek yöntemine başvuran ancak başarılı olamayan ve eşi Tahir Kart tarafından bir tartışmadan sonra bıçakla öldürülüp 50 parçaya bölünen Kübra Kart’ın kendisine “bayan” değil de “kadın” denmesi ne kadar umurunda olurdu acaba?
Sabahın beş buçuğundan altıya kadar yatakta fırdolayı dönmeme neden olan zırvalıklar silsilesine giriş için sanırım iyi bir başlangıç. Son birkaç yıldır piyasada alıcısı da satıcısı da bol olan bir argüman. Benim de uykumu kaçıracak kadar canımı sıkmış belli ki. Pazar sabahın sekizinde başlayacak olan mesaimden önce kalkmış, bir sigara yakmış bununla uğraşıyorum.
Son 12 yıldır kadın cinayetleri, kadına uygulanan şiddet, tecavüz vakaları ayyuka çıkmış durumda. Gün geçmesin ki böyle haber ya da yazı ile karşılaşmayalım. Her gün bu haberlere yenisi eklenirken “Ya ne oluyor?!” diye birbirimize sormadan edemiyoruz. Sayısı geometrik şekilde artan bu olaylar olurken son birkaç yıldır temcit pilavı gibi piyasaya sürülen “kadına ‘kadın’ diyeceksin, ‘bayan’ değil” savı gene dolaşımda. Dikkat ederseniz “piyasa” sözcüğünün altını çiziyorum. Çünkü bu ve buna benzer tezler sosyal medya piyasasının ve hatta gerçek hayatın içindeki çatışmacı değil ama uzlaşmacı tartışma pratiklerinin nesnesi olmuştur. Tartışan taraflardan biri tarafından sarf edilip karşı taraftan ise sorgusuz sualsiz, kafa sallamalar ve “Aa evet çok haklı” sözleriyle kabul edilen ve hatta sonrasında da “izninle paylaşıyorum” diyerek toptancısından alınan malın belli bir kâr yüzdesiyle (like) halka satışının gerçekleşmesi şeklinde cereyan eden olaylar silsilesidir. Bu tanıma uyan daha yüzlerce argüman var ama öncelikle elimizdekiyle başlayalım.
Yarı-doğru tuzağı
Bayan kelimesine olan bu antipatinin kaynağı ne olsa gerek? Ne olacak? Tabi ki erkek egemen toplum… İnsanların iyi niyetle (buna da kızmak elzemdir) söylediği bir sözcük olan “kadın” kelimesini kibarlaştırmak için söylenen bir sözcük. Neden “kadın” sözcüğü kibarlaştırmaya gerek duyulan bir sözcük? Çünkü kadın mahrem olan, gizlenen, saklanan ve hatta erkek toplumunda yerine göre “mal” veya “eşya” gibi görülen, mülk edinilen ve hatta mülk edinildikten sonra da istenilen şekilde kullanılabilir gözüken, gösterilen bir obje. Çok mu kaba, çok mu ağır oldu? O zaman Nazım’ın dizelerinde anlattığı şekliyle ve onun ustalığıyla, çok daha az sözcükle: “ve soframızda yeri öküzümüzden sonra gelen” diyelim. (1)
İyi niyet mevzusuna gelelim. İyi niyet… Kimin iyi niyeti? Tabi ki bu tabiri kullanan erkeğin iyi niyeti… Bu iyi niyeti neye yormalı? Altında ne yatıyor? Bana kalırsa bilinçaltına nüfuz etmiş suçluluk duygusu. Hatta sadece erkeklerin, toplumu oluşturan bireylerin değil, tüm toplumun bilinçaltına nüfuz etmiş bir suçluluk duygusu. Çünkü yeri geldiğinde aynı şekilde kadınların bile bu şekilde kullandığına şahit olabilirsiniz bu sözcüğü. Evet, bir suçluluk duygusu ve ta bilinçaltımıza işlemiş. Buraya kadar her şey tamam, her şey doğru…
Sonra ne oldu? Tabi ki hemen bu argüman slogana dönüştü. Olabilir, doğal bir olgudur. Neden slogana dönüşmesin? Tamam, ama işte benim de bununla derdim var. Bir slogana dönüştü ve ağızlara sakız oldu. Ağızlara sakız olan her slogan gibi yerlere tükürüldü ve olur olmaz her yerde ayakkabınızın altına yapışıp sinir bozmaya başladı. Bu tip sloganların önemli bir özelliği vardır. Bu, “yarı-doğru” olma özelliğidir. Yarı-doğruların en çarpıcı özelliği de başta kulağa doğru gibi gelmeleridir. Duyduğunuz zaman “Hakikaten ya, doğru söylüyor” dersiniz ilk başta. Eğer kavramlar ve söylemlerin gerçekliği üzerinde durmaya çok meyilli değilseniz de genelde kabul edersiniz. Yarı-yanlış değil de yarı-doğru dememizin nedeni de bu zaten. Yarı-doğrular içlerinde yanlışı da barındıran tezlerdir ve gerçekliğe de genelde bu yanlış üzerinden ulaşılır. Her ne kadar dünyamızın gerçekliğinin öznel yargılarımız ve çıkarımlarımız üzerinden yürüdüğünü düşünsek de aslında dünyamız nesnel gerçekliklerin çerçevesinde şekillenmektedir.
Matt Taylor’ın linçi
Bu slogan çoğunlukla feminist cenahta yankı bulan, daha doğusu o taraftan ortaya atılan bir argüman olarak karşımıza çıkıyor. Yalnız buradan tüm feministleri tek bir çatı altında değerlendirdiğim anlaşılmasın. Aslında tam da bununla ilgili dünyada da paralel örnekler mevcut. Örneğin olaylara insanlığın gerçeklikleri penceresinden bakabilen aklı başında feministler de vardır.
Geçtiğimiz aylarda Rosetta kuyrukluyıldızına Avrupa Uzay Ajansı (ESA) ekipleri tarafından Philae adlı bir uzay aracı indirildi. Biliminsanları büyük bir başarıya imza atarak bir kuyrukluyıldızın sırtına atlayıp bilimsel bir yolculuğa çıktılar. Bu olay gerçekleşirken ESA’nın bilim ekibinden Matt Taylor’ın bir röportajda üzerinde yarı-çıplak kadın figürleri bulunan gömleği ise Amerikalı feministlerin bombardımanına tutuldu. Hatta feministler tarafından bu başarı bir kenara bırakıldı ve Taylor’a karşı bir linç kampanyası başlatıldı. Sonuçta ne mi oldu? Taylor sonraki bir basın konferansı sırasında gözyaşlarını tutamadı. İstemeden kırdığı insanlardan özür diledi.
Iska No 1: Tabi hemen feminist hareketler içerisinde yer alan birçok arkadaşımız (yurtiçinden ya da yurtdışından) bunu feminizmin bir hareket olarak ne kadar kabul görmüş ve ne kadar kabullenilmiş bir ideolojik eksen haline geldiği ve Matt Taylor’ın özrünün feminizm açısından bir zafer olduğu şeklinde yorumlar yapmaya başladı. Hakikaten helal olsun! Bahsettiğimiz bu “feminizm” eğitimli, kültürlü, duyarlı ve görüldüğü üzere duygulu, dünyanın sayılı biliminsanlarından olan Taylor’a diş geçirebildiğine göre dünyanın bütün gerici, faşist, cinsiyetçi erkekleriyle, sınıfsal olarak en alt tabakaya hapsedilmiş, sosyo-ekonomik açıdan cahilliğe hapsedilmiş ezilen halkların erkeklerinin de dize gelmesi an meselesi olsa gerek!
Tam isabet: Bunun yanında feminizmin tam da içinden gelen, hayatı boyunca bunun mücadelesini vermiş ve bedel ödemiş olan ve hâlâ da ödeyen Somalili yazar ve aktivist Ayaan Hirsi Ali’nin bu linç kampanyası ile ilgili yaptığı tespit ise tartışmayı gerçekliğin eksenine geri çeken bir “kral çıplak” hadisesi olarak akıllarımıza su serpiyor. Bağımsız Kadınlar Forumu’nun Kadınların Cesareti yemeğinde konuşan Hirsi Ali diyor ki:
“Sizlere, feministlerin bir zamanlar temel bir hak için, kızların eğitim alma hakkı için mücadele ettiklerini hatırlatmak istiyorum. Bu ülkedeki ve Batı’daki feministler buna karşı mücadele ettiler ve savaşı kazandılar. Bizse, örgütlenmiş kadınlar olarak, şu anda, bu zaferle ne yapıyoruz -eğer bu durumu kınıyorsanız sizinle hemfikirim ve ben de tüm kalbimle bilimsel bir atılım yapmış bir adamın arkasından çıkarılan bu sudan saçmalığı kınıyorum- giydiği gömlek için kendimizi yemekten başka? Feminizmi ahmak hemcinslerimizin elinden kurtarıp geri almalıyız.” (2)
Çok haklı bir eleştiri. Ancak bu ve benzeri bir eleştiriye pek ana akım medyada yer verildiğine rastlamazsınız. Hatta elden gelse Hirsi Ali bile bu görüşleri nedeniyle sosyal bir linç girişimine maruz kalabilirdi. Ancak tabi böyle bir figüre cepheden saldırmayı göze alacak bir feministin yukarıdaki yorumda bahsedilenden de ahmak olması gerekeceği muhakkak. Neyse ki o kadar da ahmak olanları çok yok. Ellerinden gelen, yapabilecekleri en fazla şey bu görüşleri görmezden gelmek, kulak arkası etmek ve zaten de onu yapıyorlar.
Eğitimde fırsat eşitliği ve mağdurluk aldatmacası
Iska No 2: Benzer ıskalar ülkemizden de geliyor. Bundan yıllar önce bir türban furyası aldı yürüdü. Türbanlı kızlarımız eziliyormuş, eğitim hakları ellerinden alınıyormuş gibi tezler dolaşımdaydı. Şimdi bu türban meselesini gene niye açtı diyebilirsiniz. O zamandan bu zamana düşüncelerim pek değişmiş değil. Şu anda da piyasada revaçta olan “özgürlükçü” savlar gibi o zaman da bu savı çok ciddiye almıyordum. Birileri tarafından (kim oldukları gayet açık ve nettir) yönlendirilen gündemlerin gerçekçi olmayacağı aşikârdır. O zaman da orta sınıflar böyle tartışmalarla kumda oynatılıyordu, şimdi de oynatılıyor. Bunun sonucu ortada. 2013 Haziran’ında ortaya çıkan o sağlıklı halk hareketi gene benzer şekilde kumda oynatılarak geldiğimiz aşamada dağıtılma noktasına getirildi. Birkaç güzel insan hâlâ bu hareketin özünü yaşatmak için mücadele ediyor. İyi ki de ediyor.
Ortalıkta dönüp duran, yazılan çizilen binlerce karman çorman yazının ana fikrini kısaca şöyle özetleyebiliriz: Türbanlı kızların eğitim hakkı ellerinden alınarak eğitimde fırsat eşitsizliği yaratan bir uygulama laiklik adına gerçekleştiriliyor. Velhasıl bunun için binlerce arkadaş sokaklara döküldü, internette sürekli “özgürlükçü” yazılar dolandı durdu. Sokaklara dökülen binlerce insan arasında konumuz olan feminist arkadaşlarımız da vardı. Gene belirtmek isterim ki tüm feminist arkadaşları aynı çatı altında toplamak değil derdim. Kimler üzerine alınacağını biliyordur. Kastettiğim “liberal” “feminist” arkadaşlar. Tartışma konusu olan bu fırsat eşitsizliği işte tam da ıska olarak adlandırdığım şey oluyor. Bu davaya sahip çıkma yarışı o dönemde öyle bir histeriye dönüştü ki, neredeyse tüm kesimlerden (ideolojik anlamda) arkadaşımız buna destek verdi. Kendine sol, sosyalist diyenler mi dersin yoksa ağır anarşistim diye ortalarda dolaşanlar mı? Benim en çok komiğime giden kesim ise kendine “feministim” diyen liberal tayfaydı. Feministim diye ortalarda dolaşan arkadaşlarımız türbana sahip çıkmak adına laik eğitim sistemine saldırıyorlar ancak tutup da kadının özgürleşmesi konusunda temel düğüm noktalardan biri olan dinci, gerici anlayışın bu sembolünü sorgulamaktan özenle kaçınıyorlardı. Sebep? Saygı… Bana kalırsa bu “saygı” korkaklığın ifadesinden başka bir şey değildir. Kadının tarih boyunca erkek egemen toplum içinde ezilmesinde kilit rol oynayan “din” olgusunu eleştirmekten korkmakta haklılar da aslında. Kendi tarihimize bakmak yeterlidir bunun için. Buna öyle cepheden karşı çıkan, lafını esirgemeyenlere yapılanlar ortadadır. Turan Dursun, Uğur Mumcu, Aziz Nesin ve Sivas’ta canlı canlı yakılan 35 insanımız ve daha niceleri… Bütün bunlara rağmen bu gerici kesim baştan beri hep mağdurdu. Eğri oturup doğru konuşalım. Bu ülkenin tarihinde her kesim darbelerle, katliamlarla, faili meçhul cinayetlerle bedel ödemiş, canlar vermiştir. Bedel ödemeyip bu olayların her birinden sonra daha da palazlanıp çıkan, toplumun alt sınıflarının içine daha da çok sızan ve tahakkümü altına alan tek kesim bu savunusunu yapmakta yarışıp durduğunuz “mağdur” gerici kesimdir. Bunun aksini iddia eden ya tarihini bilmeden atıp tutuyordur ya da kötü niyetli bir şekilde toplum mühendisliğine soyunmuştur ve açıkça yalan söylemektedir.
Şunun da altını çizmemiz gerekiyor. Burada kastedilen palazlanıp duran gerici kesim: onlarca yıldır alt sınıfları sömüren, elinde neyi var neyi yoksa çaldığı ve modern çağın kölelerine dönüştürdüğü, toplumsal yaşamını parça parça gasp ettiği ve umutlarını “inanç” temeline sıkıştırdığı köylü, işçi, emekçi sınıfların gerçek düşmanı olan; burjuvazi, feodal yapı ve günümüzde kendini çok net bir şekilde AKP hükümetiyle ortaya koyan İslamcı burjuvazidir. Bu türban savunmasının sonunda ne oldu peki? Alt sınıflara mensup türbanlı kızlarımızın mı eğitim hakkı sağlanmış oldu? Yoksa aslında sağlanan orta-üst sınıflara mensup yukarıda bahsettiğimiz palazlanmakta olan “İslamcı burjuvazinin” çocuklarının eğitim hakkı mı? Tabi ki ikincisi… Eğitimde fırsat eşitliğinden söz edecek olursak bunları görmezden gelmek büyük ayıp olur.
Türkan Saylan’a saldırılırken neredeydiler?
Türban furyası ve İslamcı gericiliğin özgürlüğü yarışı tüm hızıyla devam ederken tüm yaşamı boyunca eğitimde fırsat eşitsizliği ile savaş vermiş, sivil toplum örgütleri kurmuş, on binlerce öğrencinin ve özellikle kız çocuklarının burs almasını sağlamış Türkan Saylan gibi hayatı başarılarla örülü bir bilim kadınına toplumsal linç çalışmaları devam ediyordu. En son iktidar olan İslamcı burjuvazinin eliyle Ergenekon davasından yargılanma aşamasına geldi ve yakalanmış olduğu ve uzunca bir süredir savaş verdiği kanser hastalığına yenik düşerek yaşama veda etti. İnanç kisvesi altında aslında kadının erkek egemen toplumda kendini gizlemesinin, saklamasının ve kadın olduğundan utanmasının sembolü olan türbanın özgürlüğü için sokaklara dökülen o binlerce “liberal” ve özellikle “feminist” arkadaşımız; yaşamı içerisinde kadın olarak verdiği savaşlarla ve toplum içerisinde kadının özgürleşmesi adına verdiği mücadelelerle örnek teşkil eden bir bilim kadını olan Türkan Saylan’a saldırılırken neredeydiler? O sırada “ama o Kemalist, ulusalcı ve faşist” gibi bahaneler üretip bunların arkasına sığınmakla meşguldüler. Liberal ikiyüzlülüğün binlerce örneğinden biri…
Peki, AKP’nin laik eğitim sistemine karşı verdiği savaşa verilen destek sonucunda günümüzde nereye geldik? Bugün ilköğretim ve liselerde dini eğitime geçilmesi tartışılıyor. Liselerin çoğu imam hatiplere çevriliyor. Hatta geçenlerde iş sebebiyle döndüğüm İstanbul’da şahit olduğum bir olay herhalde tüm gerçekliğiyle gelinen noktayı özetlemeye yetecektir. Büyükçekmece’den sonra Mimaroba adlı semtte akşamüzeri saatlerinde bir seminer öncesinde sokakta bir arkadaşımla kaldırımın kenarında sigara içerken birden çok yakından gelen bir ezan sesi duymaya başladık. Ses o kadar yakından geliyordu ki caminin hemen yanında olmamız gerekirdi. Fakat çevrede o yakınlıkta bir cami yoktu. Dikkatli bakınca hemen karşımızdaki Kız İmam-Hatip Lisesinin çatısına yerleştirilmiş hoparlörlerden çevreye yayın yapıldığını gördük. Şaşkına döndüm. İşlerin kötüye gittiğinin farkındaydım ancak bu kadarını da beklemiyordum. Çevredeki insanlarla konuştuğumda okuldaki başı açık kız öğrencilere başlarını kapamalarıyla ilgili baskı yapıldığına dair birçok hikâye de dinledim. Şimdi de liberal “özgürlükçüler” sus pus olmuş, olanları izliyor. Bir tanesinden bile bir özeleştiri geldiğini görmedim ve eminim ki görmeyeceğim.
Liberal eksenden çıkmak
Bugün kadının özgürleşmesi mücadelesinin geçmişteki hedefleri hâlâ geçerliliğini korumaktadır ve bu mücadelenin hedeflerinin gerçekleşmesi adına sembollerin ve sloganların çok ötesinde bir yöntem ihtiyacı olduğu görülmelidir. Bütün biçimsel yaklaşımların ve yüzeysel tartışmaların yerini derinlemesine gerçekleştirilen tahlillerin ve içerik tartışmalarının alması gerekiyor. Bu tartışmalardan en temel olan iki tanesi kadının toplum içindeki özgürleşmesinin dayanak noktalarından biri olan laik ve bilimsel eğitimin sağlanması; diğeri ise sınıflı toplum gerçeği içinde kadının konumudur.
Bugün mevcut sınıfsal konumlanışların muhafaza edilmesine hizmet eden liberal çok-kültürcü yarı-doğruların şiddetle eleştirilmesi ve aşılması gerekiyor. Bunu yapmanın en temel yollarından biri de laik ve bilimsel eğitimin gerici alternatiflerle yer değiştirmesinin önüne geçmek ve bu eğitim sistemini ilerici şekilde aşmanın yollarını tartışmaktan, kovalamaktan geçiyor. Toplumların ilerleyişlerinin sentez kabiliyetleri sayesinde sağlandığı; bugün geldiğimiz noktadaki gibi antitezlerin (liberal, neoliberal post-modern tezlerin tamamı) çıkmaz sokaklarına saplanıp kalmanın ancak geriye dönme seçeneği sunduğu gerçeği görülmelidir. Sınıf gerçeği ise kadının özgürleşmesi ile doğrudan ilgilidir. Görücü usulü evlendirilen, evlendiğinden bu yana 17 yıl boyunca kapıcılıktan evlere temizliğe gitmek gibi işlerde çalışarak ayakta kalmaya çalışan, üstüne bir de çocuk sahibi olmak için tüp bebek yöntemine başvuran ancak başarılı olamayan ve eşi Tahir Kart tarafından bir tartışmadan sonra bıçakla öldürülüp 50 parçaya bölünen Kübra Kart’ın kendisine “bayan” değil de “kadın” denmesi ne kadar umurunda olurdu acaba? Ya da Özgecan gibi güzel genç bir kız türban takıyor olsaydı onu öldüren cani minibüs şoförü önce tecavüz edip sonrasında öldürmeye kalkar mıydı? Muhtemelen bu durumda buna kalkışmayacaktı. Çünkü o zaman Özgecan “iffetli” olacaktı.
Bugün geldiğimiz noktada artık bu soruları sormamız gerekiyor. Kadının özgürleşmesi sorunu aynı zamanda insanın özgürleşmesi sorunudur. İnsanın laik ve bilimsel eğitim hakkını ve kapitalist üretim ilişkileri içindeki sınıflı toplumun sorunlarını ele almaktan kaçınıp biçimsel tartışmalara saplanıp kalmış olan liberal eksenden çıkmamız gerekiyor. Bugün feminizmin ele alması gereken bir konu varsa en temelde bu problemler yakıcı bir nitelikte gözükmektedir. Semptomları tedavi etmeye çalışmaktansa hastalığı tedavi etmek esas olandır. Cephelerin en keskin halini almaya başladığı şu günlerde mücadele artık şimdiye kadarki pratiklerden çok daha fazlasını gerektiriyor. Gezi sürecinde kırmayı ve aşmayı başardığımız en temel olgu “korku” olgusuydu. Bugün mücadelenin geldiği noktada bizler ve bizlerden sonraki kuşaklar adına “korkmak” bir lüks olmuştur. Geleceği umutla kurmak bizlerin sorumluluğundadır. Bırakalım burada Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde ortaya koyduğu umut dolu, muhteşem öngörüsü noktayı koysun:
“Öyleyse, süpürülmesi yakın görünen kapitalist üretimden sonra, cinsel ilişkilerin düzenlenme biçimi üzerine bugünden düşünülebilecek şey, özellikle olumsuz bir nitelik taşır ve öz bakımından, ortadan kalkacak olanla yetinir. Ama bu işe hangi yeni öğeler katılacak? Bu, yeni bir kuşak yetişince belli olacak: yaşamlarında, bir kadını asla parayla ya da başka bir toplumsal güç aracıyla satın almamış olacak yeni bir erkekler kuşağı; ya da bunun iktisadi sonuçlarından korkarak kendini sevdiği kimseye vermekten vazgeçmeyecek olan yeni bir kadınlar kuşağı. İşte bu insanlar dünyaya geldiği zaman, bugün onların nasıl davranmaları gerektiği üzerine düşünülen şeylere hiç kulak asmayacaklar; kendi pratiklerini ve herkesin davranışını yargılayacakları kamuoyunu kendileri yaratacaklardır – bir nokta, işte bu kadar.” (3)
Dipnotlar
1) Nazım Hikmet, Kadınlarımız.
2) www.washingtonexaminer.com/hirsi-ali-slams-feminisms-trivial-bs/article/2556419
3) F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni.